KARANLIĞA ÖVGÜ – BÖLÜM I
Gözlerimin, gözbağı ile bağlı oluşu; beni görenlere, gözlerimin kapalı olduğu veya karanlıkta olduğum izlenimini veriyordu. Evet, görmüyordum, ama karanlıkta değildim, ben karanlıkta olmadığım gibi, görmeyen de değildim. Yalnızca göremeyendim, çünkü gözüm bağlanmadan önce herkes gibi, aydınlığı ve karanlığı farkedebiliyordum. Zaten tüm gördüklerim, ışığın karanlıkta yarattığı bir gölge oyunu olduğunu biliyordum.
Her şey karanlık içinde idi, ışık bile…
Üzerinde gölge veya ışık olmadan bir şey görünebilir mi? Karanlık olmasa, ışık fark edilebilir mi? Karanlık, yani çok derin gölge, bize ışığın hareketi ile karaltısı gibi varolduğunu göstermiyor mu? Onu görmemizi sağlamıyor mu?
İnsan karanlığın kendisinden değil, karanlıkta diğerlerini görememekten ve anlayamamaktan dolayı merak, telaş ve ürküntü içinde olur.
Karanlık, ne değiştirilebiliyor, ne kaldırılabiliyor, ne alınıyor, ne verilebiliyor. Karanlık daima var; karanlık bizim dışımızda güneşin ve yıldızların dışında, varlıkların dışında, biz bilmesek dahi hep var. Bir şeyler yokken de var, varken de var, ayrıca anlaşılan o ki, ışığa hükmedilebiliyor, ama karanlığa hükmedilemiyor.
Ben de gözümle görmeden canlandırabiliyorum. “Ben bilmediğim halde ve karanlıkta iken, beni görenler yine var, o halde göremediğimiz var olanlar için, karanlık nedeniyle yok dememiz ne kadar tuhaf?” diye aklımdan geçirdim. O halde, “Demek ki, karanlık yalnızca onları görmemize engel oluyordu, bazı şeyleri göremiyorduk, ama göremediğimiz için onlara yok dememeliydik, göremediklerimizin de varolabileceklerini düşünmeliydik” diyebilirdim.
Göremediğime göre; “O da, karanlıkta mı, acaba?” diye, Tanrı’yı da düşünüyordum.
Acaba, gece ve gündüz de benim içinde bulunduğum bu durumumu mu anlatıyordu? Güneş ışıklarını ister salsın, ister saklasın yine her şey var ve yerli yerinde idi. O halde, varolan için, varlık için karanlık veya ışık hem çok önemli idi, hem de onların varoluşları için, gerekli veya etken bile değildi. İnsan için de öyle, karanlık ve aydınlık çok önemli olmamalıydı. Görmek veya anlamak daha önemli ve daha değerli olmalıydı.
O halde, neden karanlıktan çekiniyordum? Neden, “aydınlık” göklere çıkarılıyor ve övgüler düzülüyordu? Ana karnında aylarca karanlıkta mutluluk hormonu ile yaşamamış mı idik? Karanlık yeniden canlanmamız için belki hareketlerimizi yavaşlatıyor ama, bunun yanında gelişmemizi de hızlandırmıyor mu idi? Neden karanlığı hiç övmüyorduk?
………….&……………
Ah zavallı insan! Doğarken gözü açıldığında aydınlığı görür görmez, hikayesinin başladığını sanır. Oysa, onun yaşam öyküsü karanlıkta yazılmıştır, Hikayesi yazılırken, o karanlıkta ve sessizliktedir, güvendedir ve kuytulardadır, her şeyden de habersizdir. İnsan karanlıkta hep dingindir, yüreklidir ve korkusuzdur. Çünkü; insan aydınlığı ve ışığı bilmediğinden, renklerden ve görüntülerden habersizdir… Tıpkı doğum öncesi “ana rahmi”nde, tıpkı ölümle “kara toprak”ta korkmadığı gibi, karanlıktan korkmaz …
Ne zaman korku başlar? Karanlıktan sonra aydınlık, aydınlıktan sonra tekrar karanlık olunca. Yani; aydınlığı tanıyınca, yani ışığı görünce… İlk sesindeki ağlama gibi…
Yani, başlangıç ve son arasında, yaşadığı zaman içinde, insan korkuyu tanır. Aydınlık ve nurun verildiği dönemde; gözlerle algılanan ışığın aklı uyarmasıyla, aklın aydınlıkta gördükleri ile, gördüklerini değerlendirmesi ile onun korkusu başlatır. Onun aklı, onun korkusunu yaratır.
