“Ezel’den kelam var idi ve kelam Allah Tealanın katında idi ve ol kelam bizzat Allah idi”
1666 yılında Londra’da Osmanlı harfleriyle ilk Türkçe basılan İncil’in Yuhanna 1’de böyle deniliyordu. Yani “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı” diyordu ve devam ediyordu. “Başlangıç’ta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi” diye devam ederdi. (1)
Görülüyor ki; bu “Tanrısal söz” başlığında; Tanrı söz olarak sessizlikte ve suskunlukta saklı idi. O halde… Her şey, onunla, sözle başlamıştı. Her şeyden önce sessizlikte söz vardı denilmekte idi.
Kutsal kitaplara göre, nasıl ışığın ve her şeyin karanlığın içinde ve tüm gördüklerimizin, görünenlerin de, ışığın karanlıkta yarattığı bir gölge oyunu olduğunu söylenmekte ise; ses ve söz de böyle idi. Sessizlik ve suskunluk karanlık gibi idi. Ses de, söz de sessizliğin içinde saklı idi. Nasıl gölge ve ışıkla bir şeyler görünüyorsa ve karanlık olmasa bunlar farkedilemez isek; sessizliğin içinde de söz ve saklı durmaktadır. “Söz” Tanrı idi, “Söz” yeryüzünde Hz.İsa idi, insan idi.
Devamını okuyun...Karanlık olduğunda, aydınlıkta gördüklerimizin yok olmadığı ve yine yerlerinde durdukları gibi, sessizlik içinde de ses böyle saklı durmakta, ses ve sözün titreşimi durduğunda bile, (karanlıktaki nesneler gibi) onlar sessizlik içinde asılı durmaktadır ve var olmaktadırlar. (İleride birgün mevcut sesin tekrar titreşimi sağlansa, eski frekansı canlandırılsa, mutlaka seste olduğu yerde yeniden canlanacaktır.) Sessizlik halinde “ses”in, söz’ün yokluğunu, yok olduğunu söylemek bu nedenle pek doğru değil gibidir. Ses ve söz söylendiği ve var olduğunda, her zaman ve daima sessizlik içinde var olacak ve var kalacaklardır. (tıpkı inandığımız Tanrı’nın görünmez, bilinmezliği gibi.) Bu nedenle “söz” dikkatli seçilmeli ve özenle var edilmelidir.
Kur’an’da da, söz için sorumluluk gerektirir denilirken; söz söylendiğinde bu sözün arkasında durmak zorunluluğu (17.sure İsra, 34ncü ayet) anlatılmış, sözü yerine getirmek mecburiyeti (2.sure Bakara, 177nci ayet ve 3.sure Al-i İmran, 76ncı ayet) dile getirilmiş, yapılamayacak veya yapılmayacak söz’ü söylemeyin (61.sure Saffi 3ncü ayet) denilmiş, “söz”e Kur’an’da da büyük önem verilmiştir. (2)
Ancak ilk insan için (Tanrı’sının varlığı gibi) söz de çok zor söylenmiş olmalıdır, sanırım sözü var etmekte pek kolay da olmamıştır. Dil oluşturmadan önce insan diğer canlılar gibi hissettiklerini, duyduklarını, gördüklerini elleri, kolları ve vücutlarıyla anlatmış, ellerini çırpmış, vurmuş, sevinçlerini, üzüntülerini vücutlarına taşımış, zıplayarak, koşarak, kaçarak, yuvarlanarak vücut hareketleriyle karşısındakine duygularını iletmeye çalışmış olmalıdır. Korktuklarında ayaklarına güç vermiş, tehlikede çığlıklar, bağırış ve çağrışmalarla ortalığı karıştırmış, bir söz için bütün vücudunu hareketli kılmış, ses çıkaramadıklarında, ya göğüslerini birbirine çarpışmışlar, ya da göğüs göğüse kucaklaşmışlardır.
İncil, Yuhanna 1:14’de “Söz, insan olup aramızda yaşadı. O’nun yüceliğini (Baba’dan gelen, lütuf ve gerçekle dolu biricik Oğul’un yüceliğini) gördük” denilirken, söz’ü insan, insan’ı da söz olarak betimleyip, “söz, insanla birlikte şekil aldı” demişlerdir.
“Söz”ün; bilinemez, görünemez, söylenemez Tanrı’dan kazandığı bu özelliğinin, Tanrı’nın varlığı gibi ortaya çıkması binlerce yıl almış olmalıdır. Başlarken söylediğimiz gibi kutsal kitaplarda Tanrı söz ile özdeşleştirilmiştir. Tanrı, söz’e dönüştürülmüştür.
İnsan, işittikleriyle, duydukları ve anladıklarıyla heyecanlanır, telaşlanır, sevinir veya korkuya kapılır. Duyamadıklarını da söz gibi hayaller, duymasa da öyle olmuş veya olacak gibi sanır. İnanır ve “söz”e kanar. Bu nedenle; seslenmeden ve söylemeden önce bir kere, gerekirse bir kere daha düşünülmeli, ses ve söz seçilerek, var edilmelidir. Bilinmeli ki; Söz, aklın ürünüdür.
Sessizlik, “söz”ün yalnızca o anda duyulmamasıdır, ancak sesin olmaması demek değildir. Farklı frekanstan dolayı duyamaması da, aklımızın onu yok sanmasından ibarettir. Oysa ses ve söz daima sessizliğin içinde saklıdır. Bu nedenle; sessizlik, akıllı insan için çok önemli ve değerlidir. Suskunluk ve sessizlikteki, duyamadığımız veya çok önceden söylenmiş, unutulmuş sözler de belki bu nedenle daha önemlidir. Belki susmak, söylemekten daha akılcı ve daha üstündür.
Önceleri, akıllı bir insan, diğerlerinin anlayacağı ilk hareketi yapmış olmalı, eliyle yaptığı bir dairesel hareketle herkesi durdurmuş, genzinden çıkardığı ilk uzun ve titrek ses ile herkesi susturmuş, o hareket başka bir işareti yaratmış, sonra o işaretler yerini başka bir kalın uzun sese, sonra dille şekillenen, dudaklarla farklılaşan seslere dönüştürmüştür. Bu sesler karşıdaki tarafından anlaşılınca da artık aynı sesler, aynı işaretler karşılıklı kullanılmaya başlanmış, akıllılar hızla ortak işaretler ve seslerle diğerlerinden ayrılmış veya diğerlerine önder olmuş, usta olmuş, egemen olmuş olmalıdır.
Sesler arka arkaya dizilince, o sırayı anlayanlar, bir başka sırada sesler ile cevaplar vermiş, söylemek istediğini, düşünüp heceleri değiştirmiş ve farklı sıraya dizmiştir. Karşısındaki de anlamak için dinlemeyi ve izlemeyi öğrenmiş, böylece konuşan ve dinleyenler oluşmuş olmalıdır.
İnsan için aynı dili konuşmak ve dinlemek görüldüğü gibi kolay bir süreçte oluşmamış, söz, insan olup aramızda olmaya (kolayca) başlayamamıştır.(3)
Birlikte uzun süre yaşayanlar, birlikte olanlar, olabilenler, belki de birbirine tahammül edip sevenler aynı dili konuşur olmuş, birlikte olamayan, paylaşamayan ve sevmeyenler de o sözlerden kaçıp gitmiş olmalıdır. Başka sesleri bir araya getirmişler, başka ortak sesler, başka ortak işaretler, onların başka ortak dilini oluşturmuş olmalıdır.
Ortak dil, ortak yaşam, ortak işaretleri yaratmak, canlı ve parlak, heyecan dolu bu anlatımın arkasından, şekil, sembol veya yazı olarak ortaya çıkmıştır. M.Ö.3200’de Sümer’lerin ilk yazısının, M.Ö.2350’de Mezopotamya’nın yerli halkı Sami kavminin Akkadca diline dönüşmüş, bu dilin Akkadca yazısının, ardından Mısır’ın ilk yazısı sandığımız hiyoralifinin doğmasına neden olmuştur.
Demek ki ilk ortak dil; ortak yaşam, birbirine tahammül, sevgi ve birliktelikten kaynaklanmış olmalıdır. Ortak dil, birlikte ortak yaşamanın vazgeçilmezi olmuş, ortak ses ve işaret gibi, birlikte söylemek, susmak, dinlemek, birliğin ve düzenin temelini oluşturmuştur.
Mabette ortak işaret ve dili kullanmak; “söz”ü dikkatli söylemeye ve dinlemeye ve sevgiye, saygıya bağlıdır.
