Rönesans ve reform yüzyıllarında eski Yunan Uygarlığı’nın pek çok yapıtının Avrupa dillerine tercüme edilmesiyle, Avrupa medeniyeti, karanlıklar içinden kurtulurken; şükran nişanesi olarak ta; Yunan ve Latin Kültürü’nün üstünlüğünü yıllarca dile getirdi ve savundu.
Zaman geçtikçe Yunan Uygarlığı’nın bilgi kaynağının; Orta Doğu vasıtasıyla veya doğrudan Mısır Uygarlığı’ndan oluştuğunu ve geliştiğini farkettiler. Bu kez gözleri Mısır ve Orta Doğu’ya çevrildi. Yıllarca Mısır hiyeroliflerinde metinler çözülmeye çalışıldı, gerçek bilgi kaynağı, gün ışığına çıkmıştı.
Ancak; Avrupalının düşüncesi yine bulanıktı, inançlarının kaynağı olan, eski ve onun devamı yeni ahitlerde adı geçen, bilinmeden ve doğrudan kabul edilen eski uygarlıklar ve şehirler merak uyandırmaya başladı. İlahiyatçılar ile bilim adamları, bulduklarıyla ya sustu, ya çığlık attı veya/ya şaşırdı, ya da sevindi, ama her şeyi iyice birbirine karıştırdı.
Devamını okuyun...Tevrat Yaratılış 10. Bab/8-12’de “Kuş’un Nemrut adında bir oğlu oldu, yiğitliğiyle yeryüzüne ün saldı. Rab’bin önünde yiğit bir avcıydı, İlkin Şinar topraklarında, Babil, Erek, Akat, Kalne kentlerinde krallık yaptı. Sonra Asur’a giderek Ninova, Rehovat-ir, Kalah kentlerini ve Ninova’yla önemli bir kent olan Kalah arasında Resen’i kurdu. Büyük şehir budur.”
Ne diyordu Tevrat, neresiydi buraları? Asur, Erek, Babil.
1872’de Asur bilimci George Smith elindeki tabletlerde Tufan hikayesini okuyunca ve bu şehirlerin adlarını görünce, Kutsal Kitap Tevrat’ın “dünyanın ilk ve en eski kitabı” olma ayrıcalığı sona erdi. İngiltere, onu dinleyenler ve her şey altüst oldu.
Bütün Kutsal Kitaplar başlangıcını bulamadığımız uzun bir zincirin sadece birer halkası idi.
Tevrat’ta anlatılanlar tepeler, şehirler birer birer önlerine çıkıyordu. Bir anlamda, hem kutsal kitapta anlatılanlar doğrulanıyor, hem de ilk kutsal kitap olan Tevrat, kendinden öncekilerinin benzeri durumuna düşüyordu. Grek ve Roma’nın edebi şaheserlerinin esin kaynağı bulunmuştu. Akkad, Hurri, Hitit, Kadim yakındoğu, Babil ve Asur denilirken; artık onların da Sümer orijinallerinin çevirileri veya versiyonları olduğu anlaşılıyordu. Gök cisimleri ve fenomenleri, yıldız listeleri, gezegen hareketlerinin hesaplanması, Asurbanipal’ın Ninova’daki kütüphanesinden çıkan 25.000 adet Sümer tabletinde anlatılıyordu.
Şimdi Prof. Dr. Mebrure TOSUN ve Prof. Dr. Kadriye YALVAÇ Hanım’ların Sümer dili ve grameri adlı kitabından bazı orijinal tablet çevirilerine bakalım:
İki dilli Su-İl-La (büyü) metni (90 satırdır)
“3- Tanrıların aşılmayan yemin dairesi
5- Göğün ve yerin değiştirilmeyen yemin dairesi
7- Tanrı tekdir değiştirilmez.
9- Tanrı ve insan birbirlerinden çözülmezler, ayrılmazlar.”
Su-İl-La metni’nde (el kaldırma);
“1-2 Efendi, tanrıların üstünü ki gökte ve yerde onun tekliği büyüktür. Yalnız o büyüktür.
41-43- Bütün insanlara nur koyan,
44-45- Herşeyi meydana getiren baba, bütün canlılara bakan devamlı arayan
46-47- Göğün ve yerin hükümlerini tespit eden ki, onun emrini hiç kimse değiştiremez.
48-50- Ateş ve suyu tutan, canlılara önderlik eden,
49-51- Hangi Tanrı sana eş olabilir
52-53- Gökte kim büyüktür, sen! Yalnız sen büyüksün, senin tekliğin uludur.”
Su-il-La Metni (dua metni)nin;
“7-8- Sen, senin sözün uzak gök, kapalı yerdir. Hiç kimse içine bakamaz.
9-10- Sen, senin sözünü kim kavrayabilir. Kim eş olabilir, benzeyebilir.
11-12- Bey, gökyüzünde beylikte, yeryüzünde üstünlükte, Tanrılar arasında kardeşi olan karşıt sana yoktur.
13-14- Krallar kralı, yüksek. O’nun farzıyla hiç kimse eşit olamaz. O’nun tanrılığına hiçbir tanrı benzemez.”
Bunlar nasıl ifadeler idi, Tanrı’nın tek olduğunu, Sümerlerin Tanrılar dediklerinin de, bu Tanrı’nın uygulayıcıları olduğunu anlıyorduk. Tıpkı Kuran’da anlatılan gibi;
112 nci İHLAS Suresi;
“1-De ki “o, Allah bir tektir, eşi ortağı yoktur.”
2- Allah samettir.
3- Kendisi doğurmamıştır ve hiç kimse tarafından doğurulmamıştır.
4- Hiçbir şey ona denk değildir.
Peki, Tufan hikayesinin; Babil Gılgamış Destanı’nın onbirinci tableti bulununca Tevrat’ın bir öyküsü olmadığının anlaşılması ilginç değil mi? George Smith’in 1872’deki Tufan tableti ile Tevrat’ın dünyanın ilk ve en eski kitabının olmadığını söylemesi müthiş değil miydi?
Smith’in tabletlerinde Gılgamış destanındaki evini dağıtması ve bir gemi yapmasının istediği şuruppaklı adam, Sümer Tufan’ının Babil versiyonu değil miydi?
Sümerlerin Tufan tabletinde; bir tanrı, diğerine insanları felaketten, yok olmaktan kurtarmayı istediğini, insanların da buna karşılık kendilerine şehirler kuracağını ve ibadet edeceğini söylüyordu.
“Kral Ziusudra, dindar, tanrı korkusu bilen, rüyasında devamlı tanrısal bildirmeler (vahiyler) alan bir kraldır. Duvarın arkasında tanrıları dinliyordu;
“Sol tarafımdaki duvarda durarak…
Duvardan sana bir söz söyleyeceğim, sözümü tut.
Kulak ver benim söylediklerime;
Bizden…bir tufan kult merkezlerini kaplayacak,
İnsanlığın tohumunu yok ederek…
Tanrılar meclisinin sözü kararıdır.
An ve Enlil’in emreden sözüyle,
Krallığı, hükümdarlığı son bulacaktır”
Tabletin kırık yerlerinde tufanın bütün şiddetiyle memleketi kapladığı ve 7 gün 7 gece devam ettiği anlatılıyordu.
“Bütün fırtınalar olanca güçleriyle hep birden hücum ettiler.
Aynı anda tufan kult merkezlerinin üstünü kapladı.
Yedi gün, yedi gece boyunca
Tufan memleketi kapladıktan,
Dev gemi fırtına ile büyük sulara çarptıktan sonra,
Güneş tanrısı göğe ve yere ışınlar saçarak çıktı ortaya,
Ziusudra dev gemiden bir pencere açtı,
Kahraman Utu (güneş tanrısı) ışınlarını soktu dev gemiye,
Ziusudra, kral,
Kendini güneş tanrısı önüne attı,
Kral bir öküz kesti, bir koyun kesti.”
Bu satırlar size Tevrat’ta ve Kuran’daki Nuh Peygamberi hatırlatmıyor mu? Yoksa; Ziusudra, bizim Nuh peygamber olmasın?
Tevrat Yaradılış 6.Bab;
5- “Rab baktı, yeryüzünde insanın kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte.”
6- “İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı.”
7- “Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım” dedi, “Çünkü onları yarattığıma pişman oldum”
- “Ama Nuh Rab’bin gözünde lütuf buldu.
12- “Tanrı yeryüzüne baktı ve her şeyin ne denli bozulduğunu gördü. Çünkü insanlar yoldan çıkmıştı.”
13- “Tanrı Nuh’a, “İnsanlığa son vereceğim” dedi, “Çünkü onlar yüzünden yeryüzü zorbalıkla doldu. Onlarla birlikte yeryüzünü de yok edeceğim.
14- “Kendine gofer ağacından bir gemi yap. İçini dışını ziftle, içeriye kamaralar yap.”
