Gümrük ve Tekel Bakanlığı müfettişi olarak yaklaşık 10 yıl çalışmışım, 1985 yaz teftiş dönemi bitmişti; uzlaşmaz ve iddiacı tavrımdan dolayı Teftiş Kurulu Başkan Yardımcılığı’na getirilmemiştim. Bu tavrım Mülkiye’deki yanlış(!) eğitim ve öğretimden; Devleti bir varlık, tek hakim, mutlak güç olarak görmekten kaynaklanmakta idi. Devlet için her şeyi yapıyorum, ama ileride o devletin insanlardan oluşan, bir yönetici grubu olduğu, o insanların da siyasi partilerle bu işi yaptığını öğrenecektim. O günlerde Devleti, Mustafa Kemal’in kurduğu Devlet olduğunu sanıp Devletin hükümete dönüştüğünü çok sonra anlayacaktım. Devlet, bize öğretilen eski devlet değilmiş, biz de olmayan devleti savunup, onu kutsallaştırıyormuşuz. Kanun ve mevzuatı sıkı sıkı tutuyormuşuz. İşte bu muhafazakar tavrım müfettişlik ve sonrasında bana hep sorun olacaktı.
Ancak, Teftiş Kurulu’nda pek görülmeyen bir uygulama ile ben de yardımcılık görevlerini yapanlar gibi bu görevi yapmadan yurtdışına geçici görevle gönderildim.
1985 yılı Ekim başlarında Ankara’dan Savaş Özdoğan ile ben, İstanbul’dan Zeki Tüyen ve Turan Yıldız İngiltere’ye görevlendirildik. Sedat Çetinbaş İsviçre’ye ve Nazım Bilican’da Belçika’ya gideceklerdi.
Tirebolu Sokak’ta gümrük lojmanında Savaş’la altlı üstlü oturuyoruz. Uçak, yerleşme, okul araştırıyoruz. Mülkiyeli ağabeyimiz Hayrettin Uzun, Londra’da Maliye Ataşesi. Daha önce gidenlere de danışıyoruz. Mustafa Özsönmez bana ilk günler için yer ayarladı. Mehmet Çapan adlı bir hemşehrisi (Londra’da yakın dostum olacak) beni karşılayacaktı. Savaş’a gelişmeleri aktarıyorum, pek oralı değil, sessiz ve sakin.
184
5-10 gün sonra gideceğiz. Maaş ve para işlerinin peşindeyiz. Savaş’lar akşam çay, kahve için bize indiler. Tabii ki, konu Londra, aileler, çocuklar, okul vs. Savaş, Londra’dan Brightone’a geçeceğini, Zeki ile karar verdiklerini, ayrı ev tutacağını, aynı okul bile olsa kimse ile görüşmeyeceğini, eşini ve oğlunu götürmeyeceğini söyledi. Onların yazın bir iki ay geleceklerini söyledi, sonra ekledi “ben bu arada İngilizce öğreneceğim, para biriktireceğim. Senin anlayacağın seninle de İngiltere’de görüşmek istemiyorum” dedi. Yurtdışı görev belli olduğunda, birlikte okullara gitme, çok uzak olmayan evler tutma, önce İngiltere sonra Avrupa gezileri hayallerimiz idi. Eski eşim ve ben şaşırdık kaldık. Gülay’da sessiz. Ben konuyu değiştirdim, gece sohbet falan derken bitti, tam kalkacakları sırada; “Savaş, ben de aynı görüşteyim, sen ne güne bilet aldın? Söyle ve ben de farklı günde Londra’ya gideyim. Anlayacağın Ankara’dan ayrılalım ve hiç görüşmeyelim, gerçekten hepimiz için iyi olur” dedim. Böyle ayrıldık.
Birkaç gün sonra Zeki Tüyen aradı. Mustafa Özsönmez aktarmış olmalı ki, birlikte gidelim önerisinde bulundu. Oysa o da Savaş’la birlikte gidiyordu. “Olur” dedim. Herkes biletini aldı. Elimde Teftişlerden kalma eski bir bavul, bir o zamanların modası “Bond Çanta” içinde sözlük, elçilik yazısı, oryantasyon notları, inceleyeceğimiz konu, yazışmalar, pasaport falan, bavulda bir iki sağlam ayakkabı, deri ceket, kazaklar, bir takım elbise, 2-3 takım iç çamaşır, ver elini Londra.
