Kerim dedem apandist ameliyatı ardından mide kanseri olmuş, üç beş yılda böyle geçmiş, 1969’da ölmüştü. Dedemin ölümünün üzerinden tahminen 35 sene geçmiş, babamla sohbet ediyoruz. İyi ki dedemi Bingöl’e göndermişsin, bak Genç’e gitti, Kale Köyü gezdi, akraba, hısım kim kaldı ise onları gördü, falan diyoruz.
Tek bildiğim, dedemin Zaza olduğu, babasının adı Süleyman, annesinin adı da Zeynep. Akseki’de ona “Kürt Kerim” derlermiş ama Kürtçe bilmez, tek tük Zazaca aklında kalmış, bir amca çocuğu var “Cemil Doğan”, hatta onu aramak üzere Genç’e gidiyor. Cemil Amca iade-i ziyaret Konya’ya geliyor. 1959 yılı benim Akseki’de su kuyusundan düştüğüm yıl. Birlikte Akseki’ye gidiliyor. Ben hastanede iken, Cemil Amca, dedemin mirasçı olarak 400 dönüm tarlasının olduğu söylüyor, satıp parasını sana gönderirim diyor. Dedem ne bilsin akraba, tarla, bağ, bahçe işini vekalet veriyor. Ancak parası dedeme gönderilmiyor. O zamanlar babam bundan habersiz. Tarla işi bitince, yıllar sonra 1967 olduğunda bu kez Cemil Amca Ankara’ya geliyor, bir işe girmek istiyor. O zamanın önemli milletvekili Nimet Ağaoğlu’na gidiliyor, iş istenecek, Nimet Bey Emek Mahallesi’nde İsrail Evleri denilen zamanın en modern evlerinde oturuyor. Cemil Amca ile babamı görünce eve buyur ediyor, babamın anlattığına göre babam önemli bir aşireti çocuğu olduğu için onun elini öpmek istemiş, babam Nimet Bey’den küçük olduğundan, buna izin vermemiş, hemen Cemil amcayı TCDD Kale İstasyonunda yol çavuşu olarak işe almışlar. Dedeme bu işle ilgili bilgi verdiğinde de, dedemin ona bu tarla işini anlattığını, kızgın olmadığını ve ancak akrabasını affettiğini
311
öğreniyor. Babam bunu kenara bile not almıyor, aksine seneler sonra bana da bu olayı gülerek anlatıyordu.
Bir gün Yusuf Coşkun, Adnan Çoşkun ve Mehmet Doğan bana yemeğe geldiler. Sordum, annem, babam ona Cemil Abi dediklerine göre yüz yaşına gelmiştir, herhalde dedim. 97 yaşında olduğunu, kendisinin yürüyerek hastaneye gidip her gün tansiyon ölçtürdüğünü söylediler, gülüştük. Yusuf AKP’nin ikinci döneminde Bingöl milletvekili oldu, abisi Adnan’da Sağlık Bakanlığı’nda Genel Müdür, Mehmet’de Solhan’da Belediye Başkan Yardımcısı.
Yıllar ne çabuk geçmişti. Babam çok uzaklarda da olsa, babası (dedem) gibi köylüsüne pek düşkündü. Uzak akrabası Sadullah’ı Ankara’da Mızıka Okulu’nda okutmuş, astsubay olmasını sağlamıştı.
Mehmet, vilayette işçi mi idi hatırlamıyorum, ilk okul mezunu idi, vali muavini de benim Mülkiye’den arkadaşım, kendisine Mehmet’i emanet ettim ve onu şoför yapmasını istedim. Mehmet ortaokul, liseyi bitirdi. Vilayette memurluğa yükseldi. Büyük ve hatırlı kalabalık bir aileden, bana Ankara’ya gidip geliyor, küçük kardeşinin adı Şah. Seneler önce Şah’ı bana Ankara’ya gönderdi, “Abi, bu oğlan bir İngiliz kız ile evlenecek, ne yapalım?” dediğinde, Şah’ı Ankara’da şahitlik yaparak evlendirdim, destekledim, İngiltere’ye gönderdim. Şah üç-beş yıl sonra, o güzel ve düzgün kızdan ayrıldı, Amerika’ya gitti.
