I.SES
“Ne oluyordu?”, “Neden, durmadan, nefes almadan yürüyorduk?” Kral, mabette, tam öğlen vakti bizi bekliyordu. Geçmişte de böyle olmuştu, bu Moriah Dağı’na yine akın akın gelmişler, bu mabedin temelini atmak için. Yedi yıl çalışmış, taş taşımış, duvar çıkmış, mabedi tamamlamışlardı. yalnızca “yaz dönümünde sağ mıyız?” “Güz dönümünde ne hasat ettik?” diye çağırırlardı. “Sonra ne oldu?” Sonra, ne onları, ne de bizi arayan oldu, Yoksa savaşa mı giriyorduk? Şimdi durup dururken, bizleri neden mabede çağırıyorlardı? Hem açtım, hem de dünden yorgun. Bütün gün tarlada çalışmıştım. Başakları toplamaya başlamıştık. Muhafızlar da her zaman ki gibi birkaç güne gelecek, hem hatıramızı, hem hasadımızı soracaklar. Niye şimdi yollardayız?
Evet doğru! Rabbi Aizek’de bir kaç hafta önce gelmişti. Hasadın iyi olmasını dilemişti. Benim için ve hasat için yalvarmıştı, Ulu Yaratana. Bu yüzden çok sevinmiştik ailece. Geçmişte de hasat öncesinde gözlerimiz hep onu arardı. Geçen hafta da Onun yardımıyla daima Yaratan’ın şevkat ve bereketini kazanırdık.
Devamını okuyun...II.SES
Neler diyordum, ben? Söylediğime kendim bile inanamıyordum. Yok, muhafızlar gelecek te, hatırımızı soracaklar; Yok, Kralın selam ve sevgilerini iletecekler, merhametini ve şevkatini hatırlatacaklar. Yok Ulu Yaratan’ın bereketini sağlayacaklar! Olur mu öyle şey? Muhafızlar eve gelmemişti ki; doğrudan tarlaya inmişlerdi, aslında belli ki, beni değil hasadı görmek istemişlerdi. Ben aptal mıyım? Rabbi Aizek’te köy meydanında hepimizi toplayıp, sağlıklı olmamız ve hasadın bol olması için Ulu Yaratan’a yakarmamış mı idi? Köy meydanında onun söylediği tuhaf sözlerin bir çoğunu dün de anlamamıştım, bugün de anlamıyorum. Kutsal TORA’daki yazı dediklerine de aklım ermiyordu. Yalnızca bakıyordum. Bir keresinde sormuştum, “bu şekiller ne diye?” Parmağıyla sağdan sola takip edip, ağzıyla değişik sesler çıkarıyordu, sanki ağzından çıkacak sözler önceden burada varmış, sanki başka birisinin ağzından önceden çıkmış ta, onu kağıtların üzerine koymuşlar, gibi, okuyor gibi idi.
I.SES
Bunlara “yazma” diyorlarmış, bunları yazanlara da “sofer”(katip) diyorlar, söylenenlere göre Rabbi Moşe’ye Ulu Yaratan söylemiş, o da tırnaklarıyla taşın üzerine yazmış, “10 Emir dedikleri bunlar mı?” diye sorduğumda “Hayır! Bunlar Hezenikel, Yeoşua, Samuel, Yeremya, İşaya, Hoşea, Daniel, Ezra’nın ve pek çok Rabbinin yazdıklarıdır” demişti. Dua ve günlük ayinleri için elinde küçük bir kitap tutuyordu, ona SİDUR diyordu, Sidur onun ve bizlerin dua kitabıydı. Ben okuma bilmiyor, ama 2-3 duayı tekrarlıyabiliyordum, anlayamasam bile, gün içinde geri çekilir, günlük yaşamın kaygılarından uzaklaşarak düşünceye dalar ve vicdanımın sesini dinleyerek iyilik ve güzelliğin kaynağı olan Ulu Yaratan’ın muhteşemliği karşısında onu şükranla anardım. Ulu Yaratan’ın bizlere verdiği yiyecekler için Şükranlarımızı Rabbi Aizek okur, biz de tekrarlardık, Tanrı’nın dünyasından çalmadığımız için dua ederdik. O, bize; “hoş bir manzara gördüğünüzde, bir doğa olayına tanık olduğunuzda, bilge bir insanla karşılaştığınızda, iyi veya kötü haber duyduğunuzda ve onun emirlerini yerine getirirken; daima dua edin” şükredin diyordu, biz de öyle yapıyorduk.
