Müfettişliğe Veda


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

1983 yılında, Turgut Özal zamanında ülkede döviz yok, ödemeler dengesi bozuk, ülke borç batağında, kurtuluşun nasıl olacağına aklımız ermiyor, ama yapılanların yasal olmadığını kesin olarak biliyoruz. Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu öyle sert ki, döviz ne alınıyor, ne satılıyor, bulundurmak bile suç, ancak karaborsada her türlü döviz mevcut, tasarruflar da gizliden dövizle yapılıyor.

Geçtiğimiz yıllarda, batık kooperatif işleri bitmiş, Merkez Bankası döviz mevduat hesaplarından (tıpkı eski tasarruf bonosu gibi), Almancıları dolandırmış, ardından Bankerler çıkmış, 12 Eylül öncesinde küçük tasarruflar, büyük ve toplu olarak el değiştirmiş, halkın elindeki üç beş kuruş sermayedarın eline geçmiş, ama ülke ekonomisi hala düzelmemişti.

Davos’ta Turgut Özal’ın bazı insanlarla görüşerek, yurtdışındaki kayıt dışı dövizi ülkeye getirmek, ekonomiye sokmak istediği yazılıyordu. İhracatçıya resmi kurun üzerinde farklı bir kur uygulayınca döviz hızla yurda akmaya başlamıştı. Berber Yaşar, Turan Çevik, Ertan Sert… dövizle oynuyor. İhracatı bilmeyen, sanayicinin ihracatını düzenliyor, dövizi onlar adına kambiyo dosyalarıyla ülkeye getiriyorlar. İhracat için mal lazım, döviz olmayınca ithalat yok, ithal girdisi olmayınca sanayi ürünü yok, bir yerden bu işler başlamalı, mal olmadan ihracat olmalı dediler. Hemen akla Yahya Demirel geldi, zamanında Süleyman Demirel’in yeğeni mobilya yerine sunta göndermişti, şimdi de gömlek yerine bez parçaları veya kutu ile ambalaj gidebilirdi.

206

İhracatlar başladı. Bu işlere bir banka lazımdı, o zamanlar Başak Grubu diye çok ünlü bir ihracatçı grup var, arkalarında da “ANAP” bank vardı. Marmaris’ten ihracat yapılmıştı, gemi limana birkaç gün bağlı kalmış ve mal olmadığı halde sözde yüzlerce kamyon ve yüzlerce kayık veya motor ile eşya gemiye taşınmıştı. Bu ilk olayı münferit olarak birkaç müfettiş, kontrolör, denetmen soruşturmuştu. Bu ekip işi Bodrum ve Marmaris’te öğrenince, ihracat Güllük, Ayvalık derken İstanbul’a gelmiş, giriş gümrüğü Haydarpaşa, Erenköy derken, tüm İstanbul’da ihracat sayısı binlerce beyannameyi geçmiş ve soruşturma bana verilmişti. Binlerce beyanname, arkada aynı adamlar, korkunç büyüklükte döviz girişi, farklı kurlar, vergi iadeleri ile Tahtakale’de tüm bankaların Eminönü, Bahçekapı, Sirkeci şubeleri bu transferlerin ustası olmuştu.

Ne genç iken; ne de sonra müfettişliği hiç bırakmadım.
Soldan sağa; Öner, Umman, Cevat, Bahri, Erol, Erdener, Nurzat, Oğuz, Zeki, Kemal, Mustafa, Ercan, ben ve…

207

Başak Şirketler Grubu’nun 1982-83 yıllarında İstanbul’da başlayan ihracat macerası soruşturma olarak bana verilmişti. Malatyalı Turan Çevik ve Ertan Sert lokomotifin başındalar, firma pek tanınmış değil ama makinistler çok namlı, biri o zamanların magazin kraliçesi Nazan Şoray’la beraber, Malatyaspor Başkanlığı, gece alemleri, siyasilerle fotoğraflar her gün gazetelerde boy boy görüntüdeler.

