2008, Yahudiler ona 5768 diyorlar. Biz de o kadar geriye, M.Ö. 3760’a gidelim! Peki ne oldu M.Ö. 3760 da? İnsanlığın yüzbinlerce, hatta milyonlarca yıl, acı verecek derecede yavaş seyreden gelişimine M.Ö. 3760’da ne oldu? Her şeyi ve uygarlığı böylesine değiştiren iki-üç önemli durakta neler oldu?
Prof. Robert J. Braidwood’un “Prehistoric Men” (Tarihöncesi İnsanlar) adlı eserinde, bulunan kalıntılara göre birkaç durakta insanı, M.Ö. 11.000’li yıllarda avcı, ilkel göçebe ve yiyecek toplayıcısı, M.Ö. 7400’lerde çiftçi, çömlekçi gösterirken; M.Ö. 3800’lerde birden bire şehir kurucusu, mühendis, matematikçi, gök bilimci, tüccar, müzisyen, yargıç, doktor, yazar, rahip, kütüphaneciye dönüştürüyordu.
Çömlekçi iken M.Ö. 3800’lerde gök bilimci nasıl olunurdu? Samuel Noah Kramer’in “Tarih Sümerle Başlar” adlı meşhur eserinde söylediği gibi daha öncesi olmadan, bugünkü hesaplara göre her şey, o günlerde nasıl doğru tespit ediliyordu? Güneşin uzaklığı, gezegenlerin konumu, gezegenimiz nasıl doğru belirleniyordu?
Bugün kullandığımız Yahudi takvimi yani, güneş ve ay takvimi Yahudilerce Babil ve Asurlulardan mı emanet alınmıştı? Hayır! 365 günü biraz aşan güneş yılını, 30 günün biraz altındaki kameri (ayı) dahiyane metodlarla Sümerliler icad etmişti. Nippur’un yani Enlil’in tapınağının takvimi, günümüzün takvimine birebir benzemekteydi, burçlar ve 360 derecenin 12’ye bölünüşü, Yunanlıların Zodiakos Kyklos (hayvan dairesi)da onların eseriydi, yeni yıl, güneşin bahar noktasını geçtiği Nisan ayı (Nisannu) da onların ürünüydü. (Yahudiler hala yeni yılın başlangıcı olan Nisan ayının yarısına nisan, yarısına iyar diyorlar) 2160 yılda bir, bir burcun kendi evine girişini de onlar tesbit etmişti. Bahar noktası Boğa burcunda iken, yaz gündönümünün Aslan burcunda meydana gelişini, boğa-arslan çekişmesini, yine Yahudiler Sümerlerden ödünç alarak bizlere aktarmışlardır.
Bilemiyoruz, ama Sümerliler şöyle diyor! “Güzel görünen her neyse, Tanrıların lütfuyla yaptık” ve şakülleri, malaları, tesviyeleri ile Enki’ye adanan ilk tapınağın temellerine dokundular. Düşünün daha toprağa yeni dokunulmuştu. Tohumun büyüsünü hayranlıkla gözlüyorlar, topraktan kapkaçağı yeni yapabiliyorlardı. Daha hiçbir şey üst üste konulmamış, inşa edilmemişti. Tarih M.Ö.3800’lerde idi (belki veya kesinlikle Yahudileri bizlere aktardığı gibi M.Ö.3760 idi) Mabetler yükselmeye başladı.
Sümerlilerin kim olduğunu, nereden geldiklerini, uygarlıklarının nasıl ve niçin ortaya çıktığını, günümüzde bile kesinlikle bilemiyoruz.
“Emri uzaklara ulaşan, sözü kutsal olan Enlil,
Söylediği söz değiştirilmeyen,
Sonsuza dek tarihleri kararlayan Bey,
Yüksekten bakan gözü ile memleketleri gözleyen,
Kaldırılmış ışığı ile memleketin kalbini arayan,
Geniş beyaz tahtta, yüce tahtta oturan Enlil”
Diyen üst yarısı Philadelphia University Museum’da, alt yarısı İstanbul Eski Şark Müzesinde, büyük bir parçası da Şikago Üniversitesi Oriental Institute bulunan bu ilahi metin tabletinde Sümerler,
“Ölümlülerin gözüne görünmeyen, insan şeklinde, fakat insanüstü ve ölümsüz yaratıkların çok iyi düzenlenmiş planlara ve evvelce yazılmış kanunlara göre evren ve onun bütün olayları gözetlediğini, nezaret ettiğini, denetlediğini, yönettiğini”
söylerlerdi.