Bu arada Yusuf, Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Müfettişlikteyim, bana geldi ve “abi kaymakamlık sınavlarına gireceğim, yardımcı olur musun?” dediğinde, İçişleri’nde çok sınıf arkadaşım olmasına rağmen “Sakın ha! Kaymakam olup 10-15 seneni heba edeceğine, Bingöl’e dön, küçük yerde en namlı, en güçlü avukat ol, para kazan, siyaset yap” demiştim. O da bu tavsiyeme uyduğunu yıllar sonra milletvekili iken, Bakan Cevdet Yılmaz’ın yanında anlattığında ve elime uzanıp dokunduğunda duygulanmıştım.
312
Adnan, Sağlık Bakanlığı’nda sırasıyla memurluk, şeflik, şube müdürlüğü ile bürokrasi de yer aldı. AKP İktidarında son 5 senedir genel müdür olarak görev yapıyor.
Demek ki; ben de babam gibi, ilgi ve sevgimi akrabalarımdan eksik etmemişim. Farkında olarak mı yaptım, bilemem ama, müfettişken Elazığ Gümrüğü’nde bir soruşturmam var, 1978-1979 olabilir. Elazığ Gümrüğü o zaman sürgün yeri idi. Müdür memur maaşlarını zimmetine geçirmiş diye bir ihbar gelmişti. O konuyu inceleyip, soruşturacaktım. Gitmeden hazırlık yaptım, 213 memur var, şaşırdım kaldım. Elazığ Gümrük Müdürlüğü ( o zamanlar Gümrük İdare Memurluğu, Gümrük Başmemurluğu boyutlarında küçük gümrükler var, ülkede müdürlük sayısı çok az) Cumhuriyet Caddesi üzerinde bir apartmanın ikinci katı, gittim, kapıyı açık buldum, açtım, içeride sabahın köründe bu kim dercesine bakan bir hizmetli, yeri süpürüyor. “Buyurun beyim” dediğinde ve benim müfettiş olduğumu anladığında yüzü çok farklı idi. Müfettiş ne? Ne yapar? Burada Müfettişin ne işi var? gibi idi. “Müdürün odasını aç” dedim. Dairenin salonuna sandalyeler dizilmiş, bir büyük odada (14-15m2) Müdür oturuyor, bir odada (üç masalı) memurlar oturuyor olmalı ve bir odayı da ambar yapmışlar. Müdürün masası silinmemiş toz içinde, sildirdim, belli ki uzun zamandır kimse oturmamış, “Müdür nerede?” dedim, “müdür yok efendim” “müdür muavini mi bakıyor?” “hayır efendim” “başmemur mu var?” “hayır efendim” kızıyorum. “Buraya kim bakıyor?” dedim. “Muayene memuru arkadaş şimdi gelir” dedi. Üç beş dakika geçmedi ki, 35 yaşlarında iyi bir adam, düzgün kıyafetli içeri girdi. Günaydınlardan sonra elinde Cumhuriyet Gazetesi’nden anlıyorum ki, aklı başında okur yazar biri ve belli ki, sürgün olarak buraya gönderilmiş. İçimden, “Bakalım, müdürün memur maaşlarını zimmete geçirdiği iş, ne olacak?” dedim.
313
“Nerede 213 memur” diye sordum, gülerek “çekmecede efendim” diye cevap aldım. “Efendim ben burada tek başınayım, gelen arkadaşların tayin formunu alıyorum. Biz Malatya’ya bağlıyız, oraya bildiriyorum, onlarda maaşlarını herhalde alıyorlar, ben ve odacı arkadaş maaşlarımızı bankadan alıyoruz” “Nasıl alıyorsun?” dediğimde, “Bizde vezne, muhasebe memuru yok, müdür de yok, geçen ay bir ford araba (bedelsiz) ithalatı oldu. Onun vergilerini ben tahakkuk ettirdim, tahsil etmesi için Ziraat Bankası’na gönderdim. Geçen ay ve bu ayın maaşlarını da oradan çektik. Ben geçen ay gelmiştim. Odacı arkadaş ta 6 aydır burada, ama hiç maaş alamamış, onun maaşlarını da ödedim, işte efendim yaptığım bordrolar” dedi. Şaşırdım kaldım. 