II.SES
Arada bir de aklımdan geçerdi, “Ben okuma bilmem ama Rabbi Aizek bunları doğru mu okuyor?” “Binlerce yıldır peygamberlerin yazdıkları doğru mu?”diye düşünürdüm. Rabbi okurken, söylediklerini pek anlamaz, ama hikayelere bayılır, kendimizden geçerdik. Güzel ve saf karım da kimi kez göz yaşlarını tutamaz, sessiz sessiz ağlardı, düşünürdüm bu aptal kadın neden bizim yoksulluğumuza ağlamaz da, Yasef’in kardeşi Moşe (Musa) ile karşılaşmasına ağlardı? Ne tuhaf şeyler yapardık.
Rabbi Aizek’in, bizim hayatta olmamız için yakarmasının bir anlamı vardı, çünkü bizler ekerdik, biçerdik, savaşırdık, çocuk yapardık. Biz yaşarken bunları kendimiz için yaptığımızı sanırdık. Oysa bunları kral ve saraydakiler ile Rabbiler ve mabettekiler için yapardık. Onlar da hasatın bereketli olmasını, sanırım kendileri için isterlerdi. Ben anlamıştım, ama kimseye söyleyemiyordum.
Aklıma neler geliyor? Önce Rabbi gelmişti, başaklar yükselirken; bereket için dua etmişti. Peşinden muhafızlar. Bazen “yoksa bunlar birlikte mi çalışıyorlar?” diye düşünürüm. Rabbi Aizek Mabede döndüğünde, köyümüzde hasadın iyi olacağını söyleyince, mabetteki kohenler saraya haber verirmiş te, ardından muhafızlar ve mabedin hazinecisi köye gelirmiş gibi düşünürüm. Ne bileyim? Aklıma gelir işte.
Ben hep aklımdan böyle tuhaf şeyler geçirirdim. Hani Rabbiler söyler ya! “Tora’nın anlamını çevirmek için, çeviriye sadık kaldığımızda, söyleneni anlamayız, anlayacak hale getirirsek te Tora’yı değiştirmiş oluruz” Ben şimdi ne yapayım? Rabbi Aizek ne yapsın? Hem “Yazılı Tora doğru şekliyle anlaşılamaz, çarpıtılabilir” diyordu. Hem de “akla sığmayacak kadar yanlış şekillerde yorumlanabilir” diyordu. Demek ki Rabbi Aizek’te yalan yanlış okuyor, belki de anlamıyordu bile.
Bana oku diyorlardı, eğer ben anlamakta yetersiz isem, niye okuyacaktım? Rabbi Aizek anlayamıyorsa, neden okuyordu? “Tanrı’nın ebedi ve değişmez sözü” diyorlardı. Ben Tanrı mı idim ki; Aizek’in söylediğini anlayabileyim?
Hani! Moşe (Musa), kırk gün sonrasında dağdan dönünce, kendisinden Tanrı ile aralarında aracılık yapmasını halk rica ederde (Devarim 5.Petek:19-25.Pasuklar ve Semat 20:15-18) Moşe’de çadırına girer, onu Aaron izler, olanları ona anlatır. Sonra oğulları Elazar ve İtamar çadıra girerler, Moşe onlara da anlatır. Biri soluna diğeri Aaron’un sağına oturur. Bunların ardından yetmiş ileri gelen yaşlı çadıra gelir, onlara da anlatır. Bunların ardından halk gelir. Moşe’nin ağzından Aaron 4 defa, oğulları 3 defa, ihtiyarlar 2 defa, halkta 1 defa olanları dinlemiş olur diyorlardı ya, bana anlatanlar da kim bilir kimden dinlemiştir? Hem anlatılanları nasıl anlamıştır? Anlatılanlardan ne anlamıştı?