Zeki her zamanki gibi, daha önce Londra’yı bilir havalarda. İki bavulu, bir çantası var. Uçaktan indik, taşıyamıyor. Bavulunun birini ben aldım, benim bavulum çok hafif.
Zeki önde ben iki-üç adım arkasında göçmen ofisine yaklaştık. İngiliz Zeki’ye başka eşyan var mı? diye sorunca ben
185
bavulu uzattım. İngilize tuhaf geldi. Valizlerin ikisini de açtırdı. Zeki geçti. Sıra bana geldi. Adamın bakışları ve durumu tuhaflaştı, omuzlarını geriye attı, kafasını da arkaya salladı. Geriden geriden bana “bavulunu aç” dedi. Açtım, üç beş eşyayı alt üst etti. Sinirlendi, bir şeyler çıksın beklentisinde idi. Gümrük memurunu çağırdı. Bavula tekrar baktılar. Ani dönüşle elimde duran Bond çantaya saldırdı. “Aç bunu!” dedi. Açtım, çantaya elini attı, karıştırdı, yazıları sordu, Zeki beni ileriden seyrediyordu, merak ediyor olmalıydı. Kendi yırttı ya, biraz rahattı tabi. Gümrükçünün “çantayı boşalt!” demesiyle şaşırdım, tüm sözlük, kitap, yazıyı tezgahın üstüne çıkardım. Pasaportumu elime aldım. Adam çantayı yan yatırdı, ters çevirdi, ses için vurdu. İçinden kenarda köşede kalmış üç-beş kart vizitim döküldü. “Bunlar ne” dedi. Cevap vermedim, çünkü ne halt olduğu görülüyordu. “Bunlarda ne yazıyor?” dedi. Ben de adım ve mesleğim dedim. “Ne iş yapıyorsun?” dediğinde “Gümrük başmüfettişiyim” dedim. Gözleri açıldı. Elimdeki pasaportumu istedi. Türkçe ve İngilizce Gümrük Başmüfettişi yazıyordu, adam çıldırdı. Alkışlamaya başladı. Tüm arkadaşlarını topladı. Anlayabildiğim kadarı ile o kadar yolcunun içinden beni nasıl bulduğunu anlatıyor ve gülüşüyorlardı. Özürler diledi ve bana Londra’da ne kadar kalacağımı sordu, belgeleri gösterdim, 12 ay dedim. Küt damgayı vurdu. 12 ay Londra’da kalmamı sağladı. Çıktığımızda Zeki’ye detayı anlattığımda çok bozulmuştu, çünkü kendisine “üç ay süre” vermişlerdi, sonradan süreyi uzatması gerekecekti.
Bizi karşılayacak Mehmet Çapan’la sözleştiğimiz ve tarif ettiği yere gelince bekledik, pasaport polisine gitmemiz gerekiyordu, gitmedik çünkü Mehmet ben oraya geleceğim demişti.
Tam, bond çantalar elde beklerken sarışın bir görevli yanımıza geldi ve pasaportları istedi. Korkarak verdik. “Burada bekleyin” dedi, Mehmet gelir telaşıyla pasaportları bekledik. 5 dakika 10 oldu, 10 dakika 20 derken, gerginliğimiz arttı. Zeki, benimle geldiğine, benim
186
organizasyonuma bin pişman, şimdi ne yapacağız, kim bu görevli diye bana atıp tutarak soruları sıralarken, yakışıklı bir delikanlı, sarışın İngilizle çıktı geldi. Şahane İngilizce konuşuyor, “kimsiniz?” Nereden geldiniz?” falan derken, bu kez sinirlenmeye başladım ve “bittik artık” dedim. Gülüşme oldu. Gelen İngiliz kadının yanındaki Mehmet’miş, benim “bittik artık” değişime dayanamayıp gülmüş, kendini tanıttı. Bizi tanımadığı için bizi bir yerde işaret olsun diye dikmiş, sonra da görevli İngiliz bayan arkadaşından pasaportlarımızı aldırarak, isimlerimizi görünce, biraz da şaka ile işi süslemiş.
Arabası ile bizi Lewisham diye bir semte getirdi. “ağabeyler, henüz ev kiralayamadık. Beğenir veya beğenmezsiniz şimdilik bir “fish and chips” restorantının ikinci katında bir oda ayarladım. Günlüğü 7.5 pound” dedi. Ne diyelim? Sağolsun “çok iyi” dedik.