15- “Gemiyi şöyle yapacaksın: Uzunluğu üç yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın olacak.”
16- “Pencere de yap, boyu yukarıya doğru bir arşını bulsun. Kapıyı geminin yan tarafına koy. Alt, orta ve üst güverteler yap.”
17- “Yeryüzüne tufan göndereceğim. Göklerin altında soluk alan bütün canlıları yok edeceğim. Yeryüzündeki her canlı ölecek.”
18- “ Ama seninle bir antlaşma yapacağım. Oğulların, karın, gelinlerinle birlikte gemiye bin.”
19- “Sağ kalabilmeleri için her canlı türünden bir erkek, bir dişi olmak üzere birer çifti gemiye al.”
20- “Çeşit çeşit kuşlar, hayvanlar, sürüngenler sağ kalmak için çifter çifter sana gelecekler”
21- “Yanına hem kendin, hem onlar için yenebilecek ne varsa al, ilerde yemek üzere depola.”
- Bab;
4- “Çünkü yedi gün sonra yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdıracağım. Yarattığım her canlıyı yeryüzünden silip atacağım.”
11-“Nuh altı yüz yaşındayken, o yılın ikinci ayının on yedinci günü enginlerin bütün kaynakları fışkırdı, göklerin kapakları açıldı.”
12- “Yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdı.”
17- “Tufan kırk gün sürdü. Çoğalan sular gemiyi yerden yukarı kaldırdı.”
18- “Sular yükseldi, çoğaldıkça çoğaldı; gemi suyun üzerinde yüzmeye başladı.”
19- “Sular öyle yükseldi ki, yeryüzündeki bütün yüksek dağlar su altında kaldı.”
20- “Yükselen sular dağları on beş arşın aştı.”
21-22 “Yeryüzünde yaşayan bütün canlılar yok oldu; kuşlar, evcil ve yabanıl hayvanlar, sürüngenler, insanlar soluk alan bütün canlılar öldü.”
23- “RAB insanlardan evcil hayvanlara, sürüngenlerden kuşlara dek bütün canlıları yok etti, yeryüzündeki her şey silinip gitti. Yalnız Nuh’la gemidekiler kaldı.”
24- “Sular yüz elli gün boyunca yeryüzünü kapladı.”
- Bab;
3- “Sular yeryüzünden çekilmeye başladı. Yüz elli gün geçtikten sonra sular azaldı.”
4- “Gemi yedinci ayın on yedinci günü Ararat dağlarına oturdu.”
5- “Sular onuncu aya kadar sürekli azaldı. Onuncu ayın birinde dağların doruğu göründü.”
6- “Kırk gün sonra Nuh yapmış olduğu geminin pencerisini açtı.”
20- “Nuh Rab’be bir sunak yaptı. Orada bütün temiz sayılan hayvanlarla kuşlardan yakmalık sunular sundu.”
Tevrat’ta 6.Bab’da başlayan Nuh Tufanı ve Nuh’un Gemisi’nin başından geçenler 9.Bab’a kadar dinsel sembollerle anlatıldı. Sümerlerin benzer öyküsü bu kez Kuran’da; nasıl yer aldı ona bakalım,
HUD Suresi’nde 11/36-49 ncü ayetlerde;
37 “Bizim nezaretimiz altında ve vahyimiz gereğince gemi yap ve zulmedenler için bana affedilmelerini söyleme, çünkü onlar mutlaka suda boğulacaklardır”
38 “Nuh gemiyi yapıyor…
39 “Artık pek yakında insanı perişan edecek azabın geleceğini ve devamlı bir azabın kimin başına konacağını bileceksiniz” dedi.
40 “Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynadığı zaman Nuh’a dedi ki; “Hayvanların her cinsinden erkek ve dişi olmak üzere ikişer çifti ve hakkında söz geçenler müstesna, aile halkını, bir de iman edenleri gemiye yükle”
41 Nuh dedi ki; haydi bini içine, akıp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır.
42 “Gemi, onları dağlar gibi dalgalar içinde yüzüp götürüyordu.
44 “Kafirler boğulduktan sonra Allah tarafından, ey arz suyunu yut, ey gök sende tut” denildi. Su çekildi ve iş bitirildi, gemide Cudi dağının üzerinde durdu.
48 “Denildi ki; Ey nuh! Sana ve gemide seninle beraber bulunanlardan türeyecek ümmetlere bizden bir selamet ve bereketlerle gemiden in…”
54 ncü sure El-Kamer suresi ayet;
“11- Bunun üzerine, boşalan su ile semanın kapılarını açtık.
12- Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık, her iki su göğün ve yerin suları takdir edilmiş bir işin olması için birleşti.
13- Biz Nuh peygamberi, iman edenlerle birlikte ağaçtan yapılmış çiviler ile çakılmış bir gemiye bindirdik.
23 ncü sure (El-Mümin) ayet;
“27- Bizde ona şöyle vahyettik. “Bizim nezaretimiz altında ve vahyimizle gemiyi yap. Nihayet azap emrimiz gelip de tandır kaynayınca, hemen ona, her canlıdan birer çift erkek ve dişiyi, bir de üzerine azap vacip olandan başka aile halkını koy… O zulmedenler…Boğulmaya mahkum olmuşlardır.”
Böylece Kuran’da tekrarlanan bu benzer hikaye; Enam suresi 6/6, Araf Suresi 7/59-63,64, Yunus Suresi 10/73, Enbiya Suresi 21/77, Şuara Suresi 26/118,119,120, Ankebut Suresi 29/14,15 ve Hakka suresi 69/11,12’de anlatıldı durdu.
Anlaşıldı ki, Smith’i bu denli derinden etkileyen, birleştirmiş olduğu parçaların İncil’deki tufanın bağımsız bir anlatımını içermesiydi. İncil’in Tanrısını bilmeyen bu insanların sözcükleri, İbrani öyküsünün neredeyse tıpkısı bir öyküde anlatılmaktaydı: bir tanrının araya girmesiyle tufandan kurtulacak olan birinin seçilmesi; bir ahşap tekne yapımı için gerekli süreye olanak tanıyan erken uyarı; her türden hayvan, bitki ve sürüngenin bu tekneye doldurulması; teknenin bir dağ yamacında karaya oturması; bir güvercinin, bir kuzgunun ve bir kumrunun karayı bulmak için gönderilişinin ayrıntıları; bir kurban sunumu; ve tanrıların yeryüzünü yeniden asla ilkel sulu kaosuna geri döndürmeyeceklerine ilişkin sözü…
Sakın bu örneklerdeki gibi kutsal kitaplar birbirinin emanetçisi olmasın?
Bence; Demek ki herkes, herkesten beğendiklerini önce emanet alıyor, yıllar sonrada unutup “benim” diyor, zaman geçince de kendinin söylediğini zannediyordu.
Süleyman Mabedi’nde kohenler, rahipler ve onların yardımcıları leviler yaşardı. Kohenlere baş rahip “Kohen Gadol”a leviler yardım ederdi, “Tsadok ailesi” tapınaktan sorumlu idi. Levilere de ayrı iki aile bakardı “ağabeyator” ve “Eli” aileleri. İleride bunu bilen birileri de islamiyetle Kabe’nin güvenlik ve korumasını bir aileye verecek ve onun adı da Kureyş Ailesi olacaktı.
Evet tüm dinler, birbirinin ardınca sıralandıkca, tek hedef olarak insan yaşamına uygun, onun anlayıp kabullenebileceği, benzer yasalar ve kurallar taşımasını amaçladı.
Çağlar öncesinde o günün şartlarında doğan ihtiyaçlarla boy vermişler, öğrendikce zenginleşmişler, bilinmez hakikat arayışıyla bu gelişim sürüp gitmişti. Koşa koşa günümüze geldiğinde, din herkesin ve her kültürün ihtiyacına göre uygulanır olmuştu.
Din , aslında insanın yaşam biçiminin şekillendiriyordu. İnsan yaşamının kurallarını ve ritüellerini oluşturuyordu.
Hem yakın komşumuz Yahudiliğe bir göz atalım; oradan kendi yaptıklarımızı, bizimdir dediklerimizi hatırlayıverelim :
Yahudiler “PESAH” bayramında kurbanlık kuzu keser, kesilen boğaya veya kuzuya ibranice “korban” denirdi. Yahudiler Bek-Ha-Mikdas’a (Süleyman Mabedine) yeni yılın başlangıcı olan 14 Nisan öğlen vakti doluşurlar, evlerini köşe bucak temizlerler, Şofarlar çalındığında sunakta boğalar ve kuzular kurban ederlerdi. Kurban olarak sunulacak boğa veya kuzuların boynuzları ve başı zeytin yapraklarıyla süslenirdi. Kurban kanı sunağın tabanına serpilir ve evlerinin kapılarına sürülür. Bu arada “Hallel” duası okunurdu. Bir gurupta bu kurbanları kemiklerini kırmadan ateşte kızartır, hiçbir parçası kalmayacak şekilde birlikte yerdi.