Hem “Tora’nın halk içinde açık şekilde okunması sorun yaratır” diyorlardı. Hem de “Anladığımızı bir başkasına açıklama lüksüne sahip olmamalıyız” diyorlardı. Kutsalı, hakikatı kimden, neden saklıyorlardı?
Kim bana açıklayacak? Kim anlayıp, kim bana anlatacak? Duadan muaf insan var mıdır? İşçiler çalışırken dua eder mi? Dua ederken, işlerine ara vermeli mi? Sevişirken, yürürken dua edilir mi? Dua için temizlenmek mi gerekir? Birisi dua ederken ona katılmak, başını sallamak yeterli mi? Dua eden hata yaparsa, bizim duamız da boşa gider mi?
Benim mabette ne işim var?
I.SES
Ben de heyecanlıyım ama, karımdaki heyecan ben de yok. Bütün gece Mabede gidişimizi iple çekmiştik. İhtiyar Yakub ile karısı köyün tüm çocuklarını bir evde toplamış, tüm köy halkı da, bugün birlikte yollara düşmüştük. Güneş doğmadan yola düşenler, ışığın doğuşuna tanık olurlar. Yanımızdaki yavan ekmekten çok, Kral çağrısı, mabedin kapısı, bırakın kapıyı, mabedin avlusu bize güç ve heyecan veriyordu. Kral belki “öl” diyecekti, kim bilir? Ölürdüm. Belki de yepyeni topraklar ve yeni halkların kralı olmak istiyordu. Hepimiz onun için ölmeye hazırdık.
II.SES
Neden ben kral için öleyim? Kralda, diğerleri gibi bizden çalışmayı, çoğalmayı ve ölmeyi istiyordu. Oğlumun olmasını kral istiyordu, doğsun da askeri çoğalsın diye. Ben de, karım da aptal gibi oğlumuz olsun istiyorduk. Hatta doğacak çocuğumun erkek olması için Tanrı’dan rica etmesini, karım Rabbi Aizek’ten istemişti. O da bana, tarımla ilgili risalelerden ZERAİM’in ikinci risalesi olan PEAH’tan hasat sırasında yoksullar için tarlanın bir köşesini ayırmamı istemişti. “Maaser Ani” denilen tarlada unutacağım tahıl demetlerinden söz etmişti. Bana TZEDAKA (Sadaka) vermemi söylemişti, “yedi yılda bir de tarlanı nadasa bırak” demişti. Her şey güzel de, bunların doğacak erkek çocuğumla ne ilgisi vardı?
Hem bununla da benim işim bitmiyordu ki; TERUMA (armağan) dedikleri “Bu ürünleri sakın diğerleriyle karıştırma! Ayrı tut!” diyorlardı. “Maaser Rison” denilen ürünün ilk ondalığını Levilere verecektim, Levilerde bunun onda birini Kohenlere vereceklerdi. Böyle bitse ne iyi! Bir oğlum olacağını bilsem, tabi ki yaparım. Ürünün ikinci ondalığını da Yeruşalayim’de başka bir ürüne çevrilmeli ve harcanmalı idim. Hem bazı meyvelerin ilk hasadını da (buna Bikurim denilirdi) Yeruşalayim’deki kutsal mabete götürülmeliydim.
Mabettekilerin istekleri bitmiyordu ki, bir oğlum olsun! Bıktım!
I.SES
Ben, Mabedin kutsal kapısına yüz sürmek, ağlamak istiyorum. Rabbi Aizek’in hata ve günah dedikleri ve yaptıklarımız için af dilemek istiyorum. Kralımı uzaktan da olsa görmek istiyorum.
Geçtiğimiz Roş-Aşana Bayramı’nda, Hanuka’da, Purim (neşe ve eğlence) bayramında, Yom-Kipur’da, (af dileme günü) Pesah (hamursuz) Bayramında ve her bayramda mabedi ellerim dolu ziyaret etmiştim. Her seferinde kutsal mabet için SEKALİM denilen katkımı yerine getirmiştim. Kucağım incir, üzüm ile dolu gelmiştim.