Restoran’ın kapısından girdiğimizde ağır yağ kokusu bırakın Zeki’yi, beni bile yıktı attı. Patron Hilmi adında bir Kıbrıslı. Güleryüzlü, sıcak bir adam. Garsonlar İngiliz, çoğu bayan, genç ve güzel. Komik oldu elde bavullar, müşterilerin arasından mutfağa geçtik. Mutfakta İngiliz, Kıbrıslı ve Türk işçiler çalışıyor. Selamlaştık, Hilmi bavulun birini, Mehmet birini almış yukarıya çıktık, iki oda var. Bir başka odada da iki Türk işçi kalıyor. Bizim kalacağımız oda yeni yapılmış, yeni çarşaf yastık alınmış, köşe lambası bile var. Koridorda tuvalet, banyo ortak, mutfak yok. Tabi restorantta ikinci bir mutfak olacak hali yok ya! İn aşağıda ye!
Zeki’nin suratı b.m.b.k nerden bu Nadir’e uydum, der gibi kendi kendini yiyor. Hep yaptığı gibi ceketinin önünü açarak elini beline koydu, “beğenmedim” dedi. İçimden “ne yapacaksın?” dedim, ama yüzüne gülümseyerek “ben de” cevabını verdim. Takım elbisemi dolaba koydum. O da 4 takım elbisesini dolaba yerleştirdi. O zamanlar bekar ve giyim, kuşama çok düşkün. Sanki İngiltere’de her gün gümrüğe gidecek, her akşam da resepsiyona. Benim tek
187
elbiseyi görünce dudaklarını büzdü. (Oysa elbiselerini bir kez bile giymeyecekti)
Mehmet ve Hilmi aşağıda bizi bekliyorlardı. Hemen üst baş değiştirdik, aşağıya indik. İlk “Fish and Chips” denememizi yaptık. “Elçiliğe birlikte gideriz” dedik. Korku dağları bekler, elimize birer “Central London” haritası verildi. “Bus pass” almamız gerektiği söylendi.. Saat 19-20 civarıydı, “hadi yatın” dediler. Olacak şey mi? Zeki yukarı çıktı, ben dışarı, sokak başına gidiş, vitrinlere göz atma, sokak sonuna iniş, soldan giden bize göre ters trafik, karşıya geçerken beş kere bakma ve yaya geçidine (zebra croos) ayağını attığında duran trafik. İlk gün için yeterli. Görgüsüzce hemen bir meyve suyu içtim. “Mars” adlı hala çok sevdiğim karamelli çikolata ile acele tanıştım. Personel paspas yapıyor, kapı kapalı, zili çaldım. Restoranttan odaya herkesi selamlayarak çıktım. İşte Londra’da ilk gün.
Sabah erkenden Zeki ile çıkıyoruz. Trafiğin soldan oluşuna Zeki sanki alışkın olmalı ki; Londra merkezinin hangi yönde olduğunu tartıştığımızda otobüsün geliş yönüne göre bir yönü gösterdi, ben itiraz ettim. Oysa birkaç dakika sonra fark ettik ki, merkez veya şehrin dış mahallelerinin soldan trafikle hiçbir alakası yoktu, bizdeki sağdan işleyen trafik ile yön arasında bir ilişki olmadığı gibi.
Birkaç gün sonra , Zeki Brightone’a gitti, yalnız kaldım. Ev ve okul aramaya başladım. Bu oda çok iyi, şehrin, çarşının tam ortası ama geceleri pek güvenilir değil. Kıbrıslı Şaban ve karısı Pat’in, üst katlarını kiraladım. Bir oda, bir mutfak, banyo ortak, haftalık 50 pound. Pat ilk gece beni yemeğe aldı. Ben de İngiliz viski sever diye “Black and White” aldım. Yemeğe oturduk. Fırında kuzu eti, yanında patatesler, salata var. Yemekte viski önerdiler, hiç yemekle viski içmemişim, yemek sonrası alırım dedim. Onlar viskiye kola eklediler, bizim rakıya su eklememiz gibi. Karı koca 2-3 bardak
188
içtiler. Ben de bir bardak kola aldım. Pat “fortune teller” (falcı). O kadar tuhaf konuşuyor ki, tek kelime anlıyorum. Şaban beyin Kıbrıs Türkçesi mi, İngilizce mi belli olmayan konuşması ile bir bardak sodalı buzlu viski aldım. İkisi birden “ooo, sen iyi içicisin!” sözü, oturuşumu düzeltti. Ben bir bardak içmeden, onlar şişeyi bitirdiler. Sonra ben de kola ile denedim, gazoz gibi içiliyordu.