Bu firmanın Marmaris işine bir müfettiş, İzmir ihracatına da diğeri bakıyor. Ben Anadolu Bank’tan bu grubun döviz girişlerini ve İstanbul ihracatlarını takip ediyorum.

Ofiste kocaman bir ambalaj kağıdından duvara tablo yaptım. İstanbul tüm gümrüklerinin beyannamelerini, mal cinsini, yurt dışı teyitlerinin yazılarını, döviz tutarını, bankaları işledim. Duvarların kenarlarına da beyannameleri yığdım. Odada kayboldum. Elimde başka soruşturmalar da var, ama bu çukura gömüldüm. Başkanlık da işin büyüklüğünü anladı, bu işe yoğunlaşmamı sağladılar.

Rahmetli Uğur Mumcu ile Sabancı soruşturması sırasında tanışmıştık. Takdiri bana düşmez. Yiğit, dürüst bir insandı. Hiç kimsenin yazmadığını, söylemediğini söylerdi, yürekliydi. Bilal Çetin veya Çetin Yetkin isimli bir gazeteci ile tanışmama vesile olmuştu. Onlar da hayali ihracatı, Turgut Özal’ın Berber Yaşar ve arkadaşlarıyla çarşı vasıtasıyla yurda döviz getirilişini, ekonomiye pompalanışını izliyorlardı. Ara sıra buluşup, bu para trafiğinin kanalının hayali ihracat olduğunu, bu ihracatların siyasi bağlantı ve destek olmadan yapılamayacağını konuşuyorduk.

İstanbul’da Mecidiyeköy’de cadde üzerinde bir büroya gittim. Yanımda hatırlayamadığım bir arkadaşım var. Konu yine hayali ihracata geldi. Arkadaşım da hava olsun veya kendine

208

bir paye olsun diye, “Nadir bu soruşturmayı yürütüyor” dedi. Bürodaki şahıslar, Turan Çevik’in ikinci, üçüncü adam olduğunu, Ertan Sert’in bu senaryoyu çarşıya uyarladığını, çarşıda bir Anteplinin bu işi düzenlediğini, Devlet Bakanı Ahmet Karaevli’nin, Anavatan Partisi adına bu organizasyonu izlediğini, sorumlu olduğunu, işin içinde bakanlar, müsteşarlar olduğunu, Turgut Özal’ın bu işin detayını değil ama yurtdışındaki kayıt dışı dövizlerin ülkeye getirilmesini planladığını anlattılar, konuştuk, dağıldık “biz size belge, bilgi veririz” dediler, gülüştük.

Ben de bu yeni bilgileri Ankara’da gazeteci dostlarımla paylaştım. Taşlar yerine oturuyordu. 25 cent’e muhtaç olan ülke, 12 Eylül 1980 öncesinde sağ sol diye darmadağın edilirken, önce kooperatifler, sonra banker olaylarıyla orta direğin elinden paralar toplanmış, bunlar kötüye giden ekonomi ile yurt dışına çıkarılmıştı. Şimdi de Davos’ta varılan mutabakatla ek bir primle bu paralar tekrar yurda getirilecekti. Döviz kuru ihracatçıya farklı uygulanacaktı, Maliye Bakanlığı bu ihracatlarda faturaların üstüne gitmeyecekti, KDV’ler de ihracatçıya derhal iade edilecekti. Bu ne demek idi? İhracat bedeline bazen %23, bazen %25 kadar açıktan prim veriliyordu.

Hızla ihracat başlatılmıştı. Ne yapılsa faydası yoktu. Paranın yanında yapılan ihracat, devede kulak idi. Ertan Sert’in başlattığı mal bedelinin arttırılması ile, yüksek fatura devri başlamıştı. Dün 10 dolara ihraç edilen gömleklerin kıymetine artık 20-25.$ yazılmaya başlandı. Sonra bu artış 120-125.$’a kadar yükseldi. Gümrükler “ne oluyor?” demeye kalmadan, “sussun” diye gümrükçüleri paraya boğuldular. Direnen ve böyle fiyat olmaz, yurt dışındaki ithalatlarınızı soracağım diyen birkaç düzgün adamla olaylar müfettişlere intikal etti. Ben de Başak grubunun

209

fahiş faturalarının peşine düştüm. Olaylar öyle gelişiyordu ki, artık gümrüğe ihraç malı bile gelmiyor, TIR’lar, kamyonlar, gemiler gelmiş gibi ihracatlar yapılıyordu. İş şirazesinden çıkmıştı.

