Nazım Asker’de


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

Müfettişlik yeterlik sınavını yeni almışız, tecil edilen askerlik için başvurmuşuz. Nasıl oldu bilmiyorum Savaş ve Zeki benden bir dönem önce Balıkesir Personel ve Ordu Donatım Okulu’na gönderilmişler. Daha sonra Zeki Posof, Savaş Afşin askerlik şubelerine asteğmen olarak gitmişler. Onlar bana yaşadıkları rezaleti anlatıyorlar.

Vatan toprağı, bayrak falan iyide, ne yapıyorsunuz diye yazıp çizdiğimizde Zeki, gururla dolapları düzenlediğini, askerlere eğitim verdiğini söylüyor. Savaş badana yaptırdım, bahçe duvarını tamir ettirdim, arşivi düzenledim falan diyor. Ancak bir kez bile Elbistan’a gidememiş, diğeri Erzurum hakkında anlatılan hikaye ve hayallerden söz ediyor. Anladım ki durum vahim. Bunlar Müfettişlik ceketinin de çok yakıştığı arkadaşlar, kendi kendime askerliği düşündükçe “eyvah” dedim. Hem onlar bekar, ben evliyim.

Neyse, zamanı geldi ben de yedek subay öğrenci olarak askere gittim. Askere giderken henüz yirmi günlük bir kızım var, Cankız. Okulda mektuplar hep onunla ilgili. Müfettiş olmuşuz, dünyaya hakim ve tek hükmeden gibiyim, ama askeriyede bir düdükle yatıyor, bir düdükle kalkıyorum. Burada ben değil, başkaları bize düdük çalıyor. Düşünsenize dün General iken, bugün rütbelerim sökülmüş, er kıyafetiyle yerlerde sürünüyorum. Kızımdan uzak kalmışım, birkaç gün içinde karar verdim, onu karıma ve büyüklere havale ettim ve kafamda askerliği bitirdim. Müfettiş değilim, er bile değilim, ne derlerse yapacağım. Mülkiyeli, müfettiş, eşimden kızımdan ayrı askerlik biter mi?

İcraata başladım. Düdükle yaşayacak, ders çalışacak, özel kura ile Ankara’ya gidecektim. Geceleri yat emrinden sonra

113

tuvalet diye kalkıyorum, o günkü ders notlarını çalışıyorum. Mülkiyenin yaz sınavları, “üssü mizan” denilen, derslerin 10 üzerinden 7 ortalamasını tutturmak gibi işlerden sonra, her gün 10- 15 sayfa nedir ki, adım ineğe çıktı, fakat birkaç gece sonra birkaç da rakibim çıktı. Tuvalette ders çalışma yarışı hızlandı, bir ikisi birkaç günde vazgeçiyor, ama ertesi günü yeni rakipler türüyordu. Tuvalette hızlı bir sirkülasyon var, ama ben demirbaşım. Sınavlar oldu, ben derslerde okul birincisiyim. Peki “pentatlon” denilen koşu, atlama, İtalyan çukurundan çıkma, tırmanma halatı ne olacak? Beni aldı bir dert, 90-95 kiloyum. Kalabalığa karıştım, Okul derecem 4 üncülüğe düştü ama kura çekme hakkını elde ettim. Ankara’da evime 1.5 km yakında Milli Savunma Bakanlığı’na asteğmen olarak geldim.

Milli Savunma Bakanlığı Dış Tedarik Dairesi’nde Proje Subayı oldum. Hiç görmediğim rütbede subaylarla çalışıyorum. Kışlada sabah eğitiminde yüzbaşıyı, uzaktan 3-4 dakika görürken, şimdi 12 Eylül’ün ünlü İsmail Hakkı Akansel’ine (Korgeneral) brifing veriyorum. Müfettişlik ön planda olunca komisyonlara Başkanlık ediyorum, çok keyifliyim, her şey istediğim gibi.