Kızımla eşimi Londra’ya çağırdım. Onları havaalanından aldım. Birlikte tek göz eve geldik. Onlar gelecek diye bisküviler, çikolatalar almıştım. Akşam onlara patates kızartıp, sosis yapacağım. Odayı ve mutfağı beğendiler, telefonla anlatmıştım. Sosisler pişince çıkan kokudan ikisi de fenalaştı, meğer en ucuz domuz sosisi almışım. Süt, meyve suyu, bisküvi ile ilk geceyi atlattık.
Okul için birkaç gün sonra sınava gittik. Teypten konuşma dinleniyor, anladığımızın yazılması isteniyor, bir metin var, sorular soruluyor. Ardından kendini ve ülkeni tanıtıyorsun, bir de fıkra isteniyor. Kızımız da yanımızda. Ben ve Elbirle sınav kağıdını yazıp çıktık. Ertesi gün tekrar okuldayız. Ben (B) grubu “İntermediate” Elbirle (C) grubu “elementary” daha kötüleri D ve E grubu, ayrı ayrı sınıflara düştük. Cankız’ı bir İngiliz okuluna verdik. Başka bir sınıfta Ayşe diye Kıbrıslı kız okuyor. Cankız dil diş bilmiyor. Hocalar “yapar halleder, birkaç günde” diyorlar. İlk gün tuvalete gidemiyor ve altına kaçırıyor. Ertesi günü, gitmem, giderim, biz bekliyoruz. Hocalar kızıyor. Kızı bıraktık, çıktık. Kendi okulumuza yoğunlaştık. (B) sınıfına gittim, herkes şakır şakır konuşuyor, ben tahtaya yazılırsa, hemen cevap veriyorum, yazılmazsa ne denildiğinden haberim yok. Öğlen arasında Elbir’de aynı durumda, bir hocaya gittim. “İkimiz de birer alt sınıfa inmek istiyoruz” dedik. Hiç sormadan ben (C)’ye, Elbir (D) sınıfına indi. Ben (C) sınıfında da aynı durumdayım. Aynı hocaya durumu aktardım, beni Müdür yardımcısının odasına götürdü. Konuşuyor, anlamıyorum, “yavaş konuşun” dedim. Sınav
189
kağıdımı gösterdi” bunu sen mi yazdın?” dediğinde güldüm. “Bu Türk kızı senin eşin mi?” dedi. Hem o çok iyi kelimeler kullanmış, hem yazısı çok güzel. “İkinizde Ramazan’a benziyorsunuz” dedi. Ramazan daha önce Türkiye’den gelen öğrencilerden biri idi. “Anlamıyorum çocuk önce dinlemeyi öğrenir, sonra anlar, sonra konuşur, sonra okur ve en son yazmaya başlar, siz nasıl oluyor da; önce yazıp, sonra okuyup, konuşup, en son anlamaya başlıyorsunuz. Tüm Türkler böyle” dedi. Dudak büktük, ben ve Elbir “beginners” dan (E) grubundan İngilizce öğrenmeye başladık.
Cankız, Türkiye’de Eylül ayında Hamdullah Suphi İlkokulu’nda ilköğretime başlamış, bir ay kadar zor bela okula gönderilince, sürekli ağlama sızlama, babaanne ile okula gidiyoruz derken; Ekim sonu gibi İngiltere’ye gelişlerini düzenlemiştim. Oturduğumuz eve en yakın ilkokula Cankız’ı, Mehmet ve Sharon’ın yardımıyla kaydettirdik. Ancak sınıfta tek Türkçe bilen yok, bir üst sınıfta (2.sınıf) Kıbrıslı bir Türk kızı var. Okulda ilk gün tuvalete gitmek istemiş ve anlaşılamamış, altına kaçırınca okuldan yedek külot verilmiş. Bu olaydan sonra ağlayan sızlayan kız gitmiş, İngilizlerle İngiliz oluvermişti. Dedikleri gibi oldu Cankız üçüncü ayda İngiliz arkadaşlarıyla evde parti vermeye başladı. Biz de A, B, C demeye…
Ancak bu iş evi değiştirince kolaylıktan çıktı, maceraya dönüştü. Elbir’in dersi geç başlıyordu, 10-11 gibi. Ben ise Cankız’la başlıyordum 8’lerde. Amacımız herkes yarım gün iş yapabilsin idi. Elbir sabah biz gidince ev işini hallediyor, ben erken gelince yemek işini çözüyordum. Ben Cankız’la okuldan dönüyordum.