Odam binlerce beyanname ile dolmuştu. Gümrüklere göre tasnif edilmiş koli ve balyaların üstünden atlıyarak, masama ulaşabiliyordum. Bazı beyannameler güneşten sararmaya başlamış, yanıma Bülent Taşoluk ve Bülent Özkan muavin olarak verilmişti. Delinin postta kıl saydığı gibi, biz de boşa sayıp diziyorduk. İğne ile kuyu kazıyorduk.

Günlük gazetelerde hayali ihracatlardan beraatler, takipsizlik kararları ile aklım başıma geldi. Ben ne yapıyordum. Bu adamların arkasında siyasiler olmalı ki, bunlar böyle cesur olmalı, gözü kara işler yapabilmeliydiler. Bu iş icazetle olamazdı, önceden örgütlü ve izinli olması gerekiyor ve bu iş siyasilerin bilgisi ve kontrolünde olmalı diye düşünmeye başladım.

Hatırlarsam adını yazacağım genç bir gazeteci vardı. Hayali işini soruşturuyor, Murat adlı bir doçent gazeteci ile çalışıyordu, o da bu Başak grubu işine gömülmüştü. Bana sık sık ziyarete geliyorlar, birlikte siyasilerle ilişkisini kurmaya çalışıyorduk. O zaman Devlet bakanı Ahmet Karaevli’den söz ediyorlar. İstanbul’da o zamanlar meşhur Ziya Restaurant’ta, Semra Özal, Ahmet Karaevli, Berber Yaşar, Ertan Sert’ler yemek yerken fotoğraflarını bulmuşlar, bana da bir tane verdiler. İsviçre’de para hesapları konuşuluyor, ben de not alıyorum. Credit Swisse Bank’ta bir hesap numarasının da Kaya Erdem’e ait olduğunu söylüyorlar, Kaya Erdem de o günlerde çok namlı ve güçlü, Maliye Bakanı. Bir süre sonra benim odama bilgi almak için o zamanın Sabah gazetesinden

210

Bülent Eşkinat adlı bir gazeteci ile gelip gitmeye başladılar. Tanıştırıldım, sohbet, kahve, çay derken bana da çok önemli bilgiler veriyorlardı. Bir gün bir gazetede geriye taranmış saçlarıyla Kaya Erdem’in silueti ve yanında bir hesap numarası “Bu bürokrat kim?” Bu kimin hesap numarası?” başlıklı bir manşet yer aldı. Birkaç gün sonra Kaya Erdem istifa etti.

Karar verdim, İzmir BUCA Cezaevi’nde tutuklu olan Ertan Sert’in ifadesini alacağım, İzmir’e geldim. İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan müsaade istedim. İki Bülent, ben iki gün sonra Buca Cezaevine geldik. Komutanlıkta “Biz gerekli müsaadeleri alır, mahkumu ifade için size hazırlarız” demişlerdi. Ben de bu adam konuşur ama belki ifadeyi imzalamaz düşüncesiyle küçük bir teyp aldım, küçük kasetler hazırladım.

Cezaevi Müdürü’nün odasına yakın bir odaya bizi aldılar, ben çekmeceyi aralık bıraktım, teybi açtım. Bülentler sağa sola oturdular. Ertan Sert’e teybe yakın bir koltuk bıraktık. Bir gardiyanla geldi. Gardiyan kapı kenarına oturdu, Ertan Sert yanıma yerleşti.

