Dünya kültürüne görünmez ancak büyük etkisi olan ve çok az bilinen tüm Avrupa, Asya ve özellikle Anadolu kültürüne büyük katkısı bulunan ve halen geleneklerini pek çok insan topluluğunda sürdüren Keltler’den ve Anadolu’daki adlarıyla Galatlar’dan söz edeceğim.
Neolitik çağın sonun İ.Ö. 1800 yıllarında bugünkü Fransa’da Ren nehrinin doğusunda Proto-keltler adıyla yaşarken; İ.Ö. 900’lerde Alp Dağlarındaki topluluğun ülkelerine saldırmasıyla İ.Ö. 500’e kadar bu toplulukla iç içe geçerek, İsviçre’nin Neuchatel Gölü’nün doğu ucundaki La Tene’de tarihe geçecek yeni kültürlerini yaratmışlardır.
Tabi böyle denilmekte ise de; Roma kayıtlarında Galyalılar ve sonra Galatlar olarak anılacak bu halkla; Diodoros’un bir efsanesinde farklı bir şekilde anlatılmakta; “Bir zamanlar Keltika denilen bir ülkede hüküm süren bir adamın akranlarından daha uzun boylu, daha güzel, daha çekici, açık tenli, çok yetenekli, savaşçı ama çok kibirli bir kızı varmış, kendine evlenme teklif edenlerin tekliflerini kendisinden üstün yetenekleri olmadığı takdirde küçümseyerek reddedermiş. Bir gün yarı Tanrı, yarı insan Herakles, Keltika ülkesini ziyaret etmiş, burayı beğenerek yerleşmeye karar vermiş ve Alasia kentini kurmuş. Kenti ziyaret eden kibirli kızımız da bu güçlü, meziyetli Herakles’i görünce aradığı erkeğin o olduğuna karar vermiş ve birlikte olmuşlar, doğan oğullarının adını ta “Galatai” “Galates” koymuşlar, bundan doğanlara da “Galatai”, “Galatlar” denilmeye başlanmış” denilmektedir.
Bir başka yerde; İsa’nın sevdiği öğrencisi “Yuhanna”nın incilinde, Pavlus’un Ggalatyalılara mektubu”nda yine onlara rastlıyoruz : Galatyalıların inançlarını zorlamak için; Pavlus’un Galatyalılara mektubunun 3.bölüm 1-3 bablarında; “Ey akılsız Galatyalılar! Kutsal Ruh’u Yasa’nın gereklerini yapmakla mı, yoksa duyduklarınıza iman etmekle mi aldınız? Bu kadar akılsız mısınız?” derken onların tanrısını küçümsüyor,
4.Bölüm 8-11 bablarda da, “(8) Ne var ki eskiden, Tanrı’yı tanımadığınız zamanlarda, özde Tanrı olmayanlara kölelik ettiniz. (9) Şimdiyse Tanrıyı tanıdınız daha doğrusu Tanrı tarafından tanındınız. (10) Özel günler, aylar, mevsimler yıllar kutluyorsunuz. (11) Sizin için korkuyorum, yoksa uğrunuza boş yere mi emek verdim. (12) Kardeşlerim size yalvarıyorum, benim gibi olun, çünkü ben de sizin gibi oldum. Bana hiç haksızlık etmediniz. (14) … beni ne horladınız, ne de benden tiksindiniz. (15) … elinizden gelse gözlerinizi oyar, bana verirdiniz” derken, onların üstün ve saygın karakterlerini de anlatıyordu.
Onların benliklerini yüceltmede ve ruhlarının ölümsüzlüğü ve özgürlüğü ile övünmelerinden dolayı, 5.Bölüm 1-26 Bablarda “(1) Mesih bizi özgürlük için özgür kaldı. Bir daha kölelik boyunduruğunu takınmayın. (25) Ruh sayesinde yaşıyorsak, Ruh’un izinde yürüyelim. (26) Boş ve övünen, birbirlerine meydan okuyan, birbirlerini kıskanan kişiler olamayalım” diyordu.
Galatlar Paulus’un anlatılarına şaşırıyor da, tarih de İ.S. 69’u gösteriyordu.
O halde; Roma döneminde ve sonrasında Anadolu’ya yolculuklarında adları Galatlar olacak Keltlerin kim olduğuna, onlara nasıl Galat denildiğine dönelim! Onların inançlarının, davranışlarının düşüncelerinin sembollerle günümüze nasıl taşındığına bakalım :
Avrupa’nın kuzey kavimleri İ.Ö. 9 yüzyılda nemli ve soğuyan Avrupa iklimi ile güneye Keltlerin ülkesine, Orta Avrupa’ya inince Kelt halkı, artan aşırı nüfusunun etkisiyle daha sıcak olan, Güney Fransa’ya, İspanya’ya indiler.