İngiltere’de en keyifli günlerim bu zor okul günlerinde geçti. Dünya tatlısı bir küçük kızla Peckham’dan Lewisham’a 185 nolu ototbüse 06:55’de biniyorsun (kaçırınca derse hem o, hem ben geç kalıyorum) sabah serinliğinde onun sıcak elini tutarak durağa koş-
190
turmamızı, daha olmazsa omuzuma alıp koşmayı, yoruldum dediğinde kucaklamayı, hala tüm sıcaklığıyla hatırlıyorum. Otobüsten inince yaklaşık 600-700 metrelik yürüyüş yolundaki sabah telaşımı da… Onu okula bırakınca bu kez 1-1.5 km’lik mesafedeki PidmanSchool’a yağmur, çamur yürüyüşüm, kimi zaman deri ceketin bile bu yürüyüşte ıslanması asla unutulmaz.
Sabah böyle telaşlıyız ya, akşamüzeri 15:30 gibi okullar bitince tam tersi rahatlık oluşuyor, sokakları geziyoruz, alışverişler yapıyoruz. 17:00’ye doğru acıkmalar, birbirimize bakıp “anneye söylemek yok,
tamam mı?” diyoruz. Doğru “fish and chips” dükkanına külahları dolduruyoruz, sallanarak 185 otobüsümüze atlıyoruz, eve gelirken patatesler bitmiş oluyor, aç numarasıyla eve giriyoruz. Eve girerken güzel tatlı kızımın “sözümü unutma” dediğimde, kafasını öne doğru sallayaşına hep bayıldım, hep sordum. Kapıyı çalarken bir daha hatırlatırdım başıyla tasdik eder, eliyle sus işareti yapardı. Ben onun yanaklarını ısırırdım. Baba kız böyle çok gizli işlerimizi yine yapıyoruz… Ancak o günlerdeki gibi, yemekte annesine “ben tokum” dediğinde patates yediğini söyler, sonra bana döner “eyvah” der gibi bakar, ben göz kırpardım. Yarın yine aynı sırrımızı paylaşırdık.
Londradayız. Hafta sonu alışverişleri Annem ve tatlı kızım, Cankız’layım (leicester Square-Japon sokağı)
191
Yeni evimiz okullarımıza uzak kalmıştı ama 250 sterlin aylık verdiğim bu villa çok keyifli idi. Giriş katında Billy isminde, 80 yaşında çivi gibi bir İngiliz otururdu. Arka bahçeyi birlikte kullanırdık. Bazı akşamlar bir tabak yemekte ona indirirdim. Güneş batmadan yemeğini yemeye alıştığından, benim yemek ertesi güne kalır, ayak üstü yarım saat sohbet ile İngilizcemize hız verirdik. Billy ile en çok 500 kelime kullanarak konuşurduk ama ben şahane sanırdım.
En önemlisi bu evde telefon vardı. İkinci ve üçüncü katlar bizimdi. Billy kesinlikle biz yokken ikinci katın basamaklarına dahi basmazdı. İkinci katta salon ve banyo, beş altı basamak çıkınca yatak odası ve mutfağın bulunduğu asma kat, bir göçmen için fevkalade idi.
Bu arada Savaş ve Zeki’den hiç ses çıkmıyordu. Turan kayıptı. Pat’in evinde iken evde olduğum bir cumartesi telefon çaldı. Arayan Savaş’tı. Muhtemelen elçilikten adres ve teflonumu almıştı. Konuşmadım. Bir daha, bir daha takip eden haftalarla defalarca aradı. Telefonuna çıkmadım. En sonunda Elbir’in ısrarı ile konuştum. “Ben Savaş, Nadir, Choring Cross’tayım” dedi. “Eee, ne yapayım?” diye cevap verdim. “Size gelmek, konuşmak istiyorum. Beni alır mısın?” dedi, yer belirledik “hiç kımıldama” dedim, akşam yemeğe getirdim. Sigara içmeyen Savaş sigaraya başlamıştı. Üç saat durmadan konuştu. Çorba’ya öldü, bitti. Haşlamaya, makarnaya ekmekler doğradı, kaloriferin dibine üç minder dizdik yattı, sızdı… Londra birlikteliğimiz böyle başladı.
Ben hiç yüz vermiyorum, ama o Elbir’e yılışıyor “kız, sen akıllısın, Gülay’ı getireyim mi?” derken, zaten ses tonundan getirmeye kararlı olduğu belli. “Getir” cevabıyla havalara uçtu.