Sümerlerin “Me” dediği, uygarlığın kültürel temellerini teşkil eden, 100’den fazla tanrısal kanun ile kozmik ve kültürel olayın yaratıcı tanrıların planlarına uygun şekilde sonsuza dek işlemesi için konulmuş kural ve düzenlemelerin uygulanması ve gözetlenmesini, “kaderleri tayin eden” yedi yaratıcı tanrıya bırakılmışlardı.
Konulmuş kural ve düzenlemelerin uygulanması ve uygunluğunun gözetlenmesi, evrende çoğunlukla yararlı işlerin planlanması, iyiliksever, “parlak gözlü bey” “parlak gözlü büyükdağ” “parlak gözlü baba” hava tanrısı Enlil’e bırakılmıştı.
“Enlil; parlak gözlü değerli çoban, günahkarlara, fenaya, zalime, muhbire, mağdurlara, anlaşmayı bozanlara, kötülere şehirde yer vermez” “kötüleri ve fenaları ağından kaçırmaz” diyen tablet, şöyle devam edecekti,
“Parlak gözlü baba Enlil görecek seni,
Çoban, kaderleri yargılayan, görecek seni,
Seni kucaklayacak, öpecektir, seni”
“Ey Enlil, değerli çoban, daima harekette,
Bütün soluk alanların giden çobanı,
Gökyüzü(nün)-onun-tek prensibidir o;
Yeryüzünün tek büyüğüdür o.”
İlk kez; Evren ve onun bütün olaylarının insan şeklindeki canlı yaratıklar tarafından gözetilmiş, nezaret edilmiş, denetlenmiş, önderlik edilmiş, kontrol edilmiş olduğunu düşündüklerine göre, Sümerlerin bu düşünceleri, ya kendilerinden öncekilerin düşüncelerinden doğmuş olmalı, ya da muhakkak insan gibi olan bu varlıkları kendi gözleriyle görmüş olmalılar ki, böyle düşünmüşlerdir. Birilerinin kendilerini gördüğü ve gözlediğini düşünmenin başka bir kökeni olamaz. İnsan şeklinde fakat insan üstü ve ölümsüz bu yaratıkların kendilerine görünmediğini, ama kendilerini gördüklerini düşünmeleri de bu mantıkla anlatılabilirdi.
Tanrıların koyduğu kurallara ve düzenlemelere uyulması, çatışma ve karışma olmadan düzenin devamlılığının sağlanması için mutlaka bu durumun gözetilmesi gerekiyordu. (Sümerler dinsel ilkeleri ve kozmik ilişkileri hiç yorumlamazlar, olduğu gibi kabul ederlerdi, böylece günümüzün doğma inançlarının temellerini atmışlardı) İnsanlara gözetlenmenin kanıtlanması gerekmediği gibi, gözetleyen adına yönetenlerle de tartışmanın yapılmasının da doğru olmadığı söyleniyordu. Yalnızca gözetlenenin (insanın) hareketleri önemli idi. Gezegenler ve onların hesaplarını çok iyi bildikleri halde, varoluş ve yaratılış üzerine hiç yorum ve düşünce üretmemeleri de çok ilginçti. Sanki gizliden gözetlemenin yönetim kolaylığı için uydurulduğunu biliyor gibi idiler. Günümüzde, yarın her düşüncenin değişebileceğini kabul eden ve varılan tüm sonuçlara şüphe ile bakan bugünün düşünürleri gibi düşünmezler, bu düzeni kuranların düzenin işleyişi hakkındaki konulmuş kurallarının değişmez olduğunu sanırlardı.
Hem çok sağlam bilimsel tespitler yapacaksın, hem de bilinmezi kabul edeceksin. Akıl ve inancı kardeş yapacaksın, ilginç insanlardı Sümerler. Gözleme ve gözetme sonucunda da hemen Tanrının gereğini yapacağını düşünürlerdi. Bu durum gelişen din teorileri için bir eksiklik olarak fark edilecek ve yakın geçmişte dinler ceza ile ödülü anında veya sonra uygulamayı, zamanlamayı ve ertelemeyi din kitaplarına ekleyeceklerdi.
Sümerler, ilginç bir gezegenden, 12. gezegen, Marduk’tan söz ediyorlardı, onu “kanatlı bir küre” olarak remzediyorlar, onun kendilerini gözetlediğini sanıyorlardı.