Herkes “Bikurim” denilen ilk turfanda ürünlerini özellikle incir ve üzümünü kohenlere sunarlar, kohenler ürünü havaya kaldırır, Tanrı’ya dua eder. Ziyaretçiler sepetlerini yere bırakır ve oradan ayrılırlardı. Bu bayramın diğer adı Hamursuz Bayramıdır. Mısır’da kaçarken mayalayamadıkları hamurlarından yaptıkları ekmeklerin anısına veya Mısır’daki esaretten kurtuluşlarının anısına özgürlük bayramıydı o gün.
Müslümanların kurban bayramı gibidir, Müslümanlarda boynuzları süslenmiş koyun kuzu kesmez mi? Helal olsun diye canlı iken, hayvanın kanını akıtmaz mı? Kurbanı kimin adağı olarak kesti ise, kanını ona sürmez mi?
“ŞAVUOT” bayramı, Pesah’ın ikinci günüden 7 gün sonradır. Tora’nın Yahudilere veriliş zamanıdır, Ramazan ayının 27nci günü ve Kur’anın indiği Kadir gecesinin aslıdır. Şavuot Bayramı Tora Bayramı olarak da bilinir, yani Tora’nın Yahudilere veriliş zamanı anlamına gelmektedir, tıpkı Kur’an’ın Müslümanlara veriliş günü gibi, Tanrı’nın peygamber Moşe’yle, Sina Dağı’nda konuşup, on emri ona verdiği, vahyettiği zamandır. Kardeşi AAron’un onu müjdelediği andır.
Müslümanlar da buna aynen uymuşlar, yeni kahramanlara uyarlamışlardır. Hz. Muhammed 610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesinde (Ramazan ayının muhtemelen 27 nci günüdür) Hira Dağı’nda düşünceye dalmış iken, Cebrail ona ilk sure olan (ancak günümüzde Kur’an’da 96 ncı sırada yer alan) Alâk Suresi’nin ilk beş ayetini okumuştu. “Ey Muhammed! Yaratan insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin en büyük kerem sahibidir” demişti. İbrani dilini ve eski dinleri çok iyi bilen, Tevrat’a ve İncil’e çok hakim ve onları Arapçaya çevirmiş olan amcasının oğlu Hıristiyan “Varaka Bin Nevfel”e Muhammed bu durumu anlattığında, Kabe’de dört Tanrı vardı. Lat, Uzza, Menat ve Ellah, her kabile farklı tanrılara ibadet ediyordu. (Kur’an-ı Kerim Necm 53 sure 19-20 ayetler) Ayrıca amcası Ebu Leheb’te Ebd-ül Uzza-Uzza’nın kolu putperest idi, babası Abdullah’da “Abd-ül Allah”a tapan bir putperest idi. Adı da Allah’ın kulu anlamına geliyordu. Varaka Bin Nevfel Muhammed’e “Müjde sana ya Muhammed, Allah’a yemin ederim ki, sen Hz. İsa’nın haber verdiği son peygambersin. Gördüğün melek de, senden önce cenab-ı hakk’ın Musa’ya göndermiş olduğu Cebrail’dir” demişti.
…………&…………
“YOM-KİPUR” Yahudi inançlısının zaaflarını yenmeye azmettiği ve ruhuyla vicdanını arındırma yolunda Tanrı’ya gönlünce yaklaşmaya çalıştığı, aklanmayı dilediği gündür. Yom-Kipur, en ulvi, en kutsal gündür. Nedamet, pişmanlık, dua ve yakarış içinde vicdanıyla hesaplaşmadır. Tanrı huzurunda kendini yargılamadır, temize çıkmadır. Vicdan muhasebesidir. Yeme, içme yasağı oruç ve ibadet günüdür. Yom Kipur’da dargınlıklara son verilir, barışılır, herkes birbirinden af diler.
Ramazan ayından 15 gün öncesine denk gelen “BERAT” kandili denilen gecede (Şaban ayında) Müslümanlar için, melekler bir yıllık bilgileri, talimatları ve yapacakları işlerin ayrıntılarını bu gece edinirler. O gece gökyüzünden inerek insanları günahlarından dolayı cehenneme gitmekten önler veya yine aynı melekler, ölüm emri verilenlerin listesini alırlar. Bu nedenle bu gece Müslüman yıl içinde yaptıklarının hesabını çıkarır, kırdığı kalpler, incittiği komşusu, haksızlık yaptığı müşterisi, zarar verdikleri ile vicdan hesabı yapar. Hayatı doğru yaşayıp yaşamadığını değerlendirir. Yahudilerin YOM-KİPUR’u gibi, Müslümanın da BERAT Kandili tövbe gecesidir. Her ikisi de geceyi ibadet ile, gündüzü de oruç ile geçirir. Güneşin batmasıyla gece başlar. Affedilmeyi dilerle, rızıklanmak isterler, hastalıklara şifa ve afiyet isterler, Tanrılarıda onların isteklerini verir.
“YOM KİPUR” bayramında sabah dualarının adı “ŞAHRİT”tir. Bu günlerde “Levililer” kitabının bazı bölümleri okunur, bunlara İbranice “MUSAF” denir. Müslümanlarda Kur’an’ın bölümlerine MUSAF, alt parçalara CÜZ derler. Yom-Kipur’da “NEİLA” denilen (kapanış) bölümünde PİZMON’larda 13.pizmon’da “sana yakarıyoruz bakışlarını birliğimize yönelt ve kabahatlerimizle zaaflarımıza bakma bizi affet tanrım” derler, tıpkı Kur’an’daki Fatiha suresi gibi. Müslümanlarda, Fatiha (1) ayet (5-6-7); “Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız, bize doğru yolu göster, kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğu kimselerin yolunu, Amin” derler.
13.pizmandan sonra yedi kez okunan “Ad…Elahenu, Ad…Ehad” ile bitirilir, yani “Ad…Tanrımızdır, ad…tekdir” derler. Müslümanın “üç Kulfü bir Elham” dediği ritüel, yani bir Fatiha suresi ve üç adet İhlas suresi okunması buradan esinlenmiştir.
Bakın, Kur’an’da İhlas Suresi 112. (ayet 1-2-3-4)
“(1) Kul hüvallahü ehad, (2) alahhussamed (3) lem yelid ve lem yuled (4) ve lem yekün lehü küfüven ehad” diyor, yani, İbranilerin “Ad… Tanrımızdır, ad…tekdir” ifadesi, “De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir” şeklinde söylenmektedir.
Görüyorsunuz! İbraniler “Ad…Elohenu, Ad…Ehad” derken, Müslümanlar “Allahü ehad, Allahüssamed” diyerek dualarını tamamlıyorlar. Yahudiler hep bir ağızdan yedi kez tekrarla “Ad….Elohenu Ad….Ehad” (Ad Tanrımızdır ve Ad …Tekdir) diyerek duayı bitirirler. Müslümanlarda İhlas suresi (112) ayet 1’de “Kulhü Allahul Ehad, Allahül samed” (O Allah birdir ve Allah sameddir) diyerek tamamlıyorlar.
Her ikisi de Tanrı’nın adını söylemez, biri belirsiz bir “Ad…” der, diğeri bir zamirle “O” der. Her ikisi de Tanrı için “Ehad” “tek” ve “bir” kelimesini kullanır.
…………..&…………
Bakın Yahudiler 13 ncü Pizmon’da “Sana yakarıyoruz; bakışlarını birliğimize yönelt ve kabahatlerimizle zaaflarımıza bakma, Tanrım! Amen” derken, Müslümanlar Fatiha suresinde 5-7’de “Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız, Ey Allah! Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu, gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil! Amin” derler.
“Amen” veya “amin” diye biten yakarışlar tesadüf mü? Yoksa Mısırlardan mı emanet? Mısır tanrısı Amen’e mi ithaf etmek gerekir? Eski Mısır eserlerinde RA ve AMON’un sıkça adı geçer. Musa’nın “adı belli olmayan” “YHVH” Tanrısı ile Mısır’ın “Gizli olan Tanrı” anlamına gelen “Amon” aynı olabilir mi?
Hunefer Papirüsü’nde (MÖ 1370) denilen;
“Sana kulluk ederim… Sen ışık saçarsın, ey sen tanrıların taç sahibi kralı. Semanın Rabbi sensin, yeryüzünün rabbi sensin; yükseklerde ve derinlerde olanların yaratıcısı sensin. Sen zamanın başlangıcında olan Tek Tanrısın. Sen yeryüzünü yarattın, insana biçim verdin, göğüm sulu derinliğini sen yaptın, Nil’e sen şekil verdin, büyük derinliği sen yarattın ve onun içindeki her şeye sen hayat verirsin. Dağları birbirine sen bitiştirdin, sen insanı yaptın ve tarladaki hayvanları sen var ettin….Emrettiğin her şey hemen olur. Selam sana ey ilahi gençlik, sen ölümsüzlüğü miras alan, sen kendini vücuda getiren. Selam, sen kendini doğuran. Selam, ey sayısız şekillerin ve yüzlerin yaratıcıs, Sen dünyanın kralı…. Ebediyetin Rabbi ve ölümsüzlüğe hükmeden…. Ey Amon-Ra…. Sen göğün üzerinden geçersin ve her yüz seni görür…. Sen bilinmeyensin, hiçbir dil senin neye benzediğini anlatamaz; yalnızca sen bunu yapabilirsin. Sen Tek’sin…. İnsanlar seni isminle överler ve senin adınla yemin ederler; çünkü sen onların Yüce Rabbi’sin….” Sözleri Amen’i mi anlatıyordu? Yoksa İbranice kökenli “Amin” (kabul eyle, kabul olsun) demek mi idi? Onun için mi Hıristiyanlarda, Müslümanlarda yakarışlarında Amin’i kullanıyordu.
Bakın! Murat Yurdakök kardeşim ne diyor, “Işığa Doğru” adlı kitabında? “Amin sözcüğünün çoğu zaman Kur’an-ı Kerim’in birinci suresi olan Fatiha’dan sonra söylenmesine rağmen, Kur’an-ı Kerim’e ait bir sözcük olmadığı kabul edilmektedir. Hz. Muhammed Fatiha süresini okurken “ ve leddalin” dediği sırada, Cebrail kendisini, “amin de” diye uyarır, bunun üzerine peygamberimiz de “amin sözünü bana Cebrail öğretti” diye bildirir. Bu nedenle “amin” sözcüğü Fatiha suresi okunduktan sonra söylenir. Ancak Şiiler bunu kabul etmezler ve namazda “amin” denirse, o namazın kabul edilmeyeceğine inanırlar.
Eski Mısırlılar’ın “Amenti” inancı ile, Arapça “Amentü” arasında sözcük olarak benzerlik vardır. Eski Mısır’da Horus’a ibadet edenler dualarını “Amen-ti” diyerek sonlandırırlardı. Eski Mısır inancına göre ölen insanın ruhunun “Ka” gittiği ölüler ülkesinin adı “Amenti”; bu ülkede yol gösteren tanrıçanın adı da “Amentet” (Amonet, Amaunet) idi.
“Amentü”, sözcük olarak Arapçada “inandım” demektir. Her dinin bir “amentü”sü vardı. İslamiyet’te temel inançları kapsayan bu sözcük, zamanla İslam’ın iman esaslarını içeren bir metnin adı haline gelmişti. “İslam’ın Amentüsü” olarak kabul edilen bu metin, imanın altı şartının açıklandığı, “Amentü” sözcüğü ile başlayan ve türkçesi “Allah’a, meleklere, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine, ölümden sonra dirilişin olduğuna, Allah’ın bir olduğuna ve Hz. Muhammed’in onun kulu ve resulü (peygamberi) olduğuna inanıyorum” şeklindeki duadır, diye anlatıyor.
Müslümanlar peygamberin anasının adının da Amine olduğunu söylerler, “inanılacak, kabul edilecek kadın” demektir. Amine, biz Anadolu’da onu “Emine” diye hatırımızda tutacağız.
………….&………….
Gelelim sünnet’e !
Yahudilerde “BRİT-MİLA” penisin ucundaki derinin kesilmesidir. Avraham’ın (İbrahim’in oğlu Yişmael (İsmail)’i ve evdeki bütün erkekleri) 8 günlük erkek bebekleri sünnet etmesidir.
Tekvin (17):9-13’de şöyle anlatılır; “Ve Tanrı İbrahime dedi: Ve sen ise, sen ve senden sonra zürriyetin nesillerince, ahdimi tutacaksınız… Sizinle ve senden sonraki zürriyetinle benim aramda tutacağınız ahdim budur; aranızda her erkek sünnet olunacaktır. Ve gulfe etinizde sünnet olunacaksınız ve sizinle benim aramdaki ahdin alameti olacaktır. Ve aranızda evde doğmuş yahut senin zürriyetinden olmayıp her yabancıdan para ile satın alınmış olan sekiz günlük her erkek çocuk nesillerinizce sünnet olunacaktır. Ve senin evinde doğmuş olan ve senin paranla satın alınmış olan mutlaka sünnet olunacaktır ve ahdim ebedi bir ahit olarak sizin etinizde olacaktır.” Müslümanlarda bunu aynen devam ettirmişlerdir.
Penisin sünneti çok önemlidir. Bu kesilen deri parçasıyla Yahudinin yüreği sünnet olur, kulağı sünnet olur, dili sünnet olmuş olur. Yermiyahu (6) ayet 10’da “İşte onların kulağı sünnetsizdir ve iyi dinlemezler” Yehezkel (44) ayet (7-9) “İsrailoğulları’ndan hiç biri yüreği sünnetsize ve eti sünnetsiz ecnebi makdişime girmeyecek” derken, yüreği sünnetli olanlar, Tanrı’nın emirlerini yüreklerinin derinliklerinde hissederler, kulağı sünnetli olanlar, kendilerine söylenenlerin onların itaatlerini engellememesi için duyulmamasını sağlayanlardır, duymak istemeyenlerdir. Dili sünnetli olanlar, gerektiği yerde gereken şeyi söyleyen veya söylememe becerisini gösterenlerdir. Onlar yalnızca anlama ehliyeti olanlara söz söyleyenlerdir. Bu törene “ŞASA” veya “BLADA” denilir. Yeni doğan erkek bebeğin doğduğu haftanın Cuma sabahı bu tören yapılır. Anne ve bebeğin yatağının etrafında dualar okunur, amaç onları kötü ruhlardan korumaktır. Nohut, fasulye, bezelye kaynatılır. Sünnet derisi mezarlığa gömülür. Bu adet Asya’da Türklerde de görülür. Türklerde bu tören “Albasma”sını önlemek için yapılır.
Hani; Hz. İbrahim ilk oğlu İsmail’i tanrısına kurban etmek istemişti de Tanrı onun sevgisini görerek, bir koç göndermişti, onun kanının akıtılması, onun etinin Tanrısına adanması istenmişti ya! İbrahim’de koçun etini tanrıya kurban sunmuştu. Nasıl olmuştu da Yahudiler her erkeğin gulfe etinde sünnet olmasına bu işi dönüştürmüşlerdir? Nasıl olmuştu da Hz. Muhammed’de sünneti sünnet kılmıştı? İbrahim’in hikayesi et parçasını Tanrı’ya sunmak olarak, örnek ve dayanak gösterilebilir, ama kurban edilme nasıl bir erkeğin penisinin ucunda bulunan derinin kesilmesine dönüştü? Neden penisin ucundaki deri yerine, Hz. İbrahim’in anısına bir elinin parmağı veya kulak memesi kesilip tanrıya sunulmadı, hiç düşündünüz mü? Neden penisin derisi?
Anadolu’nun MÖ1300-300lerde misafiri olan Frigler bu sünnet işine neden olmuşlar; Ana tanrıça Kibele için düzenlenen ayinlerde rahipler, rahip yamakları, halk bir altarın üzerinde bulunan Kibele heykeli ve ateş etrafında onu ortaya alarak, dairesel dönüşlerle dans ederlerdi. Kimileri def, davul kimileri zurna çalarken, şarap içip keyif verici ardıç tohumu çiğnerler, şarkıları göğe yükselirdi, heyecan doruğa çıktığında, rahip veya bir kişi halkadan ayrılarak altarın yanına gelir ve bıçağı ile penisini kesip, ana tanrıça Kibele’ye sunardı. Onunla birlikte olmayı amaçlıyor olmalıydı. Ancak çaresiz zavallı, çoğu kez kan kaybından ölürdü, çok ender olarakta yaşamını sürdürebilirdi, o yaşarsa artık o bir ermiş olur ve buna “GAL” olma denilirdi. Sanki sihirli bir benzerlikle Türklerin Şamanı da davulunu çalıp dans ederken, göğe yükseldiğini söyleyerek, ana tanrıça ile ilişkiye girip geri geldiğini anlatırdı, ancak akıllı şaman pek çok defa bunu yapabilmek için penisini asla kesmezdi. Anadolu’da gezinen Yahudiler Friglerin bu tanrısal adağını tehlikesiz hale getirmek için penisi değil ucundan deriyi kesmeyi ve parçasını Tanrıça’ya adamayı yeterli görüp, bu işi öğrenip, ataları Hz. İbrahim’e bağlayıvermişlerdi.
Tekvin 17:9-13’de “Aranızda her erkek sünnet olunacaktır ve gulfe etinizde sünnet olunacaksınız ve sizinle benim aramdaki ahdin alameti olacaktır.” Sonra (Tekvin 34:14-17) (Çıkış 4:24-26) (Çıkış12:48) (Yeoşua 5:2-9) da bu penisin derisini kesme anlatıldı durdu.
Hz. Muhammed’de ümmetini diğerlerinden, özellikle 600 yılda hızla bütün dünyaya yayılan Hıristiyanlardan ayırmak için bu sünnet işine sahiplendi.
………..&………..
Başka bir öykü; Musa hani 10 emri almış, sırtında iki taş levha ile dağdan inmişti ya? Hani (Çıkış:20:2-3) “Seni Mısır diyarından esirlik evinden çıkaran TANRIN BENİM. Karşımda başka ilahların olmayacaktır” demişti de, herkes “tanrın benim”i duymuştu. Musa alevler içindeki çalıların arasından gelen bu ses sonrasında levhaları alıp 40 gün sonra aşağıya inmişti. (Hani, alevlerin içinden levhaları alabilmek için, Musa önce çalının üstüne sonra altına, sonra soluna, daha sonra da sağına vuruyordu ya, Hıristiyanlar da “haç çıkarırken” bu hareketi yapmayı uygun gördüler)
Sırtındaki ilk levhalar Tanrı’nın parmağı ile kazınmış olan eski Akad ve Aran harfleriyle yazılmıştı. Her iki tarafı Tanrı’nın yazısı ile yazılmış bu iki levha neden aramca idi? Bilen mi var? Sonra Babilden sürgünden dönünce bu levhalar İbranice mi yazıldı? Ah! O ilk levhaları Musa kızarak kırmasaydı! Musa’nın kardeşi AAron bu altın buzağı yaptırmasaydı! Ah! (Tensiye 10:2) “ve parçaladığın evvelki levhalar üzerinde olan sözleri bu levhalar üzerine yazacağım ve onları sandığa koyacaksın” demeselerdi!
Yahudi inanç kültüründe bu on emirlere “Aseret Ha-Diberat-On Söz” denilir. İlk levhaların Tanrı’nın parmağı ile yazıldığı söylenir. Ancak kullanılan dil eski akad ve eski aram harfleridir. Yıl tahminen M.Ö. 1280-1250 arasındadır. Yahudiler henüz İbranice yazıyı bilmemektedirler. On emrin İbranice metninin Naş papirüslerinde M.S.1.yy’da yazıldığı görülmüştür. Devamında 613 emir onu takip etmiştir.
Keşke Mısır’da “Suçsuzluk Taahhüdü” adlı hiyoralif belgesi 1954’de bulunmasaydı,
- Çalmayacağım,
- Zina etmeyeceğim,
- Öldürmeyeceğim,
- Yalan yere yemin etmeyeceğim,
- Yalan söylemeyeceğim,
Diyen bu metin bulunmasaydı, insanın insana taahhüdü olan bu sözlere
- Tanrın benim
- Put yapamayacaksın
- Rabbi adını ağzına alma
- Şabat günü unutma
Sözlerinin eklenmiş olduğu anlaşılmayacaktı. Herkes 10 emri orijinal sanacaktı.
Kur’anda ise bu on emrin benzeri İSRA Suresi (17)’nde anlatılacaktır;
23- Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti.
26- Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver.
29- Eli sıkı olma.
31- …….çocuklarınızın canına kıymayın. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.
32- Zinaya yaklaşmayın.
33- Haklı bir sebep olmadıkca Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın.
34- Yetimin malına yaklaşmayın, verdiğiniz sözü de yerine getirin…
35- Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın.
36- Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme.
37- Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma.
39- Allah ile birlikte başka ilah edinme.
Kur-an’ın özeti olarak belirtilen Bakara Suresi (2)’nin 177.ayeti de, “suçsuzluk taahhüdü” veya “on emir” veya “İsra” suresinde anlatılanlar şöyle özetlenir:
“Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik o kimsenin iyiliğidir ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır, Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekat verir. Andlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır.”
……………..&…………….
Şimdilik dini kuralların benzerliğini bırakalım insan yaşamındaki, toplumsal birliktelikteki dini kuralları, gelenekleri, yaşantılarını gözleyelim :
Yahudiler “ERUŞİN” yada “KİDUŞİN” dedikleri söz kesme veya nişan töreni yapıyorlar. Sonra da “NİSUİN” veya “HUPA” dedikleri nikah töreni evlenme töreni yapıyorlar. İki tören arasında bir yıl süre bırakıyorlar. Nişanda bağlayıcı metin düzenlenir. Bu arada erkek ile kadın arasında istekler ve maddi ayrıntılar belgeye kaydedilir. Damat gelinin babasına “MOHAR” öder, ileride bunun adını Kur’anda “MEHİR” olarak göreceğiz. Bunun tersini de yaparlar, kız babasının damada verdiği paraya DRAHOMA derler, amaç gelinin eski alıştığı yaşam biçimini damadın evinde de sürdürsün diyedir.
Gelinin çeyizinin sergilenmesine “APARAR AŞUAR” denir, bu durum biz de kına gecesinde çeyizin gösterilmesi değil midir? Bizdeki kına gecesi nereden çıkmış dersiniz? Yahudiler gelinin saçları, parmakları, tırnakları kınalarlar, güzel olsun diye. Çocukluktan çıksın kadınlığa hazırlansın diye. Geline hediyeler verilir, damat gece de olmaz o da sinagogta “TORA” okumaya çağrılır. Bunun aynısını damat kına gecesine sokulmayarak yapmıyor muyuz?
Hani iki bayram arasında evlenilmez derler ya, bir bu eksikti! “OMER” zamanı yani Pesah ve Şavuot arasında evlilik yoktur. Roş-aşana ve Yom-Kipur arasında evlenilmemesi tavsiye edilir. Bu durum bizdeki iki bayram arasındaki evlenmeme ile aynı değil mi?
Düğün çadırı yaparlar, buna “HUPA” denir, baba evinden çıkıp koca evine gitme demektir. İnsanın aklına HOPPA geliyor, evden, elden çıkmış kadın buradan mı gelmiş?
Düğün töreninde gelin ve damat aynı kadehten şarap içerler, bunun anlamı birbirlerine uymaları ve birleşmeleridir. Aynı hazzı ve neşeyi paylaşmalarıdır. Hıristiyan nikahlarını hatırlıyor musunuz?
Evlenme töreninde bir torba içinde bardak veya tabak kırarlar. Hiçbir parçası kaybolmaz. Bu en mutlu anda bile Süleyman Mabedinin yıkılışını unutmadıklarını göstermek içindir. Anadolu’da birlikte içilen testi ve kaseyi kapının önünde kırma buradan mı emanet?
Hani Musa dağdan indiğinde çadırına gelen ilk inançlı Aaron var ya! Onun soyundan gelenlere Kohen denir. Kohenler diğerleri ve halk için tanrı katından bereket dilemekle görevlidirler. Kohen bereket dileme görevlisidir. Levilerde Süleyman Mabedinde Levi Kabilesinden İsadok ailesinden olanlardır ve kohenlerin yardımcılarıdır. Biz ondan aşağı kalır mıyız? EHLİ BEYT adı altında peygamberimizin soyundan gelenleri, Kureyş Ailesin’den olanları da biz görevlendirmedik mi?
KOHANİM kutsamasında sabah akşam ibadetleri sırasında KOHEN ellerini havaya kaldırır. (Buna “NETSİYAT KAPAYİM” “avuçların kaldırılması” denir.) Hatırlayın bakalım, imam avuçlarını nasıl açıyor? Bizler nasıl açıyorduk? Onun okuduğu dualar sonrasında ne diyorduk “amin” değil mi, Mısırlılar gibi değil mi? Yahudiler de duada ellerini göğe kaldırıyor ve avuçlarını açıyorlar. “Amin” derken de, ellerini omuz hizasına getirip şükrediyorlar.
Yahudi inancında; Yaşama, Tanrı tarafından insana verilmiş en değerli hediye deniliyor. Bizde aynısını tekrarlıyoruz. İntihar etme, öldürme, en büyük günahtır. Çünkü hayat kutsaldır diyoruz. Aynı şeyi söylüyor, ama farklı konuşuyoruz. Yahudiler bu dünyada yaşamaya değer veriyor, biz ise, “bu dünya fani” diyerek, bilinmez öbür dünyaya hazırlık yapıyoruz. Ah bu Hıristiyanlar gökteki krallıkla bizlere ne kadar zarar verdiler. Bizi nasıl şaşırttılar.
Yahudiler ölümle ağlamaz, sızlanmaz, sembolik olarak elbiselerini yırtarlar. Tanrı’nın adaletine boyun eğdiklerini söylerler, yedi gün çalışmaz, ilk üç gün yerlere oturur, selam vermez, selam almazlar, yedinci güne kadar yıkanmaz, et yemez, şarap içmezler. Matem günü bizler ölü evine yemekler getiririz ya; onlar da ekmek, peynir, zeytin, haşlanmış yumurta yerler. Cenazenin defninden sonra eş dost yemek sofraları hazırlarlar. Ölüleri yıkar kefenlerler. Cesedin başından ayaklarına kadar ılık su ile yıkarlar, bedeni oturtup, başından üç kova su dökerken, bakın bakalım! Biz nasıl yapıyoruz? Cenaze evinde kapı örtülmez ışıklar yanık olur değil mi? Yahudilerde bir mum veya lambayı yanık tutarlar.
Yahudiler kitapların Levililer ve Tesniye bölümünde beslenme ile ilgili yasalarını anlatırlar. Yeme içme işleri de birbirinden ödünç alınmıştı. Yahudilere kalamar, midye, tarak, salyangoz sürüngenleri yasaktır. Istakoz, karides, yengeç gibi kabuklu su hayvanlarını yemezler. Öldürülmüş hayvanların etini yemezler. Yırtıcı ve vahşi hayvanların etini yemezler. Toynakları yarık olup, geviş getirmeyen veya toynakları yarık olmayan geviş getiren hayvanların etini de yemezler. Domuz ve tavşanı bu nedenle yemezler. “Şehita” denilen hayvan kesimine göre kesimler yaparlar, “hallel” duası okurlar ve yerler. Hayvanın etini suda kanından arındırırlar. Müslümanlarda aynı yiyecekleri kendilerine yasaklar ve haram kılarlar, kurbanlarının kesimini de aynı şekilde yapar, buna helal derler.
Yahudiler de bir de “Pidyan Ha-Bayit” dedikleri evin kutsanması geleneği vardır. Sıkıntı veren olaylardan uzaklaşmayı amaçlarlar. Bela, kötülük ve hastalıkların başlarından gitmesini isteyenler dualar okurlar, o kişinin adını anne adı ile birlikte söylerler. Müslümanlar da kurşun dökerken böyle yapar. Müslümanlarda nazar, bela ve kötülük için “Felak” ve “Nas” surelerini okurlar.
Felak Suresi (113) ayet 1-5’de
“De ki; Yarattığın şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın rabbine sığınırım.”
Nas Suresi (114) ayet 1-6’da
“De ki; Cinden olsun insandan olsun insanların kalplerine şüphe ve tereddüt sokan vesveseci ve sinsi (şeytanın ve insanın) şerrinden, insanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlahı’na sığınırım” derler.
Yahudiler nazar değmesin diye kapı pervazına MEZUZA çakarlar, mezuza kişiyi uyarır, bu dünyanın geçici olduğunu anlatır. Mezuza, Asur dilinde “Manzuza” kelimesinden gelmiştir. “Tanrıyı kalbinde tutarken, bunu çocuklarına öğreteceksin, gözlerinin arasında şekillendireceksin, evinin kapısına ve pervazına yazacaksın” denildiği için Yahudiler Tensiye (6) 4-9 ayetlerindeki (ŞEMA) metni ve (11)de 13-21 ayetlerdeki (VE-HAYA) metnini yazıp saklarlar. Mezuza kapıya tutturulurken, “Bizleri talimatlarıyla kutsayıp, bize mezuza tesbit etmeyi buyuran Evrenin hükümdarı Tanrımız Ad… sen kutsalsın” denilir. Müslümanlarda da NAZAR boncuğu bu görevi üstlenmiştir veya çeşitli ayetler duvarları süslemiştir. Yahudiler kapılara “ŞADAY” (kudret) yazarlar “Şomer Dlatot Yisrael (ŞDY)- İsrail kapılarının koruyucusu” demektir. Aynısını Müslümanlar nazar dualarıyla, nazar boncuklarıyla yaparlar.
Yahudilerin mezuzaları Müslümanlıkta da, Nas ve Felak sureleri şekillenmiş ve muska haline getirilmiş, evlere, arabalara, boyuna asılmıştır. Yahudiler kapı dışında hiçbir yere mezuzaları asmaz iken, Müslümanlar ise akıllarına gelen, korunmasını istedikleri her yere bunu asmışlar, bir tılsım haline getirmişlerdir.
Yahudiler ruhsal ve bedensel temizlik ve saflığı sağlamak için “MİKVE” denilen havuzlara başları dahil vücutlarını üç defa sokarak, suya dalarak temizlenmelerine TEVİLA diyorlar, Mikve havuz değil temiz su kaynağıdır. Tevila, cinsel ilişkiden sonra veya kadının adet döneminden sonra, sabunlu ve sıcak sularla iyice yıkandıktan sonra, bu suya dalmasıdır. Yıkanıp temizlenme tepeden tırnağa yapılır, özellikle kulak, burun ve göbek deliği yıkanır, tırnaklar temizlenir, dişler fırçalanır, ağız çalkalanır. Gözler, eller, ağız açık şekilde suya girilir. İlk dalmadan sonra dua edilir. 6 kez tekrarlanır. Bu işlem üç kez yapılır. Arınma ve paklanma amaçlanır. Günlük yaşamda ellerin bileklere kadar yıkanmasına da, “Netilat Yadayım” denilir.
Bakın Müslümanlar için Kur’an Maide Suresi (5) ayet 6’da abdest için ne diyor:
“Ey iman edenler, namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi ve başlarınızı meshedip topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünub oldunuz ise boy abdesti alın…” denildiği için Müslümanlarda yıkanır, paklanır ve başlarının üstünden temiz bir su dökerler.
Yahudiler TORAya (Kitabı Mukaddese) el değdirmezler. Yanlışlıkla yere düşürürlerse bir gün oruç tutarlar. Tora savaşta hükümdara eşlik eder, kitap öpülebilir, kitap 10 yetişkinle 3’er petek okunarak tamamlanır, Müslümanlarda 30 cüzden oluşan Kur’anın 3’er cüz olarak okurlar.
Bakın Vakıa Suresi (56) ayet 79’da ne diyor?
“Ona ancak temizlenenler dokunabilir” yani Kur’an’ın abdestsiz ele alınamayacağı, ancak ezbere okunabileceği, ancak cünub olan kişinin dokunamayacağı, ezbere dahi okuyamayacağı ifade edilmiştir. Kur’anı parça parça okumalarını da İsra(17) Suresi 106 ncı ayette “Biz onu Kur’an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye ayırdık…” Müezzemmit (73) suresinin 4.ayetinde “….Kur’anı tane tane oku” der.
“Bet Ha-Mikdas” Süleyman Mabedi, her ne kadar kutsal mekan ise de, halk ona “Rab’bin Evi” der. Müslümanlar da camiye toplanma yerlerine “Rab’bin Evi” derler. Ancak Yahudiler bilirler ki, tanrı “Bet Ha-Mikdas”ta ikamet etmez, Tanrı her zaman, her yerde bulunur. Müslüman da aynı şekilde düşünür.
Yahudiler KİPA ile başlarını örterler. Özellikle dua ederken başı örterler ve TALLİT kullanırlar. Erkeğin baş örtmesi tanrıya olan saygının ifadesidir. Müslümanlar da aynı başlığı tamamen başı örtecek şekilde kullanırlar, buna TAKKE derler. Ancak Yahudilerde, kadın tanrı için başını örtmez, yalnızca erkeğe karşı olan alçak gönüllülüğünü göstermek için erkeklerin önünde başını örter. Müslümanlıkta da örtünülür ancak bu Tanrı’ya olan saygıdan değil, mahrem olduğunu sandığı yerlerini saklamak içindir. Yahudilerde vücutlarını tamamen örtme görevi yalnızca matemdeki kişiler, cüzzamlılar ve cemaatten uzaklaştırılmış olanlarda görülür.
Kur’anda örtünme Nur Suresi (24) ayet 31’de “…Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler.” Ve Ahzab Suresi (33) ayet 59’da şöyle devam eder : “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına örtülerini üstlerine almalarını söyle” der. Görüldüğü gibi, örtünme Allah’a karşı bir yükümlülük değildir. Erkeğe karşı teşhirden, etkilemekten kaçınmak için örtünme yalnızca kadınlara önerilmektedir. Yahudilerdeki erkeğe karşı saygıdan kaynaklanan kadının örtünmesi; müslümanlıkta, tahrik, çekinme ve korkudan dolayı kadın için üretilmiştir.
Bu yaşamsal benzerlikler bir yana tarihsel ilişkiyi bile görememiştim.
Yahudiler 1.yy’da dinleri ve imanlarının şartlarını şöyle sıralıyordu. Babil dönüşünde yazılmaya başlanan, yazıldığı dönem içinde mevcut kutsal kitaplardan henüz etkilenmemiş ve “Yaşam yaşanmakta olan süreçtir” ilkesi itibariyle, Hıristiyanlığın “bundan sonraki yaşama hazırlık” kavramından etkilenmeden, İspanya’da Müslümanlardan “kelam”ı öğrenmeden ikisinin arasına sıkışan Musevilik kendi iman ilkeleri için önceleri şöyle diyordu.