213 personelli koca Elazığ Gümrük Müdürlüğü “Ahmet bey, sen ita amiri misin? Sen sayman mısın? Nasıl ödeme yaptın?” dememe kalmadan, dosyayı, tayin formülleri yığınlarını, fordun ithalat beyannamesini önüme koydu. Maaş talepleri, Malatya Saymanlığı’nın “siz Erzurum’a bağlısınız” demesi, Erzurum’a gittiklerinde “saymanlığınız Malatya” dediklerini, Bakanlığa yazdıklarında “ikinci bir iş’ara kadar işlem yapmayın” denildiğini hızla anlattı. Adamlar ne yapsın? Yaptıkları doğru ama kanuni değil, bankadan maaş gibi para çekmelerini bir işgüzar zimmet diye ihbar etmiş, konu hemen anlaşıldı. İfadeler ve yazışmaları asıl suçlunun; böyle bir gümrükte 213 personel istihdam eden ve görevini suistimal eden, atmaya yetkili amirlerin olduğunu, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun falanca maddesi uyarınca memurun maaşların aybaşında ödemesi gerektiğini, bunun devletin görevi olduğunu falan filan ekleyerek bir rapor yazdım. Mevcut 213 personelin ihtiyaç olan bölgelerde istihdam edilmesini, sorumluların araştırılıp cezalandırılmasını da rapora ekledim. Ertesi günü Elazığ Cumhuriyet Savcılığı’na raporun bir örneğini verdim, daha öğlen olmadan Savcı çağırdı, gittim. Tanışmak istediğini söyledi. Tebrik etti, böyle bir raporu hiç
314
görmediğini söyledi. Kasıt olmadığı için takipsizlik kararı verdi, öğlen yemek yedik, Bakanlığın raporunu postaya verdim. Ankara’ya dönüş müsaadesi istedim. İş bitmişti.
Arada Cuma var, cumartesi, Pazar giriyor. Kısmetse Pazartesi (Başkanlık iyi gününde ise telgrafa cevap gelir) inşallah Salı günü cevap gelir. Cuma sabahı istasyona indim. “Bingöl’e nasıl gidebilirim” dediğimde “beyefendi yarım saat sonra posta treni gelecek, öğleden sonra 15:00’de ekspres var”
Ben 9’dan 15’e kadar ne yapacağım? Sormadan posta treninden yer aldım. İnşallah Elazığ, Bingöl Genç İlçesi Kale İstasyonu’na gideceğim, Cemil Doğan’ı bulacağım.
Bozkırlar, dağlar, tepeler aşıyoruz. Vagon’da 3’er kişi karşılıklı oturuyor, pencereden küçük bir masa açılıyor, yiyecek ihtiyacı olan cam kenarına geçiyor, yiyor, eski yerine geçiyor, heybe, torba yerlerde benim hediye, lokum, şeker kutuları koltuğun altında kravat yok, ama üst baş takım elbise, kondüktör sık sık uğruyor. İçeriye girip “sessiz olun!” diye bağırıyor. Yanıma gelip “beyim bir ihtiyacınız var mı?” diyor. Onun bu ilgisi veya insanımızın konukseverliği ile yolculuk şahane geçiyor, okurum diye 5-6 gazete, 3-5 dergi almışım. Köy bile yok, tren ikide bir duruyor, soracağım ama ikinci üçüncü duruşta anladım, ormanlık alandan geçerken, kenarda bir yolcu el kaldırıyor, tren duruyor, onu alıp yola devam ediyoruz. Küçük istasyonlarda küçük çocuklar “gazete gazete” diye bağırıyorlar, önce anlayamıyorum. Sonra okuduklarımı onlara atıyorum. Çocuklar kapışıyorlar, usta oluyorum, kaza olmasın diye artık trenden daha uzağa, ileriye atıyorum.
Büyükçe bir istasyonda durduk, çevrede köy, kent bir şey yok, bekliyoruz. 10 dakika, 20, derken 30 dakika oldu. Kondüktörü çağırıp soracağım ama tüm yolcular istasyona indiler, yemek çıkınlarını açtılar, sigaralar içildi, volta atmaya başladılar. Ben ve bir
315
iki ihtiyar vagondayız, kapıda kondüktör belirdi. “Neden inmediniz efendim? Biraz sonra ekspres gelir, ona geçeceksiniz?” “Neden geçeceğiz” dediğimde, “posta geç saatte Genç’te olur, şimdi ekspres bizi yakalayacak, 1.5 saat sonra Genç’te olursunuz” İstasyonda biletçinin ne demek istediğini yeni anlamıştım. Hemen toparlandım, bir iki dakika sonra gelen eksprese atladım.
Kale İstasyonu’nda indim. İstasyon’da birine Cemil Amca’yı sordum. “Ben Yahya, oğluyum” demesin mi? Beni ismen biliyorlar, sarıldık, öpüştük, ellerimi öpüyorlar, çok duygulandım. Keşke babam da burada olsaydı dedim. Bir eve geldik, çoluk çocuk toplandılar, sanki uzaydan düşmüş gibiyim. Beni seyrediyorlar. Babam, ailem soruluyor, tek tek erkekler “ben şunun oğluyum, benim dedem sizin dedenizin halasının oğludur” bir başkası “benim anam, dedenizin teyze kızıdır” sonra “bu da benim karım ve çocuklarım” belki 50 kişi olduk, çaylar, yemekler, meyveler yerlerde serili çok ama çok keyifliyim.
Bir gün daha kaldım kuzular kesildi, yedik eğlendik, hal hatır sorduk, tekrar tekrar Kerim dedemin geldiği günü anlattılar. Onun dedesinin büyük bir şıh olduğunu, ballandırararak, beni överek anlattılar, ben de inanmaya başladım. Büyüğü de küçüğü de elimi öpüyordu, ben de büyüklere öptürmüyor, ben de öper gibi eğildiğimde, hızla ellerini geri çekiyorlardı.
Bu olayları Ankara’ya dönünce babama anlattığımda, gözleri parladı, benimle kıvanç duyduğunu hissettim. Her zamanki sakin ve soğukkanlılığı ile “İnşallah bir gün biz de gideriz” deyiverdi.
1995 yılı İstanbul’da Rusya’ya ihracat yapıyordum. Öyle ihracat artıkları vardı ki, şahane. Ancak numarası, serisi yok, çocuklara talimat verdim “tişörtler, pantalonlar, montlar, paltolar, mantolar, büyük, küçük, kadın, erkek ne varsa biriktirin, 200-300 kalem yapın, bana Ankara’ya gönderin” dedim. Üç büyük koli Ankara’ya
316
geldi. Anama, babama uçak bileti aldım, kolileri Mehmet’e gönderdim, “Cuma’ya biz de geliyoruz” dedim.
Babama “Muş’a gidiyoruz, oradan bizi alacaklar, annem, sen, ben 2-3 gün kalacağız” dedim. Öylece kaldı, annem sevincini hemen belli eder, “haydi İlhan hazırlanalım” dedi. Babam “Birkaç parça hediye alalım” dediğinde “her şey hazır, siz küçük bir valiz hazırlayın, Cuma sabahı sizi alacağız” dedim.
Havaalanına inince; o soğukkanlı babam gitmiş, çocuk gibi olmuştu, annem de onu karşılayan akrabalarını görünce iki satır arkaya çekilmişti. Her gelen babamın elini öpüyordu. Mehmet Doğan “amca izin verirsen doğru köye gideceğiz, sizi babam bekliyor” dedi. Artık ben karışmıyorum. ŞIH’ımız önde annem ve ben arkasında hiç ses çıkarmıyoruz. Ben babamı böyle sevinç dolu çok az görmüşümdür. Ben de şişman bir melek gibi onun etrafında dolaşıyorum.
Kale Köy’e geldik, arabadan inip fotoğraflıyorum. Dakikalarca babamla birlikte seyrediyoruz.
317
Yine bütün köy eve toplanmış, erkek, kadın, çocuk hepsi evin önünde, hem babamın, hem benim elimi öpüyorlar. Bu nasıl bir ilgi, bu nasıl bir sevgi, anlatılamaz. Babam oturuyor, yaşlı erkekler, genç erkekler, sonra yaşlı kadınlar odaya yerleşiyor, genç kadınlar, delikanlı erkek ve kızlar, çoluk çocuk antreye kapı ağzına hatta evin önündeki verandaya, bahçeye doluşuyorlar. Hepsi gönderdiğim giysileri giymiş, yemekler, çaylar meyveler yeniliyor. Geç saatlere kadar hatırlar soruluyor, uzaktan gelenler, Genç’ten gelenler, Bingöl’den gelenler, canlar, heyecanlar.
Yaz günü, suları çekilmiş Murat Çay’ın kenarında arsaların üzerinde, köyümüze bakıyorum.
Gece yaz ayazında tuvalete gidişimiz, ibrikle su döküşüm, ay ışığında çatının üzerindeki arı kovanları, yer yatakları, hep aklımda, hele, sabah bahçedeki kovandan kesilen taze, sıcak bal ile çökelek nasıl unutulur?