Korkmaya başladığı zaman, karanlık değil, aydınlığı görmeye başladığı zamandır.
Demek ki, yaşamda, yaşarken aydınlıkta, ışıkta ve nurda da korku vardır!
Işık, görüntü, yanılgı, kanma, sonra inanma! Demek ki, bizi böylesine yanıltan ve biz de korkuyu vareden, akıl ve ışıktır. Algılama ve aldanmadır.
Bizi aldatan aydınlıktır.
Evet! Hani derler ya, “Aydınlanma insan aklının önünü açar” diye; Evet! Her şeyi, korkuyu, heyecanı, telaşı, sevinci, hep aydınlık oluşturur. İnsan öğrendikçe ve gördükçe, bildiklerinden veya görebildiklerinden, bilemediklerinden veya göremediklerinden dolayı da onları tasavvur edince, aklınca korkmaya başlar. Demek ki; insan bilmese, görmese, ışık olmasa, onun korkusu da olmayacaktır.
Ne kadar ışık ve ne kadar bilgilenme; o kadar yeni korku! Ardından kanma, aldanma, aldatılma ve inanma…
Aydınlıkta görecekleri ve gördüklerinin, kendisinde yaratabileceği tehlikeyi, sıkıntıyı ve üzüntüyü kafasında şekillendirebiliyorsa; insan neden “Işığı” istesin? Neden ışık ile başını derde soksun?
Oysa, bizleri kandıranlar da, insanı hep karanlıkla korkuturlar. Aslında karanlıkla değil, ışıkla insanı kandırmalılar, gösterilen ışıkla aldatılmalılar. Aydınlığı gösterip, öğrettikleri ile “yarım doğru” söyledikleri ile kandırırken; bilinmeyenler için de, onu karanlıkla korkuturlar.
Zavallı insan, hep “Büyük karanlığı” tehlikeli sanır, karanlığı tehlike ile birleştirir. Oysa karanlıkta tehlike yoktur! Aydınlıkta görülen, olanın muhtemelen görünenden farklı olabileceği düşüncesinden dolayı tehlikeli görülebilir veya tehlikeli olabileceği sanılır, ayrıca her şeyde tehlike olabileceği sanısı uyandırılır.
Korku ışığın ürünüdür, ışığın hüneridir. Korku, aklın eseridir. Aldanma, aldatma, kandırma ve inanma hep ışığın, marifetidir.
Zavallı insan! Korkusunu yaratan aydınlıkta; yine korkusunun önüne geçebileceğini veya korktuklarını engelleyebileceğini veya onlardan kurtulabileceğini sanır. Aydınlıkta güvende olacağını düşünür. Oysa yanılır, ana rahmini düşünse, orada karanlıkta hiçbir korkunun barınmadığını düşünse, aydınlığa güvenmemesi gerektiğini daha kolay anlar. Ne zaman, insan gözü ışığı görür, cismi öğrenir, kaydettiği şekilleri aklında muhafaza etmeye başlar, işte o an, onun aklı, onu korkutmaya başlar.
Işık, karanlığın yaramaz çocuğudur.
Derler ki; “Bütün korkular karanlıktan, bilgisizlikten ve cahillikten doğar!” Hiç olur mu? Bilmeyen, cahil olan ve görmeyen hiç korkar mı? Bilenler, aydınlıkta olanlar, görenler, korkuyu tasarlarlar ve sonra kendi tasarladıklarına ve hayallerine kendileri inanırlar ve korkarlar. İşte, bu nedenledir ki, çok akıllılar, tasarladıklarına önce kendileri kanarlar, sonra bu korkuları ile az akıllıları kolayca kandırmayı başarırlar.
Aklı olmayanların ise, kanması veya korkması söz konusu değildir. Onlar ne karanlıktan, ne Tanrı’dan korkarlar. Biz onlara hiçbir şeyden korkmadıkları için “akılsız” veya “deli” deriz. Çocuk ta öyle değil mi? Bilmeyen çocuk korkusuz değil midir? Aklı olmayan, akılsız veya bizim “deli” dediklerimizin veya sağır, kör ve dilsizlerin Tanrı’ya veya ruhbanlara inanıp yalvarıp yakardığını hiç gördünüz mü? Hiç çocukların Tanrı’ya niyaz ettiğini gördünüz mü? Hiç körlerin yeşili sevip, altın sarısını sevmediğini duydunuz mu? “Hayır!” değil mi? Çünkü insan öğretilenler ve gösterilenler ile daima kandırılır.