İ.Ö. 500-280’de bu kez kuzey batı istikametinde Britanya’ya Ivernia(bugünkü İrlanda)ya geçtiler, bir kısmı İber yarım Adası’nda güney batı yönünde ilerlediler, bugünkü Portekiz (portus galli) yani “Gallerin limanı”na ulaştılar.
Daha sonra Gallia (bugünkü, Fransa)dan Alpler üzeri İtalya’ya indiler ve Etrusk hakimiyetini sona erdirdiler.
Onlara, Hellen’ler “keltoi” yani keltler, Romalılar ise “Galatae” yani galatlar diyorlardı. Biz de Anadolu’ya gelene kadar onlara keltler diyelim, Anadolu’daki adları da sonra Galatlar olsun.
Keltler; yerlerinde durmayan, hem çok uysal, hem de ölümsüzlük inancıyla ölümden korkmayan, bu korkusuz savaşçılar, Romalılarla çok uğraştılar. Ancak Roma’nın baskısıyla Galya’dan Britanya’ya geçerek, geleneklerini ve yaşamlarını İskoçya’da Avrupa’ya nazaran daha rahat sürdürmeye başladılar, onlara burada yaşayan Britanlar’dan bir zarar gelmedi, birlikte huzurlu bir topluluk oluşturdular. Bu arada Roma imparatorluğu, doğudan gelen Atila ve Harzemlerle zorlanırken, Avrupa karanlık çağını yaşıyordu. Keltler’in gittiği İrlanda ise bilginin merkezi idi. Britanya’ya gelen ilk Hıristiyanlar çok sağlam kelt inancıyla karşılaştılar, tıpkı Kızılırmak ve Sakarya arasına yerleşen adları Galat olan Anadolu’daki Kelt kardeşleri gibi gelenlere anlayışlı davrandılar, karşılıklı sevgi ve hoşgörü ile kaynaştılar. Roma’dan Bizans’tan farklı Keltik Hıristiyan kiliselerini oluşturdular.
Ancak zamanla Keltik kilisesinin hoşgörüsünün sonucu, Keltik kiliseler dağıtıldı. İskoçya, İrlanda, Roma’ya, Papa’ya bağlandı, Kelt belgeleri yakıldı, yok edildi. Paulus’un Hıristiyanlığı egemen oldu. Yahudi-Hıristiyan düşünenler, inananlar yok olup gittiler. Kelt kilisesinin yan yana koyduğu eski ve yeni ahitler artık yoktu. Oysa Keltler İspanya yolculuklarında güç ve yönetimlerini Mısır, Suriye ve Akdeniz dünyasından almışlardı. Nasrani düşüncelerinden etkilenmişlerdi, keşişleri Mısır’ı, Kudüs’ü ziyaret ediyordu, kitapları menkibeleri, azizlerin yaşam hikayeleri İskenderiye kaynaklı idi.
Roma’nın daha sonra da Papa’nın Pagan olarak adlandırdığı Keltler inançsız ve kökensiz değillerdi. Anadolu’ya geçen Keltler Perslerin durdurduğu Hıristiyanlığın doğuda yayılmasından da sorumlu idiler, en doğuda Anadolu’nun güneş tanrısı, ana tanrısı Kibele, Ahurvedası ile Hıristiyanlar arasında kaldılar. Ancak hem Avrupa’da, hem Anadolu’da Keltler ileri dinleri ve inançlarını koruyamadılar, Druid rahipleri yok olup gitti.
Galatlar için Roma kayıtları şöyle diyordu : “Ruhun ölümsüz olduğunu atalarından duymuşlardı, ölülerini ötedeki yaşamlarında gerekli şeylerle birlikte gömerlerdi. Yıldızlar ve hareketleri ile evrenin ve dünyamızın sınırlarına ilişkin, bir çok şeyi tartışırlardı. Rahipler meskenlerini uzak ve derin ormanlarda kurarlardı. Druid’ler çok iyi okul ve kütüphanelere sahiplerdi. Tora, Oxford, Anglesey, Iona Enstitüleri en seçkinleri idi. Asil aile ve yüksek sınıfların, gelecek vadeden gençleri buralarda eğitilir, kendi kurumlarında eğitim almamış hiç kimsenin devlet adına çalışmasına izin verilmezdi.”
Hiç böyle bir düşünce yapısı, yazılı kutsal kitapları olmadığı için, Hıristiyanlıktan önce olması nedeniyle pagan sayılabilir mi?
Ancak Galatlar, yazıya geçirilmesini yasakladıkları kutsal bilgilerini, rahipleri olan Druidler’le yıllar içinde taşıyorlardı, sözlü gelenekleri esastı, kutsal bilgiler tıpkı Kabala gibi asla yazıