Kitabın orijinal adı “Of God and Madness” “Tanrıya ve Deliliğe Dair” yazarı Toksöz B. Karasu, ABD’de yaşayan akademisyen bir Türk yazar. Kitabın Türkçe adını “Yahudi Efendi” koymuşlar. Vahdettin’in Yahudi bir cariyeden olma oğlunun anıları dile getiriliyor. Osmanlı kültürüyle, çok kültürlülükle büyümüş, İstanbul, Paris, Nice ve Kudüs’te yaşamını sürdürmüş “Adam”ın anıları anlatılıyor.
Aslında Müslüman, Hıristiyan ve Musevi toplumlarında yaşanan; dolayısıyla, farklı hale getirilmiş, ortak ve birbirinin devamı inançların etkisiyle şaşırmış bir insan, “Adam” anlatılmaktadır. Bir gün Müslüman olurken; hoşuna giderse ertesi günü Yahudi veya akılcı bulursa Musevi iken; hem Musevi, hem Müslüman veya hem Hıristiyan, hem Müslüman, daha da şaşkını (daha da doğrusu) her üçüne de inanıyor olabilen bir insan anlatılıyor.
Sonunda mı ne oluyor? Bu dinler için saçmaladığının farkına varıyor, ama yaşamının sonuna geldiğinde, insan başlangıcını düşünüyor ve başlangıç ile son arasında bir bağlantı arayarak, bunu düzenleyen Tanrı’nın varlığına inanmak zorunda kalıyor. İpin ucunu tutabilirse, tanrı ile kalan yaşamını sürdürüyor, ipin ucunu kaçırırsa da deliliğe yolculuğa çıkıyor. Belki görenler ikisi arasında belirgin bir fark sezmiyorlar, ama dışarıya farklı gibi görüntü verseler dahi, kişi her ikisiyle de delilik ve akıllılıkla aklınca kendini mutlu hissedebiliyor.
Devamını okuyun...Bizim genç Musevi prensimizi; Yahudi anası, hahamlarla büyütürken; padişah babasının İstanbul’da Müslüman çevresi ve eğitmenlerinin onun aklına taktığı İsa ile “Adam” iyice sıkılıyor. Çocuk aklında ona söylenen ve yapılanlarla İsa onu neşelendiriyor, İsa’nın kendisine göz kırptığını sanıyor, “Bu yaptıkların ne?” diye sorarak, İnsanın çok şey bildiğinde her şeyi karıştırdığı gibi, onun aklını karıştırıyor
Anası İstanbul’da toprağa verilince, Adam, Fransa’ya kaçan padişah babasını aramaya çıkar. Nice’e gelince ağlayanlar, dua edenler, alacaklılar, ne yapacağını bilmeyen şaşırmışların arasına katılır ki; babası da geldiği gün ölmüştür.Yahudi anası yoktur, Müslüman babası da gitmiştir. Kime sığınsın? Hıristiyan mı olsun? Nasıl inansın Tanrı’ya? Birden daima yanında duran şeytanı görür, ataist kostümü ile ona tepeden bakıyordur. Etrafında onu koruyacak, kollayacak kimse de yoktur. Yaşamak onun için zordur. Müslümanlar İstanbul’da kalmış, Museviler çoktan toprağa verilmiş, o da ölse yeridir. Niye ölsün? Ölünce ne olacak? Ölmesin! Hıristiyanlar, bu ülkede ona yabancı da olsa yaşam her şeye değer.
Filistin’e gider, hayırsız Osmanlı Müslümanları veya zavallı Araplar veya belki Filistindeki Yahudiler Kudüs sokaklarında kendisine selam verirler diye. Musa, ona çok sinirlidir. Tüm İbraniler gibi, Musa’nın tüm söylediklerini, o da unutmuştur. Musa’da gözlerini ona dikmiştir ve kırılan levhalardan dolayı da çok kızgındır. Korku, Adam’ın içine endişe salar, “Yeter be” diye içinden bağırmak gelir.
Kudüs’te karşı kaldırımda Muhammet’te kendisine “yapma, etme!” diye parmağını sallamaktadır. Muhammet zaten ona hep kızmakta ve cezalandırmaktadır.
Çaresizliğinde “Sofos” ona yetişir. “Sus” ve “sessiz ol!” der. Vazgeçtiği yaşamına Tanrı’nın çok ihtiyacı olduğunu, o ölürse Tanrı’nın da yalnız kalacağını söyler ve Adam’ın kulağına eğilerek “Tanrı sana inanıyor, seni seviyor” der.
Hangisi ile aldansın, hangisine kansın, Adam, Tabii ki Sofos’a ve hayat devam eder.
İstanbul’daki intihar denemesinde, İsa ona can verirse kendisine ulaşabileceğini düşünmüş, Musa da daha önce “canını alırlar” demiş ve Muhammet’te “canını alırım” diye kendisini korkutmuşlardı ya, oysa Tanrı uğruna can vermek değil, Tanrı’nın varlığı için yaşamak ve insan olmak gerektiğini anlamıştı, hem de üçüyle birlikte Kudüs’te iken… Kudüs’te ne olur, akıl karışıklığından başka? Sokaklarda sersemlemiş insanlar, o da onların arasına katıldı gitti.
İnsan hahamı her gün görünce, “müftü mü olsam?” diye düşünür ya, müftüyü tanıyınca da, bilmediği “Hıristiyan keşiş olmak mı, en iyisi?” diye kendine sormaya başlar ya, bakire Meryem’in kulağından gebe kaldığına inanıverir, bu kez sağ kulağını cilveyle İsa’ya doğru uzatır ve kanar, Emmanuel’in “Tanrı bizimledir” tatlı sözleri aklında, Kudüs’te dolaşır durur.
Ruhban çok iyi bilir. “Hiçbir kuyu çok derin değildir, yeter ki ip kısa gelmesin” uzatırlar ipi, eklerler yalan dolanları, ipte uzar, uzar ve suyu bulur. Mutlaka her insanı kandırırlar. Kandırıldığını anlayınca insan hem dinden, hem imandan nefret etmeye başlar, çünkü yaşamın sonuna doğru insan akıllandıkça kendinden başka herkesin haksız olduğunu, diğerlerinin çıkarları için yalan söylediğini anlamaya başlar.
Muhammet “Ahiret için, Tanrı’ya inanın” derken, bir yandan da “dünya için eşeğini sağlam kazığa bağla” der. Zaten Musa kurtarmak için yanlış kavim seçmiştir. İsa ise, Yahudiler yüzünden aklını kaçırmış ve Allah’ın oğlu olduğunu söylemeye başlamıştır. Musa doğuştan babasız kalmış, İsa babasız başına buyruk sokaklarda hep dolaşmış, Muhammet 6 yaşında babası ölünce dedesiyle kalmıştır. Bu nedenle her söyleneni bir lokmada yiyip yutmuşlardır. Bu nedenle “Hıristiyanlık Zerdüştlüğün yardımıyla Museviliğin kemale erişi, İslam ise Museviliğin özürlü kuzenidir.” Derler ya, çok doğrudur. Bu babasız çocuklar kendinden önceki inançları ters yüz etmişlerdir. Yoksa tersine dönerse, doğrusu aranırsa, Musevi geleneği ile süslenmiş Hıristiyanlığın, İslam süzgecinden geçmesi Zerdüstlük inancı mıdır, yarın?” deniliverilecektir.
Hıristiyanlıkta, Tanrı insana yakından müdahele ediyordu, ama beğenisine bağlı olmaksızın tüm insanları seviyordu. Zavallı İsa bırakın Mesih olmayı papaz bile değildi. Mesih olsa Tanrı’dan yardım dilemezdi. Çarmıhta “Eli, eli, lema sevaktani?” “Tanrım, tanrım beni neden terk ettin?” demezdi. Ölüler geri gelemezdi. Yalvarması boşuna idi, ne kendi, ne de ölen kasabalı hiçbir zaman geri gelmedi. Çünkü, insanlar dünyaya gelmeden önce nerede iseler, öldükten sonra da oraya giderler, orada olurlar.
İnsan aklını kullanmadığı sürece inancı onu kurtaramaz. İnanç, akıllı insanı yalnızca iyi şeyler yapmaya teşvik eder. Akılsızlar ise, boş ve çıkmaz inanç sokağında dolaşır dururlar, onun Kudüs’te dolaştığı gibi.
Ah İsa; hem “yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Barış değil, kılıç getirmeye geldim, çünkü ben babayla oğlun, anneyle kızın, gelinle kaynananın arasına ayrılık sokmaya geldim” (Matta:10:34-35) dersin, hem hoşgörü ve sevgiden söz edersin, hem de kardeşlerini ve anneni inkar edersin. Neden böyle davranırsın? Tanrı tarafından hamile bırakıldığını söyleyen annen (dört oğlu ve iki kızına Yusuf’tan hamile iken) bunu söyleyince mahcup olmasın diye, niye susarsın? Sen de inanmazsın ama, etrafa hep böyle yayarsın.