İnsan topluluğunda akıllılarla, az akıllı veya akılsızlar arasındaki birlikteliğin sürdürülmesi için, ya çıkaracakları ses veya söz kontrol edilmeli, (gerekirse sözün sırasını değiştirmeli veya o sözü sıradan çıkarmalı veya kolayca susmayı tercih etmeli), veyahut sözde sıra değiştirildiğinde başka bir davranış, başka bir tepki oluştuğu ve karşıdakinin kaçmadığını dinlediğini ve başlarını salladığını gördüklerinde sözlerine özen göstermelidir.
Demek ki; seçilmiş (beğenilen) sözler bu nedenle yaşamın dinginliğini ve ahengini sağlayacak temel öğedir.
Bu öykü aklınıza yattı sanırım, çünkü biz de bugüne kadar yaşamımızda aynısını yaptık, yapıyoruz ve yine yapacağız.
Bazıları güzel konuşuyor, kendisinin diğerlerinden daha iyi olduğunu sanarak anlatmaya ve diğerlerini ikna etmeye çaba gösteriyor olabilir, ancak, güzel konuştuğunu zannederek, karşıdakini izlemiyor, onun dinlediğini fark etmiyor ise, ilk günler gibi karşıdakinin vücut diliyle yaptığını, çıkardığı seslerle ve yaptığı işaretlerle verdiği cevabı izlemiyor ise, tek başına konuşur durumda olacaktır. O halde konuşmak kadar, yeri geldiğinde susmak ve dinlemenin de çok önemli olduğunu hep akılda tutulmalıdır.
En iyi sesi çıkardığını ve en güzel sözleri kullandığını zannedenler; sözlerinin etkisiyle “Tanrısal söz”ü akıllarına getirebilirler, “Söz tanrıyla birlikte idi, söz, Tanrı’da idi; Tanrı, söz idi” cümlelerinin büyüsüne kapılabilirler. Bilmezler ki karşıdakiler sustuğunda veya dinlemediğinde, onun söylediği sözler yalnızca sessizlikte asılı kalacaktır. Bu nedenle; güzel konuştuğunu zannedenleri veya çok güzel konuştuğu için alkışlananları her zaman sessizlikte göremediği büyük bir tehlike beklemektedir.
O konuşanlar, susmanın en büyük erdem olduğunu unutur, göremez, anlayamaz ve yürüyüşleri ile duruşları da bu bağlam da değişirse, bildiklerini zannettikleriyle küçülüp giderler. Hele kendisine güzel sözler söylediği veya hoş konuştuğu söylendiğinde, kendilerini bu büyüye kaptıracak olurlarsa ve ardından başka bir kişiliğe bürünürlerse, konuşmaları ile benliklerinin yüceldiğini zannederlerse, uzaktan çok küçük gözükürler.
Hakim olan; söz hakkının üstünlüğü ve önceliği ile oluşacak bu tuzaktan kendini kurtarmalıdır. Sesini yumuşak, kulağını açık tutmalı, dilini dikkatli kullanmalı ve gerektiğinde onu suskun tutabilmelidir. Sözü dikkatli seçmeli, yerinde ve zamanında kullanmalı, kimi kez de gerektiğinde söylememeli, susmalıdır.
Konuşan daha mütevazi olmalı, dinleyenin büyüklüğü karşısında alçalmalıdır.
Yeni bir olay karşısında korktuğunda, çekindiğinde, hatta hata yaptığında en kolay çözüm olarak, “söz”ü kullanmaktan vazgeçmeli ve “susmayı” tercih etmelidir. Söylemeden önce bir kez daha düşünmelidir.
Bu nedenle; hakim olan, egemenler konuşmak kadar susmayı ve dinlemeyi de bilmelidir.
Benim yaptığım gibi bunu sözle söylemek, ifade etmek çok kolaydır. Ancak, yapabilmek pek o kadar kolay değildir.
İşte seçilmiş yöneticilerimiz, bir gün bu üstlendikleri görevin sonlanacağını, yarattıkları veya yaratacakları zor bir durumda sessizlik ve suskunluğun hakim olabileceğini unutmamalıdır. Söyleyen olmanın da bir gün biteceğini ve dinleyen olunacağını hep akılda tutmalıdır. Bunun için söz söylemekten çok, dinleme ve anlamanın daha önemli olduğunu hep düşünmelidir. Egemenliği sözlerinde aramamalı, yönetenler kendini her şeye egemen sanmamalıdır.