Nazım benim rahatlığımı duyunca, benzer bir durumda olduğunu ve kolay bir askerlik yaptığını bana anlatmak için, bir mektupyazıyor. Odabanapiyadeokulunuanlatıyor.Yoknöbette arazi olmuşlar, yok Süreyya Plajı’na gitmişler, şarap içmişler falan. Benim şubemde çalışan bir sivil memur (Atila) ile yan yana imişler, askerlik palavra imiş, Atila iyi çocukmuş, hafta sonu İstanbul’da izinde imiş anlatıyor da, anlatıyor. Nazım tüm hırçınlığına, insafsızlığına rağmen Müfettişlik ceketini çıkardığında çok iyi kalpli, çok insancıldır, saf Anadolu çocuğudur, çaktırmadan onu daha farklı severim. Ona bir muziplik yapayım dedim.

Mektubu aldım. “Dün akşam Atila ile nöbette idik, ulan senin

114

bu Atila ne ilginç oğlan, yüzbaşıyı kafaya alıyor, dalgasını geçiyor, yapma etme diyorum. Oğlum biz çok albaylar gördük, ben 4 senedir Milli Savunma’dayım. Bana vız gelir” diyen mektubun paragrafını kestim. Ona bir mektup da ben yazdım, dere tepe bir şeyler karaladıktan sonra onun el yazısı olan kestiğim bu paragrafı mektuba yapıştırdım ve altına ekledim; “Nazım değerli kardeşim, bizi anamız bu vatan için doğurdu, biz fakir fukaranın ekmeğini yiyerek, askerlik görevi yapıyoruz. Bu sana hiç yakışmıyor” diyerek altına ilave yaptım.

Sonra onun mektubunun “Nöbetten kaçtık, Atila ile Süreyya Plajı’na gittik, ulan hergele herkesi tanıyor, iki saat şarabımızı içtik, yedik” diyen kısmı kestim, benim mektubuma ekledim, yapıştırdım. Altına da “Utanmıyor musun? Vatan senden nöbet bekliyor. Sen nöbetten kaçıyorsun, senin gibi arkadaşım olacağına hiç olmasın daha iyi” gibi bir cümle ekledim.

Sonra “Nadir, Yüzbaşının bir boktan haberi yok, inan her akşam dışarıdayız. Atila sayesinde askerliğim şahane geçiyor, görürsen Savaş’a, Zeki’ye de anlat” diyen bölümü kestim ve mektubuma yapıştırdım. Altına da “Yazıklar olsun! Vatan görevini yapmamak için gösterdiğin bu yakışıksız olayları hiç tasvip etmiyorum. Devlet bizi Müfettiş yaptı, sen Mülkiye’yi bunlar yapmak için mi bitirdin? Vatan senden hizmet bekliyor, sen yüzbaşın ile, askerlikle dalga geçiyorsun, yazıklar olsun, benim bugünden itibaren senin gibi bir arkadaşım yok” gibi bir cümleyi kondurdum.

Nazım’ın el yazısından cümleler, altında benim el yazım, şahane bir mektup oluşturdum. Atila muzip, Hacettepeli eski Ankaralı, çakal bir oğlan, mektubu postaya verdim. Aradan haftalar geçti. Nazım’dan mektup yok, kendi kendime “ulan bu beni arardı, neden aramıyor? Yine mi küstü?” gibi sorular aklıma gelmeye başladı. Sonra unuttuk gitti.

115

Aylar sonra ben, sanırım Savaş ve birkaç arkadaş Mülkiyeliler Birliği’nde toplandık. Bir hafta sonu idi, masaya Nazım birisi ile geldi. Bana hiç yüz vermiyor, ben her zaman ki gibi hemen daldım. Beni ittirerek “senin gibi arkadaş olmaz olsun. Ulan zorla geldim. Seninle konuşan şerefsizdir” gibi cümleler. Halbuki hepimiz askerlik sonrasında bir arada olmayı amaçlamışız. Nazım masada uzun süre bana çapraz dönerek konuşmamayı tercih etti. Saatler geçti, rakı bardakları boşaldıkça, sandalyede doğru oturmaya, yüzünü masaya dönmeye ve gülümsemeye başladı. Zaten bu huyundan dolayı onu herkesten çok severim.