Gülay’la Ogan geldiler, Lewisham’da 20-25 dakikalık mesafede bize komşu oldular, artık her hafta sonu birlikteyiz.
192
Alışveriş merkezine yakın ama, kötü bir ev idi. Kısa süre sonra buradan ayrıldılar.
İki haftada bir ortak geziler yapıyoruz. Evlerde buluşuyoruz. Uzak mesafeden Nurettin Ergün ve eşi Suna geliyor, özlem gideriyorduk.
Londradayız. Greenwich Parkta dinleniyoruz.
Bir hafta sonu Greenwich’e gitmeye karar verdik. Sandviçler yaptım. Otobüse bindik, güle oynaya “0” meridyenine geldik. Gezdik ve sonunda acıktık, çantayı açtığımızda sandviçler yok olmuştu. Savaş otobüste yaklaşık 10-12 sandviçi yemiş, bitirmişti. Okuldayken tanıyamadığım Savaş’ın kapalı devre ruh yapısını İngiltere’de anlamıştım, kendinden başka kimse onun aklına gelmezdi.
Ankara’da iken bunu pek önemsememiştim. Ramazan’da ben oruç tutardım, sahura kalkmaz, gece geç yer ve yatardım. Savaş da üst katımda kaldığı için mutfağın ışığını görünce, aşağı iner, benimle erken sahur yapardı. Oruç tutan adam nasıl yerse o da öyle yer, çayını içer, evine giderdi.
193
Ramazan bitip de bayramlaşma başlayınca, bayram ziyaretinde diğer misafirler geldiğinde; “Savaş’cığım ne güzel bir ramazan geçirdik, nerede ise birlikte oruç tuttuk ve sahur yaptık, çok rahat oldu” dediğimde, eşi Gülay “Savaş, hiç oruç tutmadı ki” cevabını vermişti. İşte Savaş böyle biri idi.
İngiltere’de böyle idi. Bazen hafta sonu gelmesi için Savaş’ı aradığımda; “Cumadayım, Central’da Faysal Camisindeyim, bitince geleceğim” derdi. Ben de “Yahu! Bu adam çok değişti, Türkiye’de camiye gitmez iken, burada camiden çıkmıyor” derdim, eşe dosta. Haftalar sonra “Savaş aferin! Londra’da camiye gidişini baban duysa, sevinçten uçar” dediğimde “oğlum ben camiye gidiyorum ama ben sana namaz kılıyorum demedim ki; cumadan sonra camiinin alt katında yemek veriliyor, bu hafta tavuk, pilav ve tulumba tatlısı vardı, onu yemeğe gittim” demişti. Tıpkı bizim Ramazan’da sahur yemeği gibi.
Greenwich’te de böyle yapınca bağırdım, çağırdım. Neyse gezdik, tozduk, eve döndük. Gülay dönüşte mahçup olmalı ki bizi yemeğe çağırdı. Turan ve Zeki’den laf açıldı, Turan para biriktiriyor, bir odada aç perişan yaşıyordu. “Onu da çağıralım” dedik. Turan’da yemeğe dahil oldu. Öyle şeyler anlattı ki, hepimiz üzüldük. Eşini, çocuklarını köye göndermiş, İstanbul’da evi kapatmış, burada elli kuruşun hesabıyla sefil bir hayat sürdürmeye başlamıştı.
Tam burada Savaş hayatının hatasını yaptı; “Turan haftada 50 pound ver, bizdeki boş odada kal, mutfak masrafına ortak ol” dedi. Turan bu teklifi ikiletmedi.
Turan, Savaş’ın katına yerleşti. “Yenge yemek hazır mı?” sorusuyla Özdoğan ailesinin en karanlık günleri başladı. Her gün değişik yemekler, dolma, köfte, karnıyarık, türlü…vb. istiyordu. “Para biriktireceğim” diyerek Ankara’dan çıkan Savaş, hem biriktiremedi, hem dediklerini gerçekleştiremedi ve hep Turan’ın
194
boğazına para harcadı. Dil öğreneceğim demişti, Turan’la Yozgatcasını ilerletti. Gezeceğim demişti, Londra dışına ancak benim zorumla çıkabildi. Tek kazancı karısı ve oğlunun yanında olmasıydı. O beğenmese de, çok güzel günler yaşadı.