İbrahim’in tüm çocukları mı yalancı idi? İnancın inananlara ihtiyacı olduğu için mi, inanç var? O halde, İbrahim’in çocuklarına ne gerek vardı? İnancın tapınağı insanın vücudu olsa daha iyi değil mi idi?
Dünyanın mirasçıları güçlü ve inançlılar değil, yalnızca akıllılardır. Aptallar için ise, “Tanrının egemenliği içinizdedir” denilmişti, onlar asla mirasçı değillerdir.
Onlar inansınlar diye:
“Ezilmişlere tepeden bakma,
İçinde hazineler saklı harabeler vardır” denilmiştir. Bu söylenceler dün ve bugün için doğrudur, ama yarın dünya mutlaka akıllıların olacaktır.
Dün ve bugün işte bu yüzden bütün savaşlar dinidir, kimse kendi için, evi için, ağacı için, karısı için savaşmaz, inancı için savaşır. Çünkü din insanı kendine demirler, onu koparıp atamayınca, imanından insan kurtulamayınca inancına tutsak olur. Onu kandırmak için “ölümden ölümsüzlüğe geçilir” denilir. Oysa ölümle ancak doğumdan öncesine dönülür. Ölümle cennete, cehenneme gidilmez, yalnızca mezara, toprağa gidilir. Doğruyu bilen olmadığı için söyleyen ve söylenen yalan çok olur, ancak ölüm anı uzaktan seyredilse, yalanlar biter, susan çok olur.
Yarın, insanın mutlaka dini aşması gerekir. Rengi, cinsi, dil bile değişik olsa, tek başına kimsesiz olsa, yine ayakta kalması, dimdik durması gerekir. Tanrı’nın varlığı veya yokluğuna değil, kendine veya yeni bir şeylere inanması gerekir. Tanrı’ya inanmaktan insan kendini kurtarırsa, belki bir daha başka bir şeye inanmak ihtiyacını bile duymaz, belki de başkalarına bile inanmasına gerek kalmaz, böylece başkaları da kandıracak kimse bulamaz.
Düşündünüz mü? İnsanı Yahudi ırkına kim kaydeder? İnsanı kim Hıristiyan yapar? Onun siyah rengine kim sebep olur? Onun Çince konuşmasına ne sebep olur? Hiç kimse! Babasının adını, dedesi “Saloman” koymuştur. 16.Benedikti’ne kasabasındaki eski papaz “sen Hıristiyansın” demiştir. Obama’ya, Kenyalı babası siyahi rengini vermiştir. Huan Kim’e anası Çince öğretmiştir. Her şey öyle geliştiği için böyle olmuştur.
İnandıkları da, söyledikleri de, bir öncekilerin kefaletiyle insanda bugün emanet gibi durmaktadır, silkelenince her şey dökülür. Sınır taşları insanın içinde değil, omuzlarındadır. Ona bastıran da, ağırlık olanda omuzlarında duran bu yüklerdir. İnsan başkalarının söylediklerini gönlünde değil, yalnızca omzunda taşır. İçinde, nefsinde, yalnız kaldığında, kendiyle baş başa iken, üzerinde bu ağırlıkları olmaz, onları taşımaz. Dışarıdaki ve diğerlerinin sesini ve söylediklerini hiç duymaz.
Ahh! Keşke dışarıda hep sessizlik olsa!
Bilgiyi reddetmek mi gerekir? İç ahengi yakalamak, dış sessizliği sağlamak için öğrenmemek mi gerekir? Hayır! Yalnızca yanlış ve doğmalardan uzak durmak gerekir. Her gün ve her şartta değişebilen bir bilginin varlığı, gözün önüne inen yalan perdesini açık tutacaktır. Aklın yolu kararmayacaktır. Engellenmeyecek, perdelenmeyecektir. Doğru bilgiyi engelleyen, aklın gerilemesine yol açan, aklını yanılsamalar ve şaşırtmalarla dolduran kurnazca tasarlanmış, eskilerinde kolayca kandığı, halen herkese korku salan, sorulsa gösterilemez, belgelenemez, çok eskilerden anlatılan gelen bu menkibeler ve masallar bir gün mutlaka bitecektir. Dün bu masalların sahteliği tüm dünyayı ve yaşamı işgal etmişti. Bugün ise, adı iman konulmuş bu gürültü ve önündeki kalın perde ancak inanmayarak yok sayılabilir, yok edilebilir. Daha kolayı düşünerek var olmadıkları anlaşılabilir. Yerini inanç alır.