Eski Ahit, Tora’nın, Bereşit “Yaradılış” kitabında “Gökler, Göklerin efendisinindir, insanoğluna ise Dünya’yı vermiştir” ve “Adam, yaratıcısının suretinde (selem), benzeyişinde (dmut) yaratılmıştır” dediği gibi, tıpkı Enki’nin hikayesinde “Adını söylediğiniz yaratık, ulu mevcuttur ve tanrıların suretini tutturun” deyişi gibi, göklerin gözetleyeni, kutsal kitaplarda Aden bahçesinden kovuluşları, çiftleşmeleri, çoğalmaları, tufan hikayesi, salgınlar, günümüze kadar anlatıldı.
Kızgın Enlil;
“Diyar genişledi, halk çoğaldı,
Tanrı onların çiftleşmelerinden rahatsız oldu,
İnsanoğlunun sesleri artık bunaltıcı hale geldi
Çiftleşmeleri beni uykumdan etti”
diyecek, bu sözler eski ahitte, tanrının cezalandırması ile sonlanacak. Tufanın “ikinci aydan (IYYAR/Mayıs) addar (12.ay/Mart) ayına (onikinci aya) kadar devam ettiğini” şeklinde anlatılacaktır. Gözetleyen çok kızgındır, o günlerde.
Yaradılış kitabındaki “Rabbin günününden (tufandan) sonra yeşilliğin filizlendiği Ev-Elam’da Tanrı’nın gözetiminde yeni bir yaşam başlayacaktır” deyişi; Kur’anda anlatılan cennette yaşamak gibi, tıpkı ölümden sonraki hayat gibi göksel ilahi mekan, cennet gibi idi. Tanrı’nın onları dün cennette olduğu gibi, bu kez de yeryüzünde dikkatlice gözlediği sanılıyorlardı. Çünkü “Göklerdeki altın odadan sizleri hep gözetleyeceğim” sözü onları korkutuyor, ikinci belki bilmediğimiz 38 nci belki 56 ncı kez tufan ile cezalandırılmaktan akılları çıkıyordu.
Sümerlerin ülkesinde yeryüzünde insanlar böyle gözetlenir, denetlenir de, Tanrılar başka yerlerde farklı mı davranırlardı? Yaklaşık 500 yıl sonra veya İbrani hesaplarıyla, hemen Sümerlilerin arkasından Mısır’da görünmez gök tanrısı RA, insanlara farklı mı davranırdı? O da gözetleyecekti, kullarını.
Mısır’da hüküm süren ilk tanrı, RA idi denilir. Sonra Aşağı Mısır’ı, oğlu Osiris’e (Ölülerin koruyucu tanrısı), Yukarı Mısır’ı da diğer oğlu Seth’e bölmüş, Seth Aşağı Mısır’ı da kendisine almak isteyince, Osiris boğdurulmuş ve parça parça ettirilmiş, Osiris’in kız kardeşi ve karısı İsis, onun bütün Mısır’a dağıtılmış 13 parçasını (erkeklik organı hariç, çünkü onu nehirde bir balık yutmuştur) bir araya getirmiş, organları canlandırmış, kemikleri birleştirmiş ve onu tekrar diriltmiştir. (Çünkü Osiris ölülerin koruyucu tanrısı olduğundan yeniden, çoğalarak doğumu sağlayandır.) Osiris’in tohumunu da kendi Phallusunun üstüne koyarak, tohumu ile kendini döller ve o artık HORUS’tur. Osiris, oğlu HORUS olmuştur, yeniden doğmuştur. Ve Osiris kendisine “kalk ve uyan” denilince babası RA’nın yanına yükselmiş, tahtını kendinden doğan oğlu HORUS’a bırakmıştır.
Horus’da dedesi RA gibi kanatlı bir küre şeklinde değil kanatlı, bazen şahin, bazen atmaca başlı, boynuzlu, kuyruklu, dört kollu, kanatlı güneş yuvarlağı taçlı bir insan olarak hatırlarda kalmıştır. kötülük tanrısı amcası SETH ile yaptığı savaşta HORUS’un kaybettiği gözü ve parçalanmış organlarının tekrar birleştirilmesiyle, HORUS’un yaraların iyileştiricisi Tanrı olduğuna inanılmıştır. Kötülüğün bundan sonra dünyada yayılıp çoğalmaması için de, HORUS, savaşta amcası SETH’in hüsyelerini koparmıştır.