Mülkiye’den Ömer Muharrem adında bir Kıbrıslı arkadaşım vardı. Mezuniyetten sonra Kıbrıs’ta 1975’de DOME Otel’in genel müdürü olmuştu. Sonra Londra’ya yerleşti, Kıbrıs’tan onun İngiltere adresini buldum.
Çok mükemmel bir “steak house”u vardı. Üst katı evi idi, şehir dışında “Kent” bölgesinde yaşardı. Buluştuğumuzda Savaş, Ömer ve ben büyük dostluğumuzu perçinledik.
Bazı hafta sonları Ömer’in restoranına döner yemeye giderdik. “Steak” söylemezdik pahalı diye. Ancak beleşçi Savaş saatlerce döner kesme ayağına sürekli döner atıştırır, her eve dönüşte sancıdan kıvranırdı.
Londra’da ucuz-luk takipleri, yaz kursları, piknikler, ev ziyaretleri yaptığımız Savaş artık benim has kardeşim olmuştu. Bu kardeşliğim uzakta bile olsak bu- günlere kadar eksilmeden hep devam etti.
Sevgili Ödül aramıza katılıyor (King’s Collage hospital’deyiz.) Elbirle hanım, Ödül, Annem, Cankız
İngiltere’nin en hoş anısı oğlumuzun doğumuydu. O da büyük bir cesaret işi
195
imiş, sonradan anladık. İngiltere’de çocuk annenin karnında büyümüyor, her şey kontrolda, devlet, hastane, mahalle doktoru, mahalle hemşiresi, eczane herkes anneyi ve bebeği takip ediyor.
Elbir’in hamile oluşuna çok sevindik. Bebek muhtemelen Ağustos’ta doğacak ve Ekim sonuna doğru iki aylık bebekle Türkiye’ye dönebilecektik.
Hamile olduğunu mahalle doktoru söyledi. Vitaminler, destek gıda verdiler. Vitaminleri parasız veriyorlar, şaşkınız hamilelik ilerleyince hemşire hanım bir gün bizden randevu istedi ve eve gelmek istediğini belirtti. Çocuk ve doğum için ev hazır mı, ona bakacakmış. Bize kimse söylememişti. Bebeğin yatağını, elbiselerini, biberonunu, banyo leğenini, lifini, sabununu falan soruyor, biz de dinliyoruz.
Tekrar geleceğini söyledi. Bebek için hazırlandık, kontrola geldi ve imzalarımızı aldı. “Sizi King’s Collage hastanesine bildiriyorum. Doğum orada olacak” dedi. Günleri sayıyoruz. Türkiye’den babaannede geldi. Her şey hazır Ödül’ü bekliyoruz.
Gece su geliyor falan derken, hemşirenin öğrettiklerini uygulamaya başladık.Sakın özel aracınızla hastaneye gitmeyin şeklinde uyardıkları için “999” çevirdim, doğum olduğunu söyledim. Telefonu kapattım. Elbir’in çantasını hazırlıyoruz ki 2 dakika geçmedi ambulans geldi. Elimizde King’s Collage hastanesinin başvurusu var, görevliye verdim. Hastaneye geldik, sedye önde, bana “yellow line”nı takip et denildi. İnanılmaz serilikte sarı hat bittiğinde doğum bölümüne gelmiştik.
Elbir’i odaya aldılar, güler yüzlü şişman zenci bir hemşire beni de çağırıyor, odaya girdim. “Karının yanında dur” diyor.
196
Terini siliyorum, bağırtı, çağırtı, doğum başlıyor dediler. Biri hekim, iki kişi daha odaya girdi. Ben de “ben çıkabilir miyim?” dedim. Doğumda bulunacak halim yok ya. Türkiye’de sancı odası, doğum odasında erkek sinek olmuyor. Cevap vermediler. Elbir’e “eyvallah” dedim, tam dışarı çıkıyorum ki zenci hemşire “şu bezi tut” dedi, “karının kolunu tut, yanında dur, terini sil” derken “buraya gel” dediklerinde bebeğin çıkışını izliyordum, bana “bebeği tut” dediler, ortalık kan revan içinde, şaşkınım doğumda bebeği bana tutturdular. Elimden aldılar, ağlama, yıkama, ben elimi, yüzümü yıkadım. İnanılmaz bir şey Ödül benim elime doğdu. Çırılçıplak anasının üzerine attılar. Ana kokusunu almalıymış. Bence bu karı koca sevgisini pekiştiren en büyük olay idi. İnsanın yaşama gelişinin güçlüğünü erkeğe gösteriyorlar, önce kadına, sonra da insana değer vermesini sağlıyorlardı.