Karşıdakine söz hakkı vermeli, sözün tamamını dinlenmeli, söz kesilmemeli, söz bittiğinde hemen cevap vermemeli, sözü bir süre dinlendirmelidir. Mevkide kibir ve gururun, insanı esir alabileceğini, omuzunda bir ağırlık olacağını, etrafa da korku ve umutsuzluk yayabileceğini unutmamalıdır. Kamil insan, her sözü tartar. Unutmamalı ki, “Söz” her şeyden ağırdır. İnsan bedeni her yükü kaldırır, ancak insan kalbi ve aklı her sözü taşıyamaz, kaldıramaz.
Daha önce “söz’e sahip” olmuş olanlar da, mutlaka susmayı, sabrı ve sükuneti seçmeli, ancak sorulduğunda “söz” söylemeli, Söz’e, (Hakim’e) müdahele etmemeli ve çoğu zaman yalnızca dinlemeyi tercih etmelidir. Böylece “Söz” kadar kendisinin suskunluğunun da büyük anlam ve değer ifade edebileceğini diğerlerine göstermelidir. “Susarak” sessizlik yaratmak, herkese düşünme fırsatı vermekle, kamil insan örneğini diğerlerine göstermelidir.
Suskunluk halinde ilk günlerde atalarımızın yaptığı gibi, vücut dilimiz belki öne çıkacak, bu sessizlik ve suskunluk sırasında karşısındakine sarılmak, kucaklaşmak, tebessüm etmek her şeyi anlamak ve anlatmak için yeterli olacaktır. Bir şey söylemeden, hareket etmeden, sabırla, susarak, konuşmadan kucaklaşmak; akıllı ve kamil insanlar için, dün olduğu gibi bugün de yine çok şey ifade edecektir. Herkes düşünmeye başlayacak, yeniden heceler dizecek, yeniden işaretler sıralayacak veya susacaktır.
Ancak böyle durumlar, toplumsal, dinsel ve ekonomik kuralların oluşturduğu, sınırladığı düşünce özgürlüğümüz çerçevesinde şekillenecektir. Birlikte (ortak) yaşarken; kendilerine ve diğerlerine özgürlük yaratacaktır. Ortak yaşamda dinginlik ve güvenilirlik ancak özgür düşüncenin olması halinde oluşabilecektir.
Aksi takdirde egemenin diğerlerine egemenlik kurmak arzusu, özgürlükleri kaldıracak, egemeni, hükmedeni, konuşanı, mutlaka yalnız bırakacak, yalnızlık ve terk edilmişlik korkusu onun ruhunu saracak, zamanla yalnızca kendi sesi ve sözünün yankılarını duymaya başlayacaklardır.
Bu nedenle, söyleyenler de, yönetenler de pek çok meziyet olmalı, seçilmiş yöneticiler diğerlerinden az farkla da olsa (mutlaka) daha kültürlü ve daha bilgili olmalıdır. Doğaldır ki, biraz da zeki olmalı, üstelik diğerlerinden de tecrübeli olmalıdır.
Söz söyleyen veya dinleyenin birlikte olabilmeleri için; konuşanın kendisi gibi düşünen veya kendisini dinleyen veya söylediklerini anlayanlarla, aynı düşüncede olması da gerekmez. (Zaten, söylenen söz, her insan için aynı anlama da gelmez. Aynı söz, aynı şekilde asla anlaşılamaz.) Bu nedenle; birlikte olmak isteyenler kendisinin söylediklerinden farklı şeyleri söyleyebilenlerin sözlerini de duymalı, anlamaya çalışmalı ve birbirine kucak açmalıdır. Yönetici kendi inandıklarına körü körüne bağlı olmamalı, herkesten daha hoşgörülü olmalıdır.
Böylece; Özgür düşünce ile düşünenler, söz ve eylemlerinde de özgür olanlar veya öyle hissedenler veya yönetenin yaptığını veya yapacağını kabullenenler; hissettiği, algıladığı, duyduğu ve gördüğünü kendi özgür düşüncesinin süzgecinden geçirenler, söyleneni daha kolay ve doğru anlayabilenler ve yapabilenler, birlikte olma arzusunda olanlar ve birlikte yaşama ve aynı kadere razı olanlar, yaşamın bir parçası ve paydası olmak isteyenler, özgür düşünceyi savunan, kollayan ve koruyanlar, söylenen sözü iyi seçenler ve onu anlayıp, dinleyenler, yaşamda birlikte olabilirler.
Nadir Elibol
13 Ocak 2017
Revize 10 Ekim 2017
Revize 16 Nisan 2020