- Tanrı’nın inkar edilemez varlığı,
- Tanrı’nın tekliği,
- Tanrı’nın Kadir-i Mutlak olduğu,
- Dünyayı Tanrı’nın yaratmış olduğu,
- Dünyanın birliği,
- Manevi fikirlerin varlığı,
- Tanrı tarafından konan yaratılış yasaları,
- Tanrı’nın ebediliği,
Müslümanlar ne diyordu; İman’ın ilkeleri için,
- Tanrı’nın varlığına inanma ve iman etmek
- Peygamberler ve meleklere inanmak
- Cennet ve cehenneme inanmak, yeniden dirileceğine inanmak
- Kıyamet gününe inanmak
- Namaz kılmak, oruç tutmak, ibadet
Ne değişiklik vardı? “Cennet-cehennem” ve “ibadet” şekilleri değil mi? Hemen onlarda ekleniverdi.
Yahudiler, İspanya’da Müslümanlarla tanışınca “Yahudi İman ilkeleri”ne hemen bu yenileri ekleniyerdiler.
- Tanrı’ya İman
- Peygamberlere iman
- Dünya’daki yaşama iman
- Masiah’ın (kurtarıcının) geleceğine iman
Bu’da yeterli değildi. 12nci yüzyıl haçlı seferleriyle imanın şartları iyice karıştırılacak ve harmanlanacak, Yahudulikte imanın şartları 10 madde haline gelecekti.
- Tanrı’nın tek oluşu ve hikmeti
- Tanrı’nın sonsuzluğu ve benzerinin olmayışı
- Tanrı’nın dünyanın yaratıcısı olduğu
Bunlar daha önceki 1.nci yüzyıldaki ilk dört maddesi idi. Buna önce Hıristiyanların sonra Müslümanların getirdiği yenilikler karşısında onların elinden bu yenilikleri, ilginç enstrümanları almak için hemen ilk üç maddeye üç yeni ana fikir daha eklediler.
- Ölülerin tekrar dirileceği
- İlahi adaletin mutlaka gerçekleşeceği
- Tanrı’nın ödüllendiriceği ve cezalandıracağı
Bu akılcı bir işti, ama haçlı seferlerinden sonra Yahudilik kendisini, Hıristiyanlık ve Müslümanlık önünde koruması, mevcut inananlarını da elinden kaçmaması gerekiyordu. İmanın şartına yeni birkaç madde daha ilave ediverdiler.
- Mose’nin ve diğer peygamberlerin Tanrı tarafından gönderildiği,
- Tora’nın Mose’ye verildiğinin hakikat olduğu,
- Tora’yı tamamen öğrenebilmeleri ve anlayabilmeleri için Yahudilerin tümünün İbranice bilmesi gerektiği,
- Kudüs’deki kutsal Bet-ha Mikdas’ı (Süleyman Mabedini) kendi ihtişamını gösteren bir mesken olarak Tanrı tarafından seçildiği.
Aksilik ya! 15nci yüzyılda Hıristiyanlık Rönesans sayesinde reform hareketleriyle kendini yenileyince, Müslümanları kendini kabuğuna çekilmeye yönlendirdi. Bu bir koruma ve korunma yöntemiydi. Yahudiler gibi Müslümanlarda halkın kutsal kitabı okumasını engellediler. Onun anlaşılamaz ve okunamaz olduğunu, onun iman ve ibadet aracı olduğunu dile getirdiler, Kur’anı, kutsal kitap yapıp sakladılar.
Yahudilerde Müslümanlar gibi bu yenilikçi ve devrimci Hıristiyan dininden yorulmuşlardı. 16.yüzyılda imanın şartlarını yeniden bir daha kaleme aldılar. Korkudan anlatımlar daha akılcı oldu. Düşünen insana göre anlam ve anlatım değişti. Tabii ki, madde sayısı da 13’e yükseliverdi. Bütün maddeler revize edildi.
- Mükemmel ve eksiksiz olan Tanrı, diğer yaratılanların var olmasına sebep olandır.
- Tanrı Tek’dir ve tekliği diğer varlıkların tekliğine benzemez.
- Tanrı’nın bedeni yoktur, insan biçiminde düşünülemez, hiçbir şekilde tasvir edilemez.
- Tanrı ebedidir.
Burada Rönesansla yaşanan aydınlanmanın temel olduğu eski Yunan’ın etkisini görüyoruz. Sonra Avrupa öğrenecektir ki, eski Yunan, Mısır’ın Hermetizmin aceleci bir öğrenci kopyası idi. Biz bunu ancak 20.yy’da öğrenebilecektik. Hermetizm’de, komşu Sümer’in, Akat ve Asur’un emanet hikayeleri ve menkibelerinin tekrarından ibarettir. Bu ilk üç-dört madde gibi diğer 10.madde de aynen korunacaktır.
- Peygamberlerin bütün sözleri doğrudur.
- Mose bütün peygamberlerin arasında en büyüktür.
- Tora ilahi bir dindir ve değiştirilemez.
- Elimizde olan TORA, Tanrı tarafından Mose’ye verilen Tora’nın aynıdır ve dğiştirilememiştir.
- Masiah, gelmesi gecikmiş de olsa, kesin olarak gelecektir.
- Tanrı, Tora buyruklarına uyanları mükafatlandırır, uymayanları cezalandırır. (Müslüman ve Hıristiyanlıkta bu iş öte dünyaya bırakıldığından, orada mükafatlandırılacak veya cezalandırılacaktır denilirken ve insana yaşarken, çalma çırpma imkanı verilirken, Yahudilik bu işi burada bu dünyada bitiriverecekti)
Rönesans’ın etkisiyle eklenen son üç madde ise şöyledir;
- Dua edilecek ve itaat edilecek tek merci Tanrı’dır.
- Tanrı, kullarının bütün hareket ve düşüncelerini bilir.
- Ruh ölümsüzdür ve Tanrı istediği zaman ölüleri hayata kavuşturacaktır.
İşte böylece 20. yüzyıl içinde her üç dinde birbirinin içine geçivermiştir. Dede, baba ve torun gibi.
Yahudi Spinoza bu işi taçlandırmış, adını da evrensel imanın prensipleri koymuş ve şöyle sıralamıştır.
- Tanrı’nın varlığı,
- Tanrı’nın tekliği,
- Tanrı’nın her yerde bulunduğu,
- Tanrı’nın yüce otorite ve kudret sahibi olduğu,
- İnsanların Tanrı’ya itaat ve itikatte olmaları,
- Tanrı’ya itaatin mutluluk verdiği,
- Tövbekar günahkarların Tanrı tarafından affedileceği,
Her şey, her ifade, her iman şekli, dinlerin birbirine üstünlüğünü söylemeden uzlaştırılmış, bir iki ilginç iman ilkesi ile insanoğlu korkudan kurtarılıvermişti.
Bu da müthiş bir yenilikti, her üç din bu iki maddeyi de hemen sahiplendi.
İtaat ve itikat insana mutluluk veriyordu, inansın inanmasın cehalet buna yardımcı oluyordu. İtaat ve tövbe aydınlanmanın ve aklın üstüne örtü gibi atıldı. Bu küçük ilaveler ile insan imandan ve dinden kurtarılıverdi. “Tövbe et bu iş bitti”, cennete, cehenneme havale işlemi de ortadan kalkıverdi. Oh! Artık akıllılar ve yönetenler alıp, çalıp kaçacaklar, hızla sermaye birikimi artacak, kapitalizm yükselecek, akşam paraları saydıktan sonra, ışıkları yanan evlerden “tövbe Tanrım! Affet beni” sesleri yükselecekti.
Sömürülen, yoksul, cahil ve yönetilenler de buz gibi yatağa uzandıklarında “sana inanıyorum! Sen bilirsin” şeklinde yalvarma ve mırıltılarıyla yorgun bedenlerini yaşamları gibi uykuya teslim edeceklerdi.
Bakın! İnsanlar doğarken, yaşarken ve ölürken aynı şeyleri yapıyorlar, kitaplarında yazılanlar hemen hemen aynı, o halde neden farklı imiş gibi birbirinden ayrı duruyorlar, düşman oluyorlar. Düşünün bir kere, farklı olmadıklarını gördük, onları kim farklı gibi gösteriyor? Neden farklı deniliyor?
Çağlar önce bu insanlara bazıları neler anlatmıştır, kimbilir?