İngilizler bunu hep yapıyorlarmış, Ödül’ü anneye verdiler, sonra ben aldım. Pencerenin önüne gittim. Ben çok dua bilmem ama neden olduğunu bugün dahi anlayamadığım, anlam veremediğim bir iş yaptım. Oğlumun kulağına konuştum. Bilmediğim halde ezan okumaya başladım. Ben ezan okumayı bilmiyorum ki; ama okuyorum, onu öpüyorum ve bu kez sevimli tatlı kızımın yanına bir de oğlum dahil olmuştu, evet büyük aile olmuştuk. Komşum Billy bir salkım üzümle bebeği görmeye gelmişti. Üzüm Londra’da en pahalı meyveydi.
Eve çıktık, ilk iki hafta her gün elinde mamalar, anneye vitamin ve annenin hijyeni için mahallenin hemşiresi eve geliyor. Sonra ben mama, çocuk bezi ve vitamin için doktora gider oldum. Para ödemesi için yazılı bir kağıt alıyordum. Bununla her hafta eczaneden çocuk bezi, mama, vitamin vs. alıp eve geliyorum. Bu İngilizlere aklım ermiyor.
197
Tıpkı elektrik faturasında yaşadıklarım gibi. 15 günlük İsviçre gezisi sonunda eve geldiğimde “electricity”nin sarı ve kırmızı iki ödeme makbuzunu kapının önünde gördüğümde yıkılmıştım. İkaz ve elektriği kesmek için elektrik idaresi makbuz bırakmıştı, çünkü ödeme yapamamıştım. Sabahı zor ettim, kapıyı açınca, cam kapıda polis kıyafetli bir gölge görülüyordu. Ayakkabımı bağladım, kapıyı açtım. Elektrik idaresinin görevlisi karşımda, ayakkabımı gösterdim, makbuzlar elimde, “lütfen kesmeyin” diyorum. Adam “ödeyebilecek misiniz?” diyor. 16 pound cebimde gösteriyorum. Başıyla onayladı, ben soldaki sokaktan koşa koşa elektrik idaresine ulaştım. Sıra gelince makbuzları gösterdim. “Ödemek istiyorum” dedim. “5 pound öder misin?” “evet” diyorum. Bayan “3 pound öder misin?” diyor, ben “evet” diyorum. “1 pound öder misin?” diyor, anlaşamayacağımızı düşündüm. 16 poundu bankoya bıraktım, bayan yüzüme baktı, parayı aldı. Ben ter içindeyim, karşıdaki Türk kahvesine geçtim, genç çocuk “abi, bu nasıl ter böyle?” dediğinde olayları anlattım. Ben söylemeden o da “Sana 1 pound öder misin, demedi mi?” dediğinde, gözlerim açıldı. Şaşırdığımı fark edince, “sana karın hamile olduğu için birer pound ile ödeteceklerdi, ödemesen de evde bir çocuk ve bir hamile kadın olduğundan elektriğini kesmeyeceklerdi. Kimse onları cezalandıramaz” dediğinde, İngilizlerin neden büyük devlet olduğunu, insana verdikleri değeri anlamıştım. Müfettişlikte suç işleyen memura verilen ceza ile onun ailesinin de nasıl cezalandırıldığını ancak bu olayla anladım. İnsanın ne demek olduğunu, doğum anı ile elektrik makbuzundan öğrenebilmiştim.
Nüfus için Belediye’ye gittim. Müfettişim ya, pasaport fotokopileri, evlenme cüzdanı, fotokopileri, doğum kağıdı, elçilikten oturduğuma dair adres her şeyi tamamladım. Nüfus İdaresine Elbir’i ve Ödül’ü de götürdüm. Bekliyoruz, çağırdılar.
198
Benim adımı, annenin adını, bebeğin adını deftere yazdılar. Soyadının ne olmasını istediğimizi sordular. “Elibol” dedik. Anne babanın evli olmasına bakmıyorlardı, soyadı için de ne istenirse o yazılabilirdi, bir tek doğum kağıdını istedi. Ben tüm belgeleri ve kimlikleri vermek istedim, benim beyanımın yeterli olduğunu söylediler. Ben de insan olduğumu anladım.
Hem insanlığımız, hem ailemiz İngiltere’de Ödül ile taçlandı. İnsana olan değer ve güveni öğrendik. Etrafımıza da öyle davranmaya çalıştık, ben halen çalışıyorum.
199