Peki! Kurtuluş inanmamakta mı? Tabii ki hayır! İnanmamak kurtuluş değildir. Tanrı mı inkar edilmeli, yoksa din mi? Yoksa insan mı inkar edilmeli? Hiç biri olamaz! Onları reddetmek, kaçamaktır. Çaresizliğin dibe vurmasıdır. Geçici çözümdür, kandırmacadır.
“İnsanın, yaşam saatini kurması gerekir, hatta kendinin ayarlaması zorunludur.”
Bu yüksek düzeye, saati kurmaya; ancak omuzlardaki tüm yükü atarak, içine dönerek, kazanım zannettiğimiz değerleri, anlayacağımız şekilde kaybederek, özellik denilenlerin genelde hiçbir şey olmadığını düşünerek, insan olmanın yeterli olduğunu bilerek, insan ulaşabilir. Yaşam saatini o zaman ayarlayabilir.
Belki “Tanrı yok, her şey var” diyebiliriz. Belki de “Güzelliğe, İşte! Tanrı’nın özü” denilebilir. Belki “Yoksa aşkın masumiyeti mi Tanrı?” diye sorulabilir. “Tanrı çaresizliğin bir yorumu mu?” acaba denilebilir, yahut “Doğayı anlayınca, nefsinden daha mı az emin olmaktır, Tanrı?” denilebilir. Belki de “Tanrı olduğu gibi yaşamaktır” denilebilinir.
Böyle diyelim ve kendimizi Tanrının sureti gibi remzedelim. Onun sureti olmadığımızı bilir ve sureti olmaya çalışırdık, “sureti olacağım” derdik, bu şaşkınlıkla hem kendimizi, hem de diğerlerini kaybederdik, kendi yaptıklarımızı takip ederken, ne yaptığımızı da bilemezdik.
İnsan, bir gün farkına varırdı ki, dünden hiç bir farkı yok. Tanrısal sandığı erdemler ile kendi kendini mahvetmiş, mahkum etmiş, vicdan dediği, iç mahkemesinde de bu yüzden yanlış kararlar almıştır, her şeyi yanlış yargılamıştır. Tek doğru yaptığı kendini suçlayabilmek olmuştur. O da aleyhine tanıklık eden tek dürüst şahit olan vicdanından ibaret olmuştur, hepsi bu. İnsan kendi olduğu sürece, vicdanının şahitliği nedeniyle tanrısal bir iş de yapamaz. Ne Tanrı’ya benzeyebilir, ne de suret olabilir. Tanrısal olupta “sonsuz yaşamı” elde edemeyeceğine göre, görünürde insan için dürüst ve doğru yaşamaktan başka bir şey kalmamaktadır. Doğrusu da böyle olmalıdır, çünkü “insan, günahlarından dolayı öte dünyada cezalandırılmaz, günahları tarafından yapılanlardan dolayı bu dünyada cezalandırılır” ve öyle cezalı yaşar.
Demek ki, Tanrıyı bilmek veya reddetmek, hakikatı aramak veya bulmak değildir. İnsanın amacı kendini bilmek olmalıdır. Kendini bilmek için kendini anlayabilmeli, tanıyabilmeli kendine egemen olmalıdır. İnancı anlaşılabilir olursa, ona da inanmalıdır. Bunu yaparken, “aklını ve dizlerini, rüzgarda eğilen ağaç dalları gibi eğmeliydi” sözleri gibi bir dönem gerekirse eğilmelidir. Yarın rüzgar geçince, boş inançlar bitince, şüphe gidince aklını ve dizlerini dik tutmalıdır. Ancak kendiyle ilgili, ufak bir şüphe veya küçük bir tereddüt doğacak olursa, bu kendinde inancın yüceliğini yitirmesine yeter ve artar. Ne kendi inancından, ne de başkasının inancından, ve dininden şüphe etmek bir hak değildir, hele sorgulamak hiç kimsenin hakkı değildir, insan şüphe ve tereddütleriyle yalnızca kendi inancı ile sorumludur.
Ancak, Bunu yapabilmek ve yalnızca kendine inanabilmek için, dinsel ritüellerdeki gibi, öncekilerin çalıların önce soluna, sonra sağına, sonra yukarısına, en son altına işaret etmesi gibi, haç çıkması; önceki ilkbahar kutlamasının benzerini Mısır’dan çıkışla Pesah’ta kutlama yapması gerekmemektedir. Meyve toplanan kutlamaların çölde dolaşanlarla bir ilgisi olamayacağı gibi.