Hani dedesi RA’nın kanatlı küresi, daha kadim uygarlıklarda küre içinde göz şeklinde idi ya! Horus da kanatlı küre içindeki bu gözünü hiç unutmadı. Yitirdiği bu gözüyle kötülüğü kovalayan, yakalayan, peşini bırakmayan, gözleyen bir tanrı oldu. Tıpkı dedesi Ra’nın babası Ptah gibi, o da eski kadim uygarlıkların söylediklerini tekrarlıyordu. Ptah’ın “dağ ülkesi ve uzaktaki yabancı ülkesi”nden geldiğini, Nil’in suları altındaki Mısır’ı yükseğe kaldırdığını, Mısır’ın adının da Mısırcada “Kaldırılmış Diyar” olduğunu biliyordu, büyük dedesinin geldiği “doğudaki uzak yabancı diyar” Mısırcada UR işareti ile anlatılıyordu ve UR Sümer şehriydi. Zaten dedesi Ptah’a, yerli halk “ilahi varlık” veya “tanrı” anlamına gelen Mısırca kelime “NTR” diyorlardı, yani “GÖZLEYEN” diyorlardı. Yerli halk uzak diyardakilere de ŞUMER derlerdi. ŞUMER “gözleyenlerin diyarı” demekti. Mısır uygarlığı Sümerlerden 500 yıl sonra işte böyle başlıyordu. Marduk’u, Horus’un gözü ile günümüze Tanrı’nın gözü olarak taşıyorlardı.
RA’nın kanatlı küresi ve görünen sembolizmasıyla daire, halkın diliyle Güneş tanrısını remzediyordu. Oysa güneş, tanrı RA’yı sembolize ediyordu. “Ebediyetle son yoktur, dolayısıyla başlangıçta yoktur, bunun sonucu olarak ebediyet bir dairedir” diyen Mısır hiyeralifi Horus’un gözü ile farklı bir anlam kazanacaktır.
David Niven tarafından Meksika’da bulunan bir tablette “O güneşin ağzından konuşur. Onun kelamı hakikattır” diyen bir insan yüzündeki sol göz, ağız ile birleştirilecek, bir daire içine alınacak, Tanrı’nın sembolü dairenin içine göz konularak, sanki tanrının gözü gibi ifade edilecektir. Tanrı’nın gözünün hakikatı gördüğünü ve ağzından çıkan sözün de, gözün gördüğü hakikatten dolayı hak olduğunu simgeleyecektir. Yoksa Sümer de oralardan mı emanet almıştı, GÖZÜ?
Sağ gözün çevresi de daire ile çevrilmiş gösterilir ki, sol gözün dairesi güneşi ifade ederken, bu sağ gözün dairesi de ayı ifade eder şeklinde yorumlanırdı. Bu da Tanrı’nın gözünün hem gece, hem gündüz bizi gözlediğini ifade ederdi, yani Tanrı, gözünü bizim üzerimizden hiç ayırmaz, denilirdi.
Horus güneşin gözü, tanrının gözü olan babası Osiris ve dedelerinin (Ra, Ptah) geldiği diyarın anısına “gözü” hemen eline alıverdi ve Mısır halkına “HORUS’un GÖZÜ”nü, “GÖZLEYEN TANRI”sını öğretti. Gizeh Sfenksi onlara doğan güneşi gözetler gibi gözüktü, geceleri de ölüler şehrini kolladığını söyledi.
Horos’un gözü, Tanrı’nın, yaratanın insanı yaratmaktaki gayesini simgelerdi. Firavunların gözlerinin, kaşlarının arasına alnına çizilen ve üst ucunda oval şekilli bir halka olan haç, onu temsil ederdi. Bu oval şekil veya daire veya yuvarlak ne başlangıcın, ne de sonun olduğunu ifade ederdi. Gözlerin arasına konulan bu işaretin olduğu yere bugün üçüncü göz denilmektedir.