Her YOM KİPUR’da mabette iki gün geçirirdim. Nedense benim hep günahım çok olur, onun için oruç tutardım. Yemez, içmez, yıkanmaz, akşam çalınan ŞOFAR’ların (koç boynuzu)nun sesi ile baygın halde oruca son verirdim.
Her Pesah Bayramından bir gün öncesinde de 14 Nisan’da Ata Avraham(İbrahim)’in biricik oğlu Yitshak(İshak)’ın tanrı adına kurban edilişi gibi, kutsal mabete bir kuzu götürürdüm, ona KORBANA denilirdi, “Korbana ait eti o gece yesinler. Onu (doğrudan) ateşte kızarmış (halde) matza ve acı otlarla yemelidirler (Semot-Mısır’dan çıkış 12:8) dedikleri için yapardım, onu avluda keser, kanını sunağa serpiştirir, ateş üzerinde kızartır, hiçbir kemiğini kırmazdım. Ardından “HALLEL” duasını okur, kalan eti bırakıp giderdim.
Yine baharda hayvanlar yavrulayınca o yıl doğanları bir ağılda toplar, sıra ile çıkarır, onuncu hayvanı da Kohen’lere verirdik, onun etini biz yemezdik, yalnızca Kohenler ve aileleri yerdi.
II.SES
Kimler yerdi, bizim kurbanı kim bilir? Hem neden af dileyeceğim canım? Kimin haberi olacaktı, 10 kile buğdayı sakladığımdan? Hem tarlada çalışan, emek veren bendim, buğdayın tamamı da benim olmalı. Kralın hakkı diye bir şey söylediler, hem topu topu küçücük tarladan çıkan 30 kile, ben muhafızlara 20 kile dedim. Şimdi 20 kilenin 2 kilesini Levilere, 2 kilesini mabede götüreceklermiş. Ben hep düşünürüm, kralın o parlak elbiselerini, Fenikeli tacirler nereden bulurlar? Yoksa kral mabette biriken binlerce kile buğdayı Fenikeli tüccarlara verir de, onun yerine bu sırmalı kumaşları mı alırdı?
Muhafızlar savaş için gerekiyorsa, neden savaş olmadığında onlar saray etrafında yaşarlar, Rabbilerde mabedin etrafında olurlar? Yoksa, bu asalaklar, Kral “ver” dediğinde, Ulu Yaratan’a şükran için Mabede koyduğumuz buğdayları, Fenikeli tüccarlara verirler, bir kısmını da kendilerine mi alırlardı?
Hem bana “çalma” diyorlar, hem Ulu Yaratanın haberi olmadan onun buğdayını, parlak elbiseler için Fenikeli tüccarlara veriyorlar, akıl almaz bir şey.
Düşünürüm de geçen sene hasat fazla olmuştu, buğday ve arpa Mabede sığmamıştı, şehir Fenikeli tüccarlar ile dolmuş, çuval çuval hasat gemilere gitmişti. O zaman elbise yerine kral ne almıştı? Hazinesi altın, gümüş, sikke dolu derler. Tıpkı Süleyman’ın ki gibi, oturduğu taht bile altınmış.
Böyle düşününce kafam karışıyor, Ulu Yaratan mı büyük, yoksa Kral mı? Kralın sözü geçtiğine göre, Tanrının buğdaylarını istediği gibi kullandığına göre, kral herhalde.
Hem bu yaptıklarından dolayı kral, Ulu Yaratandan af diliyor mu ki, ben sakladığım 10 kile buğday için af dileyeyim?
Hem buğday benim, onu ben Ulu Yaratana veriyorum, onlar benden habersiz tüccara. Kim bilir ileride bunu bizlere nasıl anlatacaklar? Bir de bana diyorlar ki, “çalma”! Ben çalmıyorum ki, kendi malımı alıyorum.
Gittiğimizde ya savaş varsa, şimdi ben bu kral için mi öleyim?