Dayanamadı sazı aldı. “Ulan biliyor musunuz? Bu bana ne yaptı?” diye başladı. Masadakiler konuşmayı kesti. Ben, eski muzipliklerimi aklımdan geçiriyorum. İzmir’de birlikte teftişte yaptıklarım aklıma geliyor. “Ulan, bana bir mektup yazmış, kesmiş, yapıştırmış, altına da vatan, millet döktürmüş, benim el yazım ile süslü bu mektup da yüzbaşının eline geçmiş” herkes hep bir ağızdan “ne yazmıştı?” gibi sorunca, başladı kendi yazdığını anlatmaya, ekledi benim yazdığımı, kendi yazdığını, benim yazdığımı derken, hem ben, hem masa işi anlamaya başladık. Birlik komutanları gelen mektupları okutur ya, yüzbaşı mektubu görünce Atila ile Nazım’ı önüne çağırmış, tabiî ki bu garibanlar mektuptan habersiz.

“Asker, geçen hafta 23:00-01:00 nöbetinde nerede idin?” diye sorunca bunlar “nizamiye’de C kapısında komutanım” diye cevap vermişler, “Ulan şarabı nereden buldunuz?” dediğinde “anlamadım komutanım” diye cevap vermişler. “Ulan sen bir de müfettiş olacaksın, hadi bu it, sen ona niye uyuyorsun, utanmıyor musun?” dediğinde “kem küm ben gümrük müfettişiyim komutanım” cevabını verince “Biliyorum hayvan herif, buna neden uyuyorsun?” diyince Nazım Allah Allah, bu adam bunları nasıl bilebilir diye düşünürken, “Ulan Süreyya Plajı’nda ne bok işiniz var? İyi ki

116

Ankara’da dürüst, namuslu arkadaşların var ki, onun sayesinde haberdar oldum. Onları niye kendine örnek almıyorsun da, bu aptala uyuyorsun” dediğinde işi fark etmiş. “Allah Allah bu cümleler benim, anlatan da Nadir” demeye kalmadan, “al lan bu mektubu oku” Nazım mektubu okuyor ben “utanmıyor musun?” diye cümleyi bitiriyorum.

Komutan J3 subayı mı bilmem, hemen odaya çağrılıyor, küçük bir mahkeme, yüzbaşı 15 gün hapis ve hafta sonu çıkma yasağını Atila’ya yapıştırıyor, ardından da Nazım’a “sana daha fazla vermem lazım, ama Ankara’da iyi dost ve arkadaşların olduğu için, burada bu ite uydun diye düşündüm, sana ağır ceza vermeyeceğim. Bir daha bu ülkenin subayı, görev ve vatan için kötü sözler söyleme, hadi çıkın, sana da 15 gün hafta sonu çıkmama cezası” demiş. Atila hafta sonlarını hapiste, Nazım da birlik kantininde geçirmiş.

Ne olacak, çıkmasın diye düşünürken ve benim muzipliğim, şakam konuşulurken Nazım olayın anlaşılmadığını fark etti. “Arkadaşlar siz 15 günü anlamadınız, zaten hafta sonları iki gün izin veriliyor, demek ki 8 hafta sonu dışarı çıkılmıyor anlamadınız mı? Ben iki ay bunun yüzünden dışarı çıkamadım” diyince, biz kahkahalarla masaya yattık. Zaten mektup geldi, gitti derken bir ay geçmişti son ayda da kura, ders, tayin derken uçup gidince Nazım bütün askerlik eğitimini hafta sonu cezasıyla tamamlamış oldu.

Yine bir gün babamlarda Nazımla yemekteyiz. Anneme döndü “Teyze bu çocuk sizin mi?”diye sordu. “Teyze’ciğim, İlhan Amca, bu adam bana askerde böyle böyle yaptı, nasıl olmuş sizin gibi eğitimli, terbiyeli insanlardan böyle bir çocuk olmuş anlamıyorum” diyecek kadar bu olaya içerlemişti.

Bu kadar eziyetime rağmen, bir kardeş gibi (gerçekten kardeşim) Nazım Bilican’ın daima affediciliğini hatırda tutarım. Özürlerimle.

117

Comments are closed.