Üçüncü göz görünmez, ancak insan aklının talimatına bağlı iki gözün görmek istemedikleri karşısında bu üçüncü göz mutlaka olayı görür. Gerçek sırların, hakikatın görünmesi için bu üçüncü göz daima açık kalır, Horus’un “kayıp gözü” belki insan alnının, iki göz ve iki kaşının arasındadır. Bilirsiniz, insan sezdiklerini, hissettikleri söylemek ister, söyleyemez, bunu söylemek zaten yasaktır, çünkü Horus, sırların da bekçisidir ve bir parmağını dudağına götürerek, hakikatı gören üçüncü gözün sezgisinden dolayı insanlara susmasını işaret eder. Bu halkalı haçın (CORIX ANSEE) gösterdiği, “üçüncü gözün yerini” Horus bizlere emanet etmiştir.
Gözü açık olanlar, sezgileriyle hiç kimsenin bilemediğini “bilir” olurlar. İşte Horus’un gözü, bizlere insanları ve evreni görmemize hala yardımcı oluyor, dünyada yaşayanların gördükleri, hissettikleri ve sezdikleri ancak Horus’un Gözü ile mümkündür. İnsanın kendi ışığı olmasa (Horus’un gözüne rağmen) yine hiçbir şeyi göremez.
Çünkü, Yaratıcının yaratmaktaki sebebi, yaradılışın başı boş olmaması, yaratılanın insan tarafından da görülmesi içindir. Sümerlerde yaradılışa göre : “Tanrı, kendi özünden özel bir şekil yaratmayı amaçladı”. Tanrı yaradılışa göre tek başına iken, neden yaratıklar yaratmak ihtiyacını duysun, her halde yalnızlık ve teklik bir sıkıntı yaratmıştır denilemez. Yaratılanın, yarattığı oyuncakları oynaması gerekir ki, yaratma, yapma, üretmenin bir anlamı olsun. İşte insan beyni bunu düşleyerek, düşünerek, yaratanı hayallemiş ve yaratandan dolayı yaratılana bazı görevler verilmiş gibi tasarlayarak, Yaratanın yaratılanı yönettiğini ve gözlediğini varsayarak “GÖZÜ” “gözetlemeyi” düşlerine katmıştır.
İnancı yaratan şekillendiren akıl, demek ki inancın denetimine de ihtiyaç duymuştur ki, Horus’un gözü yaratılmıştır.
Sümer ve Mısır’daki bu fikir, gözetim ve denetim fikri, sonraki yüzyıllarda inananlara günahı, cezayı, ödülü, vaadi, cenneti, cehennemi getirecektir. Gözetimin ve denetimin sonunda da mükafaat ile müeyyide olmalıdır ki, yönetilme, gözetilme düşüncesinin devamı gerekli olsun ve Horos’un gözü, ileride Tevrat, İncil ve Kur’an’da da “Tanrı’nın gözü” adıyla VİCDAN diye şekillenebilecektir.
Zamanla yönetenlerin Tanrı adına konulmuş olduğunu söyledikleri kurallara uyulması ve gizliden takip edebilmesinin güçlüğünün görülmesi ve gözetlendiği fikrini insanlarda geliştirilmesi için Tanrı’nın kendilerini gözetlediğini düşünmek ve buna inanmak insanın kendi kontrolu için yapacağı en güzel şeydi. Sessizce söylenenlere uyma, hatta uymayanları, bunu ileri sürerek uyarma, hatta uyarma görevini üstlenme, artık onun birlikte yaşarken esas işi olacaktır.
İnancın son haliyle, Kur’an da, gözetlendiğimiz düşüncesi ise şöyle dile getiriliyordu;
2 No’lu Bakara Suresi ayet 110
“Namazı kılın, zekatı verin, kendiniz için yapıp gönderdiğiniz iyi amelden her şeyi Allah’ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür” ve
237 “…aranızda iyilik ve ihsanı unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı bihakkın görür”
4 no’lu Nisa suresi ayet 1;
“…Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.”
Ve 58 “Gerçekten Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.”
17 nolu İSRA Suresi ayet 17;
“…kulların günahlarını bilmek ve görmekte rabbin yeterlidir.
Ayet 96 “De ki; benimle sizin aramızda gerçek şahit olarak Allah kafidir. Zira o, kullarını hakikaten bilip görmektedir.”
22 no’lu HAC Suresi Ayet 75 ve 76;
“Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçti, şüphesiz Allah, işitendir, görendir. Onların önlerindekini de, arkalarındakini de, yaptıklarını da, yapacaklarını da bilir. Bütün işler Allah’a döndürülür.”
34 no’lu SEBE Suresi ayet 11;
“… İyi işler yapın. Çükü ben, yaptıklarınızı görmekteyim” diye vahyettik.