Gök tanrıya yükseldiğini söyleyenlerden esinlenerek Miraç’a yükselmenin olamayacağı, Yakup’un karısının hamura maya koymayı unutması veya beceriksizliği sonucu veya alelacele gitmeleriyle ilgili bir masala bağlaması gibi.
“Tora’nın kökeninin “Thanah” olması gibi, bununda “Harah”tan gelmesi gibi “aklın gebe bırakılması” anlamına gelen de “aklın düzülmesi” demek olduğu gibi.
Boş inançların peşine düşülmemelidir.
Önce bu kafa karışıklığı giderilmelidir.
Musa’nın anlattıklarının da, Talmud ile sözlü gelenek olarak M.Ö.1288’lerden M.Ö.538’e kadar Yahudi Rab’larınca akıllarında kaldığı kadar taşındığı, Babil dönüşünde İbranilerin Babil’den köşeli yazılarını öğrenmeleriyle, M.S.200’de MİŞNA metnini kaleme aldıkları, M.S.200-500 arasında bu yorumları toplayarak GEMARA’nın yazıldığı, MİŞNA ile GEMARA’yı birleştirerek TEVRAT’ın oluşturulduğu, Tevrat ve Talmud’un Yahudilerin kitaplığında yer aldığı, Kitab-ı Mukaddes’in ise “Tevrat”ın baş harfleri “TA”, “Nevim” yani nebiler ve peygamberler bölümünün baş harfleri “NA” ve “Kheyuvim” yani kutsal yazılar bölümünün baş harfleri “KH” olmak üzere “TANAKH”ın M.S.500’de düzenlendiği gibi.
Bütün bunların insan eli yazması olduğu hatırlanmalıdır.
İbranice Kabala (QABALA) kelimesi vardı ki; Yahudi geleneğinin gizli, gizemli ezoterik boyutunu Mişna ve Gemara’da olduğu gibi cümle ve ayetlerin açık anlamı ile değil, yorumları anlama ve anlatmaya çalıştığı gibi, herkesin farklı algılayıp anlayabileceği tüm bu hikayelerin unutulması gerekir.
Aslında “Tora, insanla Tanrı arasına koyu renk bir cam koyar, böylece Tanrı’ya döndüğünde insan karşısında kendini bulur.” Yahudi İsa’da işte bu yüzden kendinin Tanrı olduğunu sanmış “Tanrı’nın oğluyum” diye ortalığa çıkmıştır. Bugün bizlere düşen de, Tanrıyı görmek, “Ben Tanrıyım” diyebilmektir.
Yarın sorsalar “Yahudi olmak istiyorum, ne yapmalıyım?” denilse, öyle yalan dolan çoğalmıştır ki; cevap : “Yapabileceğin en Yahudice iş Katolik olmaktır” diyeceklerdir. Şaşırır ve nasıl Müslüman olacağını tekrar sorarsan; o zaman da “aynı şeyleri yapıyorsun, Müslüman olabilmen için yapacağın önce Yahudi olmaktır” denilecektir. Hangi dinden olursa olsun cevap değişmeyecektir. Çünkü “kişi erdemli olmayı, ancak erdemsiz birinden öğrenebilir.” “Yüksek ata binen yoldan çabuk çıkar” denildiği gibi, inanmak isteyen çabuk kanar. Onun inanması için ne yaratan, ne yaratılan gereklidir. Ne başlangıç, ne de bitiş vardır. Hepsi, insan hayatının keyifli bir virgülü veya noktasıdır.
Başlangıç-bitiş, doğum-ölüm, ölüm-ölümden sonra, cennet-cehennem, geçmiş-gelecek gibi, varoluşu ile yok oluşunu insan umursamazsa, kandırılması zor olur. Bunları ciddiye almazsa hayata uyumu çok kolay olur, kandırılması da o kadar güç olur. Bunun için yapılacak tek şey yöneten ve ruhbanların düzenlediği ortak aklı, ortak hafızayı kazıyıp atmak, aklı özgür bırakmaktır. Ortak akıl, Pontus kralının hikayesine benzer, ordusunun kendisini zehirleyeceği korkusunu taşıyan veya sanan kral her gün küçük dozda arsenik alırmış, ortak inançta, ortak akıl ve ortak değerlerde sizin her gün alıştığınız arsenik gibidir. Oysa insan, kendi olunca korku olmaz, zehire de gerek kalmaz.