“Bütün inançlar aynıdır, birbirinden ödünç alınmıştır” deseler idi, kimse onlara boyun eğmez, onların yanında olmazdı. Yönetilenlere; yönetenler yaratmak ve ruhbanlar oluşturmak için, özelmiş veya farklı imiş gibi, gerekirse yeni bir din gibi bazı şeylerin anlatılması gerekiyordu. Eski kurnaz yöneticilerde öyle yaptılar! Her defasında inancı farklı gibi gösterip, inancın adını yeni inanç koydular. Peki, yarın sabah yepyeni bir inanç daha olursa, dünün eski inancı ne olacak? Hemen, herkes yeni inanca inanır mı? Tabii ki hayır! Önceki ruhbanlar eski inanç, eski din de kalırlar, yeni ruhbanlar, yönetenler ve tüccarlar yeni inanca, yeni dine sahiplenirler. Böylece yeni yönetenler ve yeni iktidarlar ve yeni güçler oluşur.
Geçen sene Sabancı Müzesi’nde “8000 yıllık İstanbul” Sergisi’ni geziyorum. 1204’de Ayasofya’dan çalınıp götürülenler geri gelmiş, M.Ö. 300 tarihli bir Roma kabartması görüyorum, gökten bir meleğin tuttuğu koyun geliyor, bir kayanın üzerinde bir Romalı elinde bıçağı, bir küçük Romalıyı kesiyor. Yanımda mütedeyyin bir genç kız, ben eğilip detaylara bakıyorum, o da eğilip bakıyor. Eşimi çağırdım “Bak Romalı Hz. İbrahim” dedim. Kız hızla yanımdan uzaklaştı. Ben de onun ve diğerlerinin inandıklarından.
Yan masada Bizans dönemi sikkeler vardı, üzerinde Fatih’in kabartması kenarında şöyle yazıyor “III. Roma İmparatoru II.Mehmet” Ah, bizi kandıranlar, ah. İstanbul’u fethettik diyenler.
Hattilerden, Sümerler, Keltlerden, Friglere hep ödünç alışverişler. Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi kandırıldıklarımızla dolu. Lütfen İstanbul Arkeoloji Müzesini gezin!
Akad kralı Sargon (İÖ 2334-2279) daha Musa’nın dedeleri bile doğmamış, eski Asurca yazılmış metni KÜLTEPE’de bulunmuş, Fırat kıyısında Azupiranu (bügünkü safran) şehrinde doğan Sargon’u, bir rahibe olan annesi ziftle kaplanmış bir sepete koyarak Fırat’a bırakır. Nehirde sürüklenen bebeği bir bahçıvan kurtararak onu kendi çocuğu gibi büyütür. Tanrıça İstar’ın lutfü ile, IV Kiş hanedanı krallarından Ur-Zababa’nın hizmetine giren ve kısa zamanda sakilik rütbesine ulaşan Sargon, kralına isyan ederek yeni bir başkent kurar ve SARRU-KIN adıyla kral olur.
Sizler bunu Musa için mi duymuştunuz? Başka kimler için bu hikayeler anlatıldı kim bilir? Sümer’de de var, Mısırda’da var, Tevrat’ta ve İncil’de de var, Kur’an’da da var?
Bunlar o kadar olağan idi ki, fark etmekteki gecikmemeden utandım. Sonra kendimce haklı nedenler aradım. Hakikat öyle kalın örtülerle örtünmüştü ki onu kaldırıp bakacak imkanım olmadığından bu gecikmemi haklı buldum. İçinde bulunduğum din, yaşadığım toplum bizi yönetenler, yönetenlerin hazırladığı eğitim sistemi, çevrem, ailem ve ben; bu kardeş dinlerin benzerliğini görmeme engel oluyordu.
TORA’nın Türkçe çevirisinde şu sözlere rastladım. “Bu pasuğu tam anlamıyla çeviren, metni yanlış sunmuş olur. Diğer yandan kendsinden ekleme yapan kişi ise, Tora’ya küfür etmektedir” (Talmud-Kiduşin 49/a:Tesefra-Megila 3:21)
Ben de bu çalışmayı hazırladım. Yersiz ve yanlış yorumlar yapabilirim. Dinler aleyhine gibi gözüken veya anlaşılan ifadeler de yer alabilir. Bu ifadeler benim aklım ve bilgimle şekillenmiş ve sınırlandırılmış olduğundan, hatalı olabilir veya hatalıdır.
Bir elmasa farklı yüzeylerden baktığınızda farklı görüntüler elde edersiniz. Kardeş inançlara da doğru göz ve gözlükle bakın! Bu bilgileri sunmaktaki amacım, inancımızı kafamızda daha renkli bir şekilde canlandırmak içindir.
Hedeflenmiş mesajım veya tuhaf cümlelerle gizli bir amacım, karalamaya yönelik bir anlatımım asla yoktur. Unutmayın! Pek çok kişi için aynı anda iki veya daha çok doğru olabilir, böyle düşünün.
4/162 NİSA Suresi “İlimde yüksek bir mevkiye erenler ve müminler, sana indirilen Kuran’a ve senden önce indirilen kitaplara inanırlar”. Diyor. Bende sizlere bunu hatırlatmak istedim.
Saygı ve sevgilerimle
Nadir Elibol
Ankara, 12.03.2011
KAYNAKÇA
- “TORA” I.Kitap Bereşit (538 sf.) 2002 Eylül.
II.Kitap Şemot (633 sf.) 2007 Kasım.
III. Kitap Vayikra (903 sf.) 2010 Mayıs
IV.Kitap Bamidbar 823 sf. 2007 Mayıs
V.Kitap Devarim 1037 sf. 2009 Temmuz
Gözlem Gazetecilik Basın Yayın A.Ş. İstanbul
- Kutsal Kitap – (Eski ve yeni antlaşma-Tevrat-Zebur-incil) yayıncı kitabı Mukaddes şirketi, İstanbul (3.Basım), Mart 2003 (Syf.1627)
- Tevrat – çeviri Dr.Jur.Hakkı Demirel, İstent Antuan Kilisesi satımı, İstanbul 2000 (syf.253)
- İncil – Yeni Yaşam yayınları, İstanbul 3. Basım Aralık 1996 (Syf.604)
- Kur’an- Suudi Arabistan Krallığı, Medine-Münevvere 1987 (syf.603)
- Tevrat, İnciller ve Kur’an yazar Maurice Bucaille çeviri Mehmet Ali Sönmez, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2001 7.baskı (syf.386)
- “TALMUD Nedir?” Rabbi Aaron Parry Çeviri Estreya Seval Vali 2005 Kasım, Gözlem Gazetecilik Basın Yayın A.Ş. İstanbul 337 sf.
- Yahudilikte Kavram ve Değerler, Yusuf Altıntaş, Gözlem Gazetecilik Basın Yay. A.Ş. İstanbul 2001 Kasım 290 sf.
- Kudüs’ün Kutsallığı, Dr. Halil Erol, Özyurt Matbaacılık San. Tic. Ltd.(154 sf.), 202 Ocak
- Sümerler – yazarı Samuel Noah Kramer, çeviri Özcan Buze, kabalcı yayınevi İstanbul, 1.Basım, Eylül 2002 (syf.460 )
- Tarih Sümerde Başlar – yazarı Samuel Noah Kramer, çeviri Muazzez İlmiye Çığ, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1998 (syf.349)
- Sümer Dili ve Grameri – yazarlar Prof. Dr. Mebrure Tosun, Prof. Kadriye Yalvaç, Türk Tarih Kurumu, I.Cilt Sümerceden örnekler, 1981
- Kur’an, İncil, Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni – yazarı Muazzez İlmiye Çığ, Kaynak Yayınları, 2004
- Işığa Doğru – yazarı Murat Yurdakök, Güneş Tıp Kitapevleri Yayınları, Ankara 2007 (syf.552)
- İnsanın Hikayesi – yazarı James C. Davis, çeviri Barış Bıçakçı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 1243, Haziran 2007 İstanbul (syf.478)
- İnancın En Güzel Tarihi – yazarlar Jean Bottero, Marc-Alain Ouaknin, Joseph Moingt, çeviri İsmet Birkan, İşbankası Kültür Yayınları 722/45, 1.Bakı Kasım 2003 İstanbul (syf.162)
- Evvel Zaman İçinde Mezopotamya – yazarlar Jean Bottera, Marie Joseph Steve, çeviri Anita Tatlıer, Yapı Kredi Bankası yayınları, 2004
- Nuh Tufanı – yazarları William Ryan, Walter Pitman, çeviri Dursun Bayrak, Arkadaş yayınevi, 2003
- İbrahim Peygamber, yazarı Muazzez İlmiye Çığ, Kaynak Yayınları, 2004
- “12.Gezegen” Zecharia Sitchin, çeviri Yasemin Tokatlı, Ruh ve Madde Yayınları-2004
- “Gilgameş”, Muazzez İlmiye Çığ, Kaynak yayınları-2002
- Arkeo Atlas Dergi Özel Koleksiyon “Anadolu’nun Arkeoloji Atlası” 500 sf. İstanbul 2011/1 sayı.
- Kardeşim SEYHUN TUNAŞAR