Ben başladım, hayaliden sözetmeye “benim ilgim yok” “benim bilgim yok” “hiç duymadım” gibi cevaplar veriyor. Sıkıldım, “Bak arkadaş! Sen burada yatarken diğerleri paraları karıların üzerinde yiyorlar” dedim. Çünkü Turan Çevik onun partneri idi ve yurtdışına kaçmıştı. Gazetelerde Nazan Şoray’la resimleri çıkıyordu. Kızardı, morardı.

“Ziya Restaurant’takiler şimdi nerede? Paralarını mı sayıyorlar?” falan diyorum, tahriklere dayanamadı, siyasi isimleri ekleyince anlatmaya başladı. “Şöyle idi, bununla beraberdik” falan, tık diye bir ses, odada bir anlık suskunluk

211

oldu. Kaset dolmuş ve atmıştı. Tam daktiloda bir şeyler yazmaya başlamıştık ki, “Sen ne şerefsiz adamsın, benim konuşmamı kaydediyordun” demesin mi? “İmzalamayacağım, konuşmayacağım” dedi. Gardiyanla odadan çıktılar. Bülentlerle birbirimize baktık, çocuklar hiç ses çıkarmıyor. Toparlandık, keyfimiz kaçtı. Tam dökülecekti, çabamız, hazırlığımız yarım kalmıştı.

Ankara’ya döndük, başladık raporu yazmaya. Bir gün sekreter hanım adı Kıvanç olan bir adamın geldiğini, görüşmek istediğini söyledi. “Gelsin” dedim. Kartında Adliye Muhabirleri Derneği Başkanı falan yazıyordu, ama ben göstermeye getirdiği belgeden, istihbaratçı olduğunu hemen anlamıştım.

“Nadir bey, Buca’da neler konuştunuz?” diye sorduğunda, ben “konuşamadık” dedim. “Lütfen saklamayın, bakın sizi Cumhurbaşkanımıza şikayet etmiş, alın şu mektubu okuyun” dedi. Mektubu zarfından çıkardım, zarfın üzerinde Cumhurbaşkanlığı özel kalemin kaşesi, imza, tarih, el yazısı var. Kağıda dokunmadan masaya koydum, okumaya başladım, beni şikayet ediyor, küfrediyor, hiçbir şey söylemediğini, konuş- madığını söylüyordu. “Mektubun fotokopisini almak ister misin?” dediğinde daha da şaşırdım. Fotokopisini aldım ve raporuma ekledim.

Aradan bir süre geçince, Sabah, Hürriyet, Tercüman ve Milliyet gazetelerinde mektubun fotokopisi çıktı. Biz de hızla raporu Savcılığa vermiştik. Herkes basına mektubu benim verdiğimi düşündü. Devlet bakanı Ahmet Karaevli’de istifa etmişti. Hep benden bilindi, Cumhurbaşkanı seçimleri sırasında muhalafet CHP’de bu mektubu ve raporu kullanmıştı. Turgut Özal bütün bu siyasi gelişmelere rağmen Cumhurbaşkanı seçilmişti.

212

Basın’da günlerce yer alıyorum, onurluyum, çok heyecanlıyım…

213

Basın’da günlerce yer alıyorum, onurluyum, çok heyecanlıyım…

214

215

216

217

Bir gün 1990 yılı Nisan’ın ortaları idi. Bakan Ekrem Pakdemirli beni çağırdı, Teftiş Kurulu Başkanı Kemal Civelek idi. İçeriye girdiğimde oturuyorlardı. Bakanın masasında Teftiş Kurulu sekreterinin kullandığı benim telefon fihristim duruyordu. Ben ayaktayım, otur bile demiyor, hava gergin, elektrikli. Civelek’in yüzünde ütülü ve alaycı bir tebessüm var. Bu suratı hiç unutmadım, bu yaşıma kadar böyle aşağılık bir surata rastlamadım. “Müfettiş bey, siz müfettiş misiniz, gazeteci misiniz?” “Anlamadım, Efendim!” “Ne anlaması, fihristte Uğur Mumcu, Emin Çölaşan, Bilal, Bülent Eşkinat, Kıvanç ve Murat kim bunlar? Ne işin var bu adamlarla?” Cevap vermek zor gibi, sorunun cevabı içinde aslında. “Efendim, siz daha iyi bilirsiniz, bir kaçakçının ismine veya bir orospunun adresine ve telefonuna rastladınız mı?” deyiverdim. “Defol” ile konuşmamız bitti, beni odadan çıkardılar.