I.SES
Derenin en dar ve en sığ yerine kalabalık yığılmış, arabaları çekenler, itenler telaşa düşmüştü. Biz de karımla yüksekçe kayanın üzerinde dinlenmeyi fırsat bilmiştik. İleriden mabet hayal mayal gözüküyordu, bu halimiz ile ona ulaşmak pek kolay görünmüyordu, ama mabede yaklaştıkça herkes gibi bizimde heyecanımız artmıştı. Mabet için mi, kralımız için mi? Yoksa, hasadın toplandığı yaklaşan Tirsi (Eylül-Ekim) ayındaki Roş-Aşana Bayramının heyecanından mı idi? Bilmem. Çok heyecanlı, çok sevinçliyim ve çok mutluyum.
II.SES
Ne mutluluğu? Neden Rabbi, söyleyince yollara düştük? Neden bütün kış bizi kimse aramadı? Bu kış, ne kadar güç geçmişti? Köyün nerede ise tüm ihtiyarları soğuk geçen bu kışa dayanamamış, açlık ve soğuktan ölmüştü, bir muhafız bile uğramamış, bir rabbi bile gelmemişti.
“Ben Mabede gitmiyorum!” diyeceğim ama karım elinde ayaklarına sardığı bez parçaları ile öylece yüzüme bakakalacak, “Nasıl?” diyecekti. Buna cevap veremeyecektim. Zaten “Neden?” dese de cevabım olmayacaktı.
“Neden durmadan yürüyoruz, mabette ne yapacağız, biliyor musun?” diyeceğim. O da dudak bükecek. Mabette ne yapılırdı? Sen hasadından mabete buğday, zeytin, üzüm, incir getirirsin, eğilirsin, başın önünde öylece durursun. Rabbi’lerin yakarışları tavanda yankılanır. Sen de yavaş yavaş geri çekilirsin. Ne kesilen adaklardan bir et parçası sana düşer, ne de kral ile rabbilerin güzel kumaşlarından elbiseler, üstüne atılır. Halkın ağır ter kokusu mabede siner, nefes alamazsın. Zaten bu nedenle köylüler kutsal kutsalına alınmazlar.
Süleyman Mabedini hiç anlamam! Bu mabet neden Süleyman’ın, neden Kral’ın? Zaten her şey onların. Hem kuşdilini onlar konuşuyor, cinler, ifritler onların emrinde, hem de yüzlerce karısı var, hazinesi, depoları ağzına kadar dolu. Kral boş mabedi ne yapsın?
Hem Süleyman, hem Davut, hem kral hiç tapınmazdı ki, yalnızca bizler, köylüler tapınırız. Krallar neden tapınsın? Onlar ölümsüz, biz ölümlüyüz. Öbür dünyada dirilecek olan hesap kitap sorulacak olanlar bizleriz. Mabet bize lazım. Tarlalar çalışanın olduğu gibi, mabetlerde tapınanın olmalı, herhalde.
Aklıma geldi, ilk mabet yıkıldığında halk nerede tapındı? Rabbiler ve Kohenlere gelince; onlar dua ve yakarma için mi mabette yaşıyorlar? Her gün tanrı ile beraber olmaktan sıkılmazlar mı? “Hakikaten onlar ne yer, ne içerler?” “Aaa! Sakın bunlar bizim Ulu Yaratan’a getirdiğimiz, mabete koyduğumuz buğdayı, pirinci, elma, inciri yemesinler?” Yoksa bu mabet, bizim değil de, onların mı?
I.SES
Biz “ölümlüyüz”, ben ölümden korkarım. Karımı, yeşil tarlaları, taze meyveleri, sebzeleri, hayvanlarımı kaybetmek istemem. Bu halim hoşuma gidiyor, memnunun. Hem kralım bana yaşama hakkı veriyor. Hem de Ulu Yaratan sağlığımı, kralım da yaşamımı bağışlıyor. Daha ne isteyeyim?
Korkuyorum diyorum, ama iyi bir kul olursam öldükten sonra dirildiğimde, beni güzel şeyler bekleyecek. Cennette yemyeşil çayırlar, taze meyveler, karımdan güzel kadınlar beni bekleyecek, hem böyle çok çalışmayacağım. Bu çalışmamın bedelini, orada geri alacağım. Sabırla beklemeliyim! Çalışmalıyım! Rabbinin söylediklerine uymalıyım! Kralın emirlerini eksiksiz yerine getirmeliyim! Mutlaka öleceğime göre, ben mutlaka cennete gitmeliyim.