35 no’lu FATîR suresi ayet 45;
“Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince gerekeni yapar. Zira Allah, kullarını görmektedir ve gözetlemektedir”
57 no’lu HADİD Suresi Ayet 4;
“…Nerede olsanız, o sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.”
84 no’lu İnşikâk Suresi ayet 15;
“Evet! Elbette Rabbi onu görüyordu”
Anadolu’da Alevilerde Tanrı’nın gözünü “Ali’nin eşi Fatma’nın elinin içindeki gözü” hatırlayalım. Demek ki hala Tanrı bizleri gözetliyor.
Yahudi düşünür ve din adamı Maimonides’in “Mişna” adlı eserinde imanın prensipleri dörde ayrılmış, Usul (kökler), Kavaid (ilkeler), itikadat (inançlar) ve şeriat (yasalar) başlıklarında toplanmıştır. Kitap ilkeleri de 13 madde toplamış, bunlarında en önemlilerinden “Tanrı kullarının bütün hareket ve düşüncelerini bilir” ve “Tanrı, Tora buyruklarına uyanları mükafatlandırır, uymayanları cezalandırır” ilkelerini şöyle açıklamıştır. Tanrı gözetlediğinde, yaptığı tespit ile hemen hatalı yapılanları cezalandırır, doğru yapılanları da ödüllendirir denilebilir. Oysa Tora’da, aynı Sümer ve Mısır’daki gibi Tanrı’nın eylemi belirsiz bir zamana bırakılmış, ertelenmiştir. Hatta Tanrının kavmini gözetlediğini, koruduğunu ancak onun buyruklarına tam uyanların dahi bu dünyada her zaman mutlu olamadıkları gibi, itaat etmeyenlerin de her zaman mutsuz olmadıklarını söyleyerek, şaşırtıcı bir anlam katmıştır.
Bugün inananlar için, “Eğer gündüz ve gece (boyu yerine getirilen) antlaşmam (tora) olmasaydı, göklerin ve yeryüzünün kanunlarını koymazdım” diyen TORA’da, Bereşit (yaradılış) kitabında (yirmeyau 33:25) ayetindeki gibi konulmuş kurallara uyumun takibi ve gözetlenmesinin altı hazırlanmasaydı, “vicdan” günümüzde çok zor gelişirdi.
Görüldüğü gibi Horus’un Gözü zamanla böyle geliştirilmiştir. Son halinde, insan aklının sınırlarının Tanrı’nın kararlarını ve onun ilahi mantığını algılayabilecek genişlikte olamayacağı ifadesi ortaya atılmıştır. Bu şekilde hem Tanrı, hem insan yaptıklarından veya yapmadıklarından dolayı biraz sorumluluk dışına çıkarılmıştır.
Horus’un Gözü tarafından her ne kadar insanın iyi hareketleri mükafatlandırılacak veya kötü hareketleri de cezalandırılacak ise de, ödül umudu veya ceza korkusunun insan aklını yönlendirmemesi gerektiği de Tevrat’ta ifade edilerek, insanın aklıyla iyiyi iyi bildiği için yapması veya kötüyü de, kötü ve fena bildiği için yapmaması şeklinde kendini görevlendirmesi anlatılmaya çalışılmıştır. Yani eski Ahid’in yorumu Talmud’ta dile getirildiği gibi Tanrı karşısında, “ücret karşılığında efendilerine çalışan hizmetkar gibi olmayınız” ifadesindeki anlamla, insan mutlak itaatle sınırlandırmamıştır.
Böylece Tevrat’ta, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın esas aldığı “bundan sonraki yaşama hazırlık yapın” kavramının bu dünyadaki yaşam için doğru olmadığı düşüncesi başka bir şekilde ifade edilmiş olmaktadır.
Horus’un Gözü, Talmud’ta insana biraz insiyatif vermeye başlamıştır. Yahudiler Kavaid (ilkeler) bölümünde “yaşam yaşanmakta olan süreçtir” diyerek, bu ilkesi ile insanın, Tanrının gözüne rağmen bu dünyada yaşam sevinciyle hareket etmesi, gerçekçi bir şekilde bu dünyadaki yaşama bağlı olması, dolayısıyla Horus’un Gözü’nden biraz uzak olması ve aklıyla yaşaması gerektiğini ifade etmiştir.