Bu nedenle, bizim Tanrıya inanmamız veya sevmemiz de, ancak delinin veya çocuğun veya körün inanması ve sevmesi kadardır.
Hani bize cennet halini, cennetten Adem ile Havva’nın kovuluşunu anlatmışlardı ya; orada iyiyi kötüyü bilme ağacının meyvesini yediklerinde gözleri görmeye, kulakları duymaya, dilleri seslenmeye başlamıştı ya, işte o zaman : Gözleri birbirinin cinsel organını görmeye başladığı anı düşünün! Onlar daha önce göremiyorlar mı idi? Onlar karanlıkta mı idiler? Cennet, karanlık mı idi? Cennet’te ışık yok mu idi? Cennet’te sonradan mı ışık oluştu? Yoksa hiç ışık olmadı mı? Yoksa onların cennette akılları mı yoktu? Yoksa deli mi, kör mü idiler? Göremeyen mi idiler? Yoksa, bu suçla birlikte, o anda, orada ışıkla gören mi oldular? Yoksa, ışıkla kendini mi bildiler? Bu “Kendi Bilmek” ışık onların kovulma sebebi mi oldu? Sonra ışık ile, “bilmek” ile birlikte korkusu mu başladı?
Cennette, Adem ve Havva bu suçla gözleri görene kadar, (yani aydınlık olana kadar) akılları olmadığından mutlu ve huzurlu idiler. Tanrı isteseydi cennette onlara aydınlığı gösteremez mi idi? Öyleyse “Tanrı aydınlığı istemedi” ve “karanlık insan için en iyisi” mi diye düşündü? Tabi! Öyle düşündü. İnsanın karanlıkta mutlu ve huzurlu olabileceğini ve olmasını istiyordu. Cennetten yeryüzüne gönderdiklerinde bu nedenle insan için, “ışık” verildi, aydınlık oldu. Onlar cennetten çıkarken, ışığa “ol” denildi. Cennet karanlıkta kaldı.
İnsanın sorması gerekir; Cennette ve ana rahminde karanlığı seven insana, neden kutsal kitaplarda cennete dönüş için bu dünyada gördükleri ışıltılar, güzel kadınlar, kılmanlar, tomurcuk göğüslü bakireler vaat ediliyor? Neden, aydınlıkta bu gördüklerimizle bizi kandırmaya çalışıyorlar? Niçin yeni doğan bebeklere veya çocuklara cennet vaad edilmiyor? Onlar neden cenneti umut etmiyorlar? Cennet elmadan önce (akıldan önce) karanlıktı da, şimdi bizler dünyadan oraya geri dönüşümüzde Cennet ışıltılı ve parıltılı mı olacak? Yoksa yine karanlığa mı döneceğiz? Ödülümüz karanlık mı?
Deliler ve körler, altından sular akan nehirlere; kırmızı mı, beyaz mı olduğu bilinmeyen Kevser şarabına; gölgesinde meyvesi taşan hurma ağaçlarına kanar mı? İnanır mı insan? Bir tek biz nuru alanlar, ışığı bilenler bunlara inanırız ve kanarız.
Ben, inanmak, kanmak istemiyorum! Karanlığı bilmek istiyorum. Hakikat karanlıkta saklı ise, onu orada aramak istiyorum.
……..&…….
İnançlara ve inanılanlara boş inanç denilirse…
İmansızlığı, inançsızlık sanır, samimi ve ahlaki bulunmazlarsa…
İnananları taklit yoluyla iman edenlerle karıştırırlarsa…
Bana “karanlıklar içindeki Nadir” denirse,
Benim karanlıkta ne kadar hakikate yakın olduğum düşünülemezse…
Aydınlıkta “saplantı halinde bir kanı ile herkese aykırı düşünüyor” diye Işığın kaynağında, karanlık olduğunu zannedenlere; körü körüne saldırılırsa…
Kutsal kitaplarda denildiği gibi “Zavallı şeytanın eline geçmiş günahkar, cehennemlik ruhun, ancak alevlerle temizlenerek, aydınlıkta kurtulabilir” veya “kurtuluşun aydınlık alevleri, bu karanlık ruhu temizlesin” denilirse,
Ve aydınlık diye insanlar ateşin içine atılırlarsa…
Karanlık iyidir.
Nadir Elibol
21 Eylül 2013