II.SES
Ne korkması yahu? Ne cenneti? Ne cehennemi? Ben ölümsüz olsam, ölmesem, karımda, tarlamda, hayvanlarım da benimle ölümsüz olsalar, korkar mıyım hiç? Ölümsüz olsam başka tarlalar isterim, hayvanlarımın sayısı artsın isterim. Kral beni ilgilendirmez, Muhafızlar nerede? Rabbiler kim? Benim gibi bir insan. Mabet nedir? Taştan bir bina.
Yoksa, karım ölümlü olsa daha mı iyi olur? O da mı benimle cennete gelecek? Hayır, yok canım, ben Firavun gibi ölümsüz olayım, karım ölümlü olsun. Bir şeyler uydursalar da kadınlar biz istersek, cennete gidebilseler. Ben gidersem o gelmese, o giderse ben burada kalsam.
Cehennem de olmasa. Oh! Rabbilerde olmaz! Cezalandıran ve günahları kaydeden de olmaz. Günah diye bir şey olmaz, ben de hiç bir şeyden korkmam. Kralın muhafızları da olmaz. Mabede artık kim gider? Kraldan da korkmam. Mabede de gitmem. Neden beni başkaları krallar, rabbiler yönetsin? Neden 30 kile buğdayımı 20 kile dediğimde 4 kilesi elimden alınsın? Tohumluğa 6 kile ayır, saklamazsan 6 kileyi krala ver. Benim cılız çocuklarıma, dul komşuma ne kalacak? Ben tarlada çalışayım, buğdayları getireyim, onlar kumaşla altınla değiştirsin, kral altın tahtta, rabbiler ve kohenler mabette otursunlar, olacak iş mi?
I.SES
Yok, yok! Ben ölümden ve sonrasından korkarım. Her denileni yaparım. “Gel” derler giderim. “Öl” derler, ölürüm. Karımın kanlı ayaklarıyla, mabedin yollarına düşerim. Ben kralımı ve mabedimi çok severim.
II.SES
Yoksa başka bir şeyden mi korkuyordum? Bizim köye gelen genç Rabbi, bu kış ölen ihtiyar Mikail’in oğlu değil mi idi? Onun çocukluğunu bile bilirim. Ama o babasının ölümüne bile gelemedi. Ondan, ben neden korkayım? Yoksa Kral’dan mı korkuyordum? Olamaz! Çünkü onu hiç görmemiştim. Eeee, o halde biz neden korkuyorduk? Geçmişte bu mabedi bizler yapmamış mı idik? Günlerce harç karmış, taş kesmiştik. Hem mabedi biz neden yapmıştık? Yahu! Bu mabedi biz yapmıştık. Gerçekten Süleyman Mabedinden önceki mabetler şimdi nerede? Tanrı, Mabet yokken nerede idi? Mabedi kim yaptırmış, onu sonra kimler yıkmıştı? Benim yaptığım taşın neresi kutsal?
İlk Süleyman Mabedi doğmalarla yapılmıştı. Bilinmez, kabul edilmiş, anlaşılmaz hikayeler kabullenilerek bu mabet inşa edilmişti; yıkılır tabi ki. İnsan aklı, inançlarından kurtulduğunda, insan imanına son verdiğinde, özgür olduğunda, özgürlük köprüsünden geçtiğinde, yeni mabetler çok görkemli olacak. Artık onun kutsal mabedi gönlünde olacak.
Doğmalarla inşa edilen tüm mabetler, sonraki doğmalarla mutlaka yıkılır. Özgürlük ve akıl yeni mabetler yükseltir. Ancak özgür düşünceye sahip olamayanlar, kendilerine verilen özgürlük kadar düşüncelerinde özgür olabilirler. Bu özgürlükleri de onlara verilenler ile sınırlıdır. Daima çizgileri ve sınırları belirlenmiştir. Eylemleri de, düşünceleri de buna bağlıdır. Bu kurallar ve belirlenenler kadar düşüncelerinde özgürdürler. Mabetleri de o kadar olur, küçücüktür.
Oysa özgür düşünce farklıdır. Özgür düşünce de düşüncenin, söylemenin, eylemin sınırı yoktur. Kendini bilen, kendini ve düşüncesini dilediği gibi özgür kılar. Ben böyle bir mabet istiyorum.
Öğretilen düşünceler için de düşüncelerim kadar özgür olmak istemiyorum.
Bu küçük mabetlerde konulan kurallarla, yasaklar ve sınırlamalarla özgür olamam.
Bu küçük mabetler bana bir şeyi ifade etmiyor. Böyle özgür olmak istemiyorum, bu mabette olmak istemiyorum.
Ulu Yaratan gibi, mabedin olmadığı ilk günler gibi, özgür olmak istiyorum.
Mabete gitmeyeceğim! “Kendi mabedinin derinlerine in” diyorlar. Kendi mabedim ne demek? Taş Mabetlerde, yalvarıp, yakaran Kohenlerin bana ne faydası var? Mabet olmazsa, ben kendim Ulu Yaratana yakaramaz mıyım? Benim sesimi Ulu Yaratan duymaz mı? Kabul etmez mi?
Hem; ben okumayı bilmem dediğimde, Kohenler, Leviler, Rabbiler “biz biliriz” diyorlardı da, onlar, kendi okuduklarını anlıyorlar mı idi? Onlar bence anladıklarını sanıyorlar veya anlattıkları gibi anlıyorlardı. Oysa Tora Tanrı’nın eseri, Tanrısal zekanın ürünü ise onu anlayabilmek, anlatabilmek mümkün mü idi? “Tora’yı anlamak almak isteyen en alçak gönüllü olandır” diyorlardı. Hem “Tora’nın kendine özgü dili çeşitli sebeplerden dolayı şifrelidir” diyorlar da ve onlar bu şifreyi nereden biliyordu? Onlar Tanrı’nın eserini anlamak, anlatmak, açıklamak bir yana, hayal bile edemezlerdi. Ama ben soru sorarak, sonsuz ve tanımsız zekanın ürününde kesin olmasa da cevaplar bulmaya çalışıyordum. Okuyamasam bile, okuyanlardan daha iyi anlayabiliyordum. Yaratıcıma yaklaşabiliyor, o da beni kabul ediyordu.
Aklıma ne geldi? Levhadaki On Emir’de (Mısır’dan çıkış 20,1-21) hiç bana “mabede git” denilmiyordu ki; ben neden mabede gideyim? On Emir’de; yalnızca;
- Yüzüm önünde başka ilahların olmayacak
- Put yapmayacaksın, hiçbir şeye secde etmeyeceksin, hizmet etmeyeceksin,
- Rabbin adını boş yere ağzına almayacaksın.
- Altı gün çalışacak, 7.gün (şabat günü) hiçbir iş yapmayacaksın.
- Babana ve anana saygı göster ki, rabbin sana verdiği ülkede günlerin uzun olsun.
- Öldürmeyeceksin.
- Zina işlemeyeceksin
- Hırsızlık etmeyeceksin
- Komşuna karşı yalan tanıklık yapmayacaksın,
- Komşunun evine göz dikmeyeceksin, deniliyordu.
Denilmekte ki, Davut’ta, Süleyman’da, kralda, ondan mabede gitmiyordu. Ben de gitmeyeceğim.
I.SES
Hiç mabetsiz olur mu? Mabet bırakılır mı? Mabet biter mi? Biri biter yıkılır, diğeri dikilir, çünkü insan, ancak mabette Tanrı ile birlikte olduğunu sanır. Süleyman, mabedini boşa mı yaptı? Keşke ben de hep mabette olsaydım. Ben zorda olduğumda ve korktuğumda, yani ihtiyaç duyduğumda zaten hep mabetteyim. Keşke özlediğimde de mabette olabilsem. Mabette huzur buluyorum. Mabet herkese gerekli, hem de herkese çok yakın olmalı. Bak! Süleyman’ın eski sarayı ile yıkılan mabet yan yana değil mi ? Yine yapılmamış mı?