Müslümanlıkta ve Hıristiyanlıkta ise, Tanrı’nın gözü ve gözetlemesi, onun ödül veya cezası şeklinde öbür dünyada değerlendirilirken, Yahudilikte, Mısır ve Sümerin etkisi ile “Tanrı tarafından insanın mutlaka ödüllendireceği ve cezalandıracağı” ilke olarak belirlenmiş, ancak yer ve zaman belirtilmekten kaçınılmıştır. Ne zaman ve nerede “Mükafatlandırılır veya cezalandırılır” söylenmemiştir. Bu insan düşüncesinde (müslüman ve hıristiyanlara nazaran) korku azaltılmıştır.
Zamanla biraz daha geliştirerek Tanrı’nın gözü ve gözetlemesini, dinlerin etkisinden kurtaracak olursak ve günümüzde aklın ve zekanın yaratacağı bir gözden söz etmek gerekirse, bunun bireyin yararına olacağı ve gözetlemenin insancıl ve toplumsal yanının ağırlık kazanacağından söz edebiliriz.
Günümüzde gözetlendiğini düşünen bireyin davranışlarındaki ister istemez oluşan sınırlama ile kendi kontrolu değerlendirilirse, dünün bilgi birikimi ve algılayış farklılığında gözün bugün neyi ifade ettiğini anlamak mümkün olabilir.
Bugün bu gözün “göz” olarak önümüzde sembolize olması da artık gerekmiyor. Bireyin, diğerleri veya Tanrı tarafından gözetlenildiği düşüncesi onun gelişen kültürü ile kendi kendisini gözetlemesine dönüşecektir. Kendine bakan bir göz de ancak “ayna”da olabilir. Kendine aynada bakan bir göze, yine aynadan kendisine bakıldığını düşünürsek, bireyin kendine ayna tutması da gözden farklı bir sembolizma değildir. Dün tanrının gözetiminde olma ihtiyacı, nasıl göz sembolünü yaratmışsa, bugün bireyin kendini gözetlemesi de, onu ayna sembolüne yöneltecektir.
Bunlar aklın gelişimi ile yarattığı düzenlemelerdir. İnsan, daire içindeki gözle tanrısal bir gözü, üçgen içindeki gözle evrensel bir gözü, avuç içindeki gözle de bireysel bir gözü nasıl yarattı ise, görünmez bir gözü de bugün akıl böyle yaratmış olmalıdır. O görünmez göz insanın vicdanıdır.
İnsan hiçbir şartta ve dönemde kapanmaz bir göz remzetmiş, açık bir göz ile görme veya gözetmenin sürekliliğini ifade etmeye çalışmıştır. Buna en uygun olan göz, yine vicdandır.
Kimsenin bilmediği, duymadığı ve görmediği bir işi yapacaksınız. Bu yaptığınız iş, yapmamanız gereken bir şey olacak, o halde neden Tanrısal bir gözden habersiz olan bir insan dahi, yaptığı için neden geriye dönüyor, arkasına neden bakıyor, veya yaptığını düzeltiyor, veya neden üstünü örtmeye çalışıyor, düşünebiliyor musunuz? Bunu yalnızca insanın vicdanı açıklayabilir!
Peki öyle bir insan düşünün ki, tanrısal gözden (Horus’un gözünden) habersiz veya vicdansız yani bireysel ve öznel gözü de yok. Bu insan neler yapabilir veya yapmayabilir? Düşünün böyle bir insanın ancak tek başına yaşaması halinde yaptıklarını değerlendirmesi gerekmez. Çünkü yalnız olan, niye, niçin ve neden yaptığını (veya yapmadığını) kimseye karşı açıklamak ve değerlendirmek ihtiyacında olmayacaktır. Yalnızca kendine açıklama yapması gerekecektir. O halde yapılan iş kendisi için amaçlanmış bir şey ise, mesela kendisinin elbisesini yırtmak, ormanda elma ağacından düşmüş bir elmayı almak, ağaç dallarına boynuzundan takılmış bir geyiği salıvermek, kurtarmak, yağmurda dolaşıp iyice ıslandıktan sonra açan güneşin altında çimlere sırt üstü uzanmak ise, burada vicdana görev düşmemektedir.
Ancak, bir başka insan veya canlıyı, bir şekilde etkileyecek bir işlem olduğunda, vicdan yani göz, mutlaka devreye girecektir.