Dışarı çıkarken, Kemal Civelek’e selam verdim, tebessüm ettim, içimden de “Nadir müfettişliğe veda ediyorsun” dedim.

Pakdemirli Bakanlıktan ayrılmıştı, yerine rahmetli Adnan Kahveci bakıyordu. Her gün gazetelerdeydim. Hakkımda soruşturma açılmış. “Basına bilgi vermek” suçlamasıyla Yusuf Ziya Şahin ve Tuğrul Artan bana soruyorlardı. “Basına bilgi verdin mi?” gülümsüyorum. Onlar da benim ne yaptığımı biliyorlar, olayları kayıt dışı anlattım, “basına ben bilgi vermedim, ben raporumu yazdım” dedim. Sonra öğreniyorum ki; Buca’da Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan ifade için izin almıştım ya, meğer istihbarat odaya özel bir düzenek koymuş, istifadan aylar sonra Kıvanç Beyde anlattı. Her şeyi her konuşmayı istihbarat biliyormuş, mektubu da onlar servis etmişler. Rahmetli Tuğrul’da, Yusuf Ziya’da bunu biliyorlardı.

218

İstanbul Başmüdürlüğü boştu, bu boş kadroya oturmak için Tuğrul beni suçlu buldu. Disiplin cezası aldım, istifa ettim, ceza için sonra Danıştay’a dava açacak ve kazanacak, heyete yazdığım “açık mektup” ile tüm genç müfettişlere örnek bir davranış gösterecektim.

Bu sıralarda, Şekip Karakaya adlı Mülkiye’den benden bir sınıf önce bir arkadaşım, Ankara’ya gelmişti, ben istifa edeceğim, param yok, evim yok, işim yok istifa edemiyorum. Bakanlığa 13.kattaki müfettişlik odasına ziyarete geldi. “Nadir, şahane adamsın, anlat be şu gazetedeki olayları, seninle gurur duyuyorum” dedi. Kahvesini içerken “Şekip istifa etmek istiyorum, ancak param yok, işim yok, evim yok, ne halt edeceğimi bilemiyorum” dedim. “Eşim Devlet Personel Dairesi’nde Daire Başkanı, maaşı iyi ama, lojmandan çıkınca ne yaparız? Ne ile geçiniriz” diye kara kara düşündüğümü söyledim. Şekip “Nadir, akşam size kahve içmeye gelebilir miyim? Benim Mülkiyeliler Birliği’nde birkaç arkadaşla görüşmem var” dedi. Cevabım” Tabii ki” idi. Sonradan öğreniyorum ki, sırf benim için gelmiş, birlikte çalışmak ve beni koruyup gözetmek için Ankara’ya gelmiş.

Akşam Şekip Tirebolu Sokak’taki lojmana geldi. Gecenin özü “Kardeş sahiden eviniz yok mu? Hanımefendi Nadir param yok diyor, istifa edemiyorum diyor, doğru mu?” diye eşime soruyor. Eşimin de “kendi bilir, isterse istifa eder, isterse etmez, ben hep yanındayım” cevabı idi. Şekip beni “Mülkiyeliler Birliğine kadar bırak” dedi, birlikte evden çıktık.

“Nadir, canım kardeşim, yaptığın her şeyin yanındayım, benimle çalış, ne alıyorsan, iki katını vereceğim. Ankara’daki

219

ofisin başına otur” sözleriyle hayatımın en dostane, en unutulmaz teklifini aldım. “Şekip, ben bilgisayardan anlamam arkadaş” falan diyorum. “Lütfen rahat ol, birlikteyiz” cevabı ile gece bitiyor.