318
Öğlene doğru yürüme mesafesinde bir türbeye gittik, etrafı kafes gibi demir parmaklıklarla çevrilmiş. Felçli gelen yürür gidermiş, kısırlık, gebelik ve doğuma ilişkin yakarışlar kabul edilirmiş, yatırın adı Şeyh Süleyman imiş, anlattıklarına göre, Kerim dedenin dedesi veya dedesinin babası imiş, tabi bana çok hoş bir rivayet gibi geldi, ancak amcamın isminin Süleyman oluşu ile hafifçe kaşlarımı kaldırarak türbeye baktığımda, babamla göz göze geldik, her zamanki gibi ellerini açmış, okuyup üflemeye başlamıştı.
Oysa;
1800’li yıllarda Mazgirt-Dersim’den çıkıp Türkmen mi, Zaza mı, olduğu bilinmeyen Koçgiri aşiretinin inancı Alevi imiş, bu aşirette iki tür pir varmış, biri tarikat piri, diğeri hakikat piri, hakikat pirlerinden Baba Mansur Ocağı’ndan (Bamasor deniyor) Seyit Veyis ve Şeyh Süleyman zamanında bir kısmı Kemah, Kuruçay, Refahiye, Su Şehri, Zara (eski özgün adı Koçgiri) Divriği, Kangal, İmranlı, Hafik’te yerleşmişler, Zara Türkmen, Diğerleri Kurmanci imiş???? 93 harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Kars-Erzurum yöresinden getirilen göçmenlerde onların arasına karışmış.
Bu iki Alevi büyüğü “üfürükçü-tükürükçü” diye Kangal halkının şikayetiyle Kayseri’ye sürgün edilmişler. 7 yıl Kayseri’de kaldıktan sonra Mescit Köyü’ne dönmüşler, Şeyh Veyis 1908’de, Şeyh Süleyman 1909 yılında vefat etmişler, Kayseri’de onları idamdan kurtaran muhtemelen Şehremini Ermeni Bilge Prot’un adıyla Veyis ve Süleyman anılmışlar, onlara bölgede Veyis veya Süleyman değil PROT denilmeye başlanmış, bu lakap protestandan da geliyor olabilir, ama halk arasında PROT “tarlalarda sınırları kaldırdıkları gibi aşkta da sınır tanımayan” anlamına gelmekte imiş.
319
Süleyman’ın vasiyeti de şöyle imiş; “İkimizi (kardeşi Veyisle) aynı mezara gömün, bilinen anlamda bir mezar yapmayın, sadece, üzerini toprakla örtün, çünkü biz insan oğlunun turabıyız.” Ancak bu vasiyete rağmen mezar bugün bir türbe (tapınak) haline getirilmiş.
Gezdiğimiz türbe bu türbe mi? Bu Süleyman; o Şeyh Süleyman mı? Soylarının Türkmen mi? Zaza mı? Olduğu bilinmez. Doğruluğu da iddia edilemez. Ancak Alevi dedeleri Türkmen’dir, tören dilleri Kurmanci ve Zaza’cadır. İnanç biçimleri Sünni değil Alevidir. Şimdi Sünni gömleği giymişlerdir. Günümüzde de Zazaca, Kurmanci yanında artık Kürtçe, Türkçe konuşan bir topluluk olmuşlardır.
Ama onlar bugün Koçgiri geleneklerine göre “Erice Bayramı”nı her yılın 5 Mayıs’ında kutluyorlar, o gün kimse çalışmıyor. Herkes en güzel kıyafetini giyiyor, Şaman gelenekleri gibi kutsal sayılan su kaynağı, ağaç, sır ve keramet sahibi ermişlerin mezarlarını ziyaret ediyorlar ve “hayır, bereket ve huzur” diliyorlar, yiyorlar, içiyorlar.
İşte ben de her 3 Mayıs’ı babamın dedeme kavuştuğu gün başlayarak 5 Mayıs’a kadar dil, din ayırmadan dostlarımla bu nedenle yiyip içerim.
Ben türbeden etkilenmiştim, demir parmaklıklara asılarak seslenmiş. “Ben ve babam İlhan size geldik” demiştim,. (hani felçliler yürüyor, hastalar iyileşiyor idi ya, ben de sanki bir cevap verecekler sanmıştım, beklemiştim) Tekrar “Kerim ağa sen, beni ötekilerle tanıştır” diye, seslenmiştim. Anamın ve babamın arasına girmiş, onlar iki yanımda, beni tanısınlar istemiştim. “Benimle olun, ben de sizinle olayım, sizin gibi olayım” demiştim, ama yine cevap yoktu, sessizce oradan ayrılmıştım.