İnsan için vicdansız diye bir sözcük olabilir, ancak böyle bir sıfatı olan insan olamaz, mutlaka her insanın öznel gözü, vicdanı vardır. Bir insan Tanrı’nın gözüne inanmayabilir, ancak inançsız insanın dahi vicdanı vardır. Buna rağmen vicdanı olduğu halde, neden yaptığı veya yapmadığı sorulduğunda adının “vicdan muhasebesi” konulduğu bir kaçamağa gerek duyar. Muhasebe dediği bir denklemeyi neden ortaya atar? Bunu kim yapabilir? Yalnızca akıl ve zeka.
İşte insanın gözünün gördüğünü bile görmemesi, görmemiş olması, vicdan vasıtasıyla bu devrenin kesilmesiyle mümkündür. Denklem kurulduğunda yararı ne yönde ise göz; gördüğünü, görüleni, olması gerekeni değil, aklın yönlendirdiğine döner.
Yani Akıl, insanın gönül gözünü ister açar, ister kapar! Göz açık gibi gözükse de, bakar ama buna rağmen göremez. İşte yönetenler ve ruhbanlar insanın bu gözünü, onun bakışını çok iyi anladıklarından dolayı, insanların önüne “HORUS’un GÖZÜ”nü çıkarmışlardır.
Aksi halde, bilgi ve kültürü diğerlerinden farklı (biraz düşük veya biraz yüksek düzeyde) olan bir bireyin gözü , kendi aklından dolayı baktığını farklı gördüğünü söyleyecek ve diğerleriyle çatışacaktır. İşte bu nedenle, bir Tanrısal göz, gözleyen, gözeten, denetleyen, ödül ve ceza veren göze ihtiyaç duyulmuş, bir göz yaratılmış ve göz gerekli kılınmıştır. Belki gelişen insan aklının yarattığı düşüncenin ürünü vicdanı yani, gözüdür, kim bilir?
Akıl ve gönül gözüyle bakmaya ve görmeye yönelenler, kamil insan olabilenler, bir gözün onu gözetlemesine ihtiyacı kalmadığını anlayacağından, kendi vicdanına dönecek, kendi gözüyle, vicdanıyla kendisine bakmayı öğrenecektir.
Yarın anlayacağız ki, gören mükemmel gözün, (kendisine ayna tutabilen vicdanın) başka bir göze, asla ihtiyacı yoktur.
Nadir Elibol – 28.04.2008
KAYNAKLAR
- Gezegen, Zecharia Sitchin, Ruh ve madde yayınları, çeviri Yasemin Tokatlı, 8. baskı, mart 2004, İstanbul, 461 sayfa
- Sümerler (Tarihleri, kültürleri ve karakterleri), Samuel Noah Kramer, Kabalcı Yayınevi, çeviri Özcan Buze, Eylül 2002, İstanbul, 460 sayfa
- Tarih Sümer’de Başlar, Samuel Noah Kramer, çeviri Muazzez İlmiye Çığ, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1998, 349 sayfa
- Kayıp Kıta Mu (Kayıp Uygarlıklar II) James Churchward, çeviri Rengin Ekiz, Ege Meta Yayınları, İzmir 2003, 401 sayfa
- Antik Yakındoğu’nun Tarihi M.Ö. 3000-323, Marc Van de Mieroop, çeviri Sinem Gül, Dost Kitapevi, Ocak 2006, Ankara, 367 sayfa
- İnsanın Hikayesi, James C. Davis, çeviri Barış Bıçakçı, İşbankası Kültür Yayınları, Haziran 2007, İstanbul, 478 sayfa
- Eski Mısır’ın Ölüler Kitabı, Albert Champdor, çeviri Suat Tahsuğ, Ruh ve Madde Yayınları, 4. Baskı, İstanbul Eylül 2000, 120 sayfa
- Kitab-ı Mukaddes, Kutsal Kitap (Eski ve yeni antlaşma-Tevrat-Zebur-İncil) Yayıncı Kitabı Mukaddes şirket İstanbul (3.basım) Mart 2003, 1627 sayfa
- Tevrat, çeviri Dr. Jur. Hakkı Demirel, İstent Antuan Kilisesi Satımı, İstanbul 2000, 253 sayfa
- Talmud Nedir? Yazarı Rabbi Aaron Porry, çeviri Estreya Seval Vali, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş., İstanbul Kasım 2005 (1.basım), 338 sayfa
- İncil, Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul 3.Basım, Aralık 1996, 604 sayfa
- Kur’an-Suudi Arabistan Krallığı, Medine-Münevvere 1987, 603 sayfa