Her insan doğar ve ölür, bu arada diğerleriyle birlikte ama tek başınadır. Birlikte olduğunda o tanınamaz, söyledikleri kolayca anlaşılamaz, çünkü o kimse, değerler ve inançlardan dolayı salt kendisi değildir. Eğer bir insan anlaşılır olursa da, bu kez söyledikleri tam doğru değildir, çünkü söylediği diğerlerinin ortak doğrusudur.
Buna rağmen kimse yalnız da kalmamalıdır. İnsan başkası için gerekmediğini düşünürse ve etrafında onun yaşadığına tanıklık eden birileri yoksa, varlığı kimsenin hayatında bir değişiklik yapmıyorsa, onun işi gerçekten çok zordur. Aslında o kişi tek başına değil, yalnızca yalnızdır. İnsan, yalnız değil, diğerleriyle birlikte tek başına var olmalıdır. Yoksa peygamberimizin sancaktarı Eyüp El-Ensari gibi, azizlik mertebesine yükselmiş iki Bizanslı doktorun Cosmos ve Damian’ın mezarları üstüne gömülür giderler. İnsanda başka birinin üzerine toprağa verilir ve işi biter.
Oysa yaşam her şeydir. Patatesli çörek, soğan, ucuz sigara, ter, nefes, osuruk, dışkı, birbiri içinde olduğu gibi, insanda, hayatın içindedir. Tabii ki; yanında şekerleme, çikolata, güzel karşı cinsler ve temiz yataklar ile birlikte.
Hayat; selvi, çam, çınar ağaçlarının gölgeleri ve güneşin parlaklığı altında yarınla devam eder. Konstantinos ve Sultan Mehmet bugün olmadığı halde, saray, cami, kilise ve servetler de güneşin ışıkları altında hala durmaktadır.
Yaşam, her şey rağmen kendi yolunu izlemektedir. İnsan tebessüm ve sevgiyle yaşamı sürdürmelidir. Belki Tanrı’nın sevgi olduğuna inanmak en iyi yoldur, yaşamı güzelleştirendir. Belki de Tanrı, insanın yaşamı değil, insanın kendisidir. Bilirsiniz Kabe’de kara taşın üzerindeki yazı Arapça değildir, Aramca’dır. İlk Hıristiyanların ayinlerde kullandığı, Yahudilerin Babil’den öğrendiği Aramcadır ve taşın üzerindeki yazıda “BEN TANRI’YIM” yazmaktadır. Kutsal mikap taşındaki bu yazıyı ancak insan olan okuyabilir. Okuyamayanlar dinlerinin ortasında inançsız kalmış olanlardır.
Ama mikap taşının üzerindeki bu yazıyı okuyanlar bu kez, Tanrı’ya inanmayı bırakıp onu aramaya başlarlar. Kendini bilmeye çalışırlar. Kendini bilmeye çalışanlar, önce bulmaya çabalarlar, ama bulmanın ne kadar güç olduğunu görünce, aramanın o kadar kolay olduğuna karar verirler. Tanrı’yı ve kendini ararken de; hayatın anlamını aramaya dönerler. Bunun kendini tanımak olduğunu farkederler.
Gördünüz mü? Tanrı’ya ihtiyaç var. Tanrı, yaşama ve günahlara izin vermek için olmalıdır. İnsan da nehir gibi olmalı, Tanrı’ya ve kendine ulaşmak istediğinde denize inen nehir gibi zikzaklarını arttırmalı, gerekirse günahını, hatasını çoğaltıp, yaşadıkları ile kendine ulaşmalıdır. Sonra da, tıpkı suya doyan kişinin kuyuya sırtını dönmesi gibi, kendini bilen de kendini arayıp sormaktan vazgeçmelidir. Tebessümle her şeye inanır ve hiçbir şeye inanmaz olmalıdır. Ama unutmamalı ki, inanmadan kendini bilmek, dar bir kapıdan geçmek gibidir, dini olmadan dindar olmak gibidir. Kendine ve tanrıya sarılmak, hayatla sarmaş dolaş olmak gibidir. Hayat işte bu nedenle zor iştir.
“Her üzüm, kendi kendisinin şaraphanesidir.”
Tanrı’nın varlığını bulamasa bile, kendi varlığı ile tanrı gibi olmanın, “ben Tanrıyım” demenin güzelliğidir, yaşam.
Teşekkürler, Toksöz B. KARASU.
Nadir Elibol
Ankara- 17 Nisan 2010