II.SES
Evet, mabet insana yakın olmalı, hatta içinde olmalı. Oysa gideceğimiz mabet, yontulmuş taşlarla, doğuya bakan mihrap, yükselen duvarlar ve penceresiz depolardır. Duvarlara konulmuş şekiller ve heykellerin önünde bu Kohenler, bu Leviler neden eğiliyorlar, neden yerlere kapanıyorlar, başlarını önlerine eğiyorlar? Bizler de ahit sandığının önünde eğilmiyor muyuz? Farkında olmadan bizler buğday, incir, üzümle Mabet’dekilere, ruhbanlara hizmet etmiyor muyuz? Hani! On Emir’de denildiği gibi, ikinci emirde, Rab’ten başkasına hizmet etmeyecek, kimsenin önünde eğilmeyecektik?
Ben, benim özgür irademle, seçimimle ve korunmuş ruhumla mabette ne yapayım? Mabette ne işim var? Mabedin deposu kralın olsun, evimin kileri de bana …
Beni ve ruhumu özgür bırakın!
Ben mabedimi özgür vicdanımda inşa etmeliyim. Tarlalarda, dağlarda, deniz kenarında Tanrımla birlikte olmalıyım. O da benimle olmalı, ben onun mabedine değil, o benim mabedime gelmeli. Hem benim mabedimin inşası daha kolay; duvar, taş, kubbe, karanlık gerekmiyor. O hemen, kolayca üç sütun üstünde yükseliyor. Köyümde, evimde, odamda iken, benim Mabedim hemen, her an yükselebiliyor.
Çünkü, akıl ve hikmet benimdir ve benimledir. Kuvvet te benim yapabilirliğim ve gücümdür. Güzellikte benim aradığım, istediğim ve arzu ettiğimdir.
Hem benim özgür mabedim duvarsız, tavansız, kubbesiz daha görkemli ve daha yüksektir.
I.SES
Eyvah! Ben şimdi ne yapacağım? Korkuyorum.
Hem bana yaşam sonrasıyla ilgili kutsal yazılarda tek kelime olmadığı söyleniyor, hem de öbür dünyada ölü bedenler ayağa kalkacak deniliyor. Korkuyorum! Korkuyorum! Ben mabede gitmeliyim. Ben mabette olmalıyım. Af dilemeliyim.
II.SES
Ben, yıkılmış mabetler gibi taş, duvar, tavan ve kubbeler arasında olmayacağım.
Bu boş inanç ve doğmalar ve onunla yükselen mabetler; içinde yaşayanların olsun! Korkanların ve ihtiyacı olanların olsun!
Yalnızca Ulu Yaratan, aklımda ve benimle olsun. Benim özgür mabedimde olsun.
NADİR ELİBOL
Ankara-07.11.2010
KAYNAKÇA
- “TORA” I.Kitap Bereşit (538 sf.) 2002 Eylül.
II.Kitap Şemot (633 sf.) 2007 Kasım.
III. Kitap Vayikra (903 sf.) 2010 Mayıs
IV.Kitap Bamidbar 823 sf. 2007 Mayıs
V.Kitap Devarim 1037 sf. 2009 Temmuz
Gözlem Gazetecilik Basın Yayın A.Ş. İstanbul
- “TALMUD Nedir?” Rabbi Aaron Parry Çeviri Estreya Seval Vali 2005 Kasım, Gözlem Gazetecilik Basın Yayın A.Ş. İstanbul 337 sf.
- Yahudilikte Kavram ve Değerler, Yusuf Altıntaş, Gözlem Gazetecilik Basın Yay. A.Ş. İstanbul 2001 Kasım 290 sf.
- Arkeo Atlas Dergi Özel Koleksiyon “Anadolu’nun Arkeoloji Atlası” 500 sf. İstanbul 2011/1 sayı.
- Kudüs’ün Kutsallığı, Dr. Halil Erol, Özyurt Matbaacılık San. Tic. Ltd.(154 sf.), 202 Ocak