Sonra Solhan, Genç, Bingöl, diğer evler, akrabalarla sarmaş dolaş olmalar ve Ankara’ya annem gururlu, babam 10 yaş genç, ben ise Kerim ağa gibi dönmüştük.
320
O günden sonra, benim elim dedem gibi hep veren el oldu, hep seven ve affedendim artık. Kızamaz olmuştum. Genç Kale Köy gezisini unutmuş, ama yeni huylar edinmiştim.
Yıllar sonra, İlhan bey hastalanınca, hastanede yanında kaldığım bazı geceler, kendi yüzümü babama benzetmiştim. Oğlum Ödül de dedem Kerim Ağa’ya benziyordu.
Hastanede babamla birlikte olduğumuz gecenin sabahında, gözlerini açtığında “Ödül, nereye gitti?” diye sormuş ve “Nadir çok üzülüyorum. Bütün gece beni bekledi, çocuk gözünü kırpmadı, sabaha kadar lafladık, o sordu ben anlattım, Bingöl, Genç akrabaları falan sordu. Çok yoruldu, eve gitsin biraz dinlensin, biz seninle otururuz” dedi. Kendimi zor tuttum, gece onu bekleyen bendim. Gece birkaç kez tuvalete gitmiş, çok az sohbet etmiştik. Ödül, İznik’te askerde idi.
Anladım ki, Kerim Ağa onu gece ziyaret etmişti. Babam da iyi değildi.
Hastane’de 40-50 günümüz geçmişti. Babam çok hasta idi, doktorlar yaşama şansı az diyorlardı. Her sabah yoğun bakımda (doktorların meraklı bakışlarına rağmen) babamı görmeyi sürdürdüm. Türbedeki kısa konuşmanın aksine her gün Süleyman ve Kerim dedelerle saatlerce konuşur olmuştum. Türbede bana cevap vermemişlerdi ya; bu kez “lütfen babama yardım edin! Seviyorsanız onu yanınıza alın! Kerim dede, Süleyman dede onu tanımaz ama, sen küçük oğlunu kucağına al!” diye hep yalvarır olmuştum.
Bir gece sabaha kadar onlarla karşılıklı konuştum, beni dinlediklerini sanıyordum, ben konuştum, “lütfen” dedim, “yardım edin” dedim. Sessizce beni dinliyorlardı. Sabah 3 Mayıs 2011 günü hastaneye uğradım, sonra işe geldim, öğlen saat
321
14:00’de doktorlar müjdeli haberi verdiler, dedelerim babamı kucaklayıp götürmüşlerdi. “Şükran, şükran” diye ağlayarak dedelerimin önlerinde eğildim. “Türbede bize anlatılanlar doğru herhalde” dedim.
Bugün türbe ve Kale Köyü; Kalehan Barajı’nın altında kalıyor, belki türbeyi kurtarırlar. Türbe sular altında kalırsa, ben ve oğlum da onlarsız kalırız, acaba…
Kalehan Barajı
Ancak öyle değil. Türbe, tarlalar, bahçeler, bedenler hepsi aklımızda, kalbimizde. Ne ölüm var, ne de yok olma! Çünkü Nadir’ler, Ödül’ler, Cankız’lar, Alım’lar ve sonra diğerleri ve daha sonra diğerlerinin diğerleriyle hep burada, aramızda ve anılarda olacaklar.
Ödül, bana bakınca kimi görüyor bilmiyorum ama, ben ona bakınca hep Kerim Ağa’yı, karşımda görüyorum. İşte bu yüzden cenaze defnedilirken; askerdeki Ödül’ü de haberdar etmiş, o da gelip, babamın evinde bana sarıldığında ben de onu Kerim Ağa sanmıştım. Teşekkür için ve sevinçten o güne kadar tuttuğum gözyaşlarımı özgür bırakmıştım.
Kerim Ağa’nın sevgili torunuyum ya, onun bana hiç kızmadığı gibi, ben de Ödül’e hiçbir şekilde kızamıyorum. Ödül’ü görünce sanki Kerim dedeyle, sanki İlhan’la sarmaş dolaş oluyorum. Cankız ve Alımda da dedemin ve babamın ağırlığını ve bilgeliğini izliyorum. Çocuklar karşımda olduğunda, gülen yüzüm ve kucaklayan kollarım hep onlarla oluyor. Onlar gibi oluyorum, çocuklar karşımda olduğunda; “Demek ki türbede beni duymuşlar, bak onlar karşımda” diyorum.
322