Üç-beş gün sonra tekrar geldi, küçük bir paketi uzattı, açtım, kartvizitler “Nadir Elibol Sampaş Bilgisayar A.Ş.’nin Ankara Şb. Başkanı, Yönetim kurulu Üyesi” falan yazılı, gülümsüyorum. Rahatladım, en dostane bir teşekkürle çekmeceme koydum. Odama o gün Ali Cevat Akın geldi, onlar Şekip’le Mülkiye’den sınıf arkadaşı. Onlar okulda benden önce ama askerlik nedeniyle Müfettişlikte benden bir sene sonradır. Konuştuk, Şekip’i çok iyi tanır, kartı gösterdim, bir tane istedi, “Ben hala Müfettişim, heyette soruşturmam devam ediyor” dedim. Yine de bir kart verdim.

Müfettişliğe büyük bir heyecanla başlıyorum, büyük bir gururla ayrılıyorum.

220

221

Birkaç gün sonra rahmetli Adnan Kahveci basına bir açıklama yaptı “Müfettiş şeref ve haysiyetine yakışmaz biçimde bu müfettiş, ikinci işle uğraşmakta ve ticaret yapmaktadır” dedi ve gazetecilere Nadir Elibol kartını gösterdi. Böylece Ali Cevat’ın İzmir Başmüdürlüğü için bu kartı Bakan’a verdiğini anladım. Artık soruşturma nedeniyle istifa edeceğim, bunları yazıya bağladım, Başkan Kemal Civelek’e gönderdim. Ali Cevat sayesinde sanki Bakan haklı gibi oldu. 1 Mayıs 1990’da Teftiş Kurulu’ndan istifaen, aklım Müfettişlikte kalarak ayrıldım.

Bu heyetten en son ayrılacak Müfettiş ben idim. Adı geçen, geçmeyen bazı kişilere önceleri yaptıklarından dolayı çok kızdım, kırgın kaldım, ancak sonra gün geçtikçe gördüm ki, bana bu karakteri ve kişiliği veren de bu heyet idi. Ben heyete her şeyimi borçlu idim ve heyete kızamazdım, küsemezdim.

İstifa ettiğimde, yanımda pek çok kişi vardı, bu benim haklı olduğumu gösteriyordu. Danıştay’dan duruşmalı davamı da kazanmıştım. Bir “açık mektup” yazdım. Kızgınlığımı, sevgimi, saygımı, minnetimi dile getirdim. Heyetin koridorlarında olduğumda ben de gözlerim yaşararak, birkaç kez okudum. Heyet beni, yine bağrına basmıştı. Tüm siyasiler, tarih sahnesinden gittiler. Kimi ters yola girip öldü, kimi genç yaşında ölüme koştu, kimi de kartı Bakana vermesine rağmen bu basit hareketinin bedeli olarak yıllarca yine Müşavir olarak kaldı.

Hiçbir siyasi beni aramamıştı, çünkü benim onlarla bir ilişkim yoktu. Unutamadığım tek şey Şekip’in bana iş teklif etmesiydi. Ben de hep haklı mücadelede olanların yanında oldum ve yardım elimi uzattım, destek olmaya çalıştım.

222

Geçen 19 yılda her şey kalbimde ve kafamda zaman aşımına uğradı, unuttum, ayrıldığım günkü gibi hala Müfettiş arkadaşlarıma sarılabiliyorum. Ancak ben hala o günde kaldım, hiç müfettişlik ceketimi sırtımdan çıkaramadım, hiç kimse ve hiçbir servet çıkartamadı.

Ve de, gençlerle olduğumda hep genç müfettiş kaldım.
Soldan sağa; Hüseyin, Mehmet, Osman, ben, Hasan, Zeki, Kemal Akşar, Lütfü, Arslan ve muavinim rahmetli Cihat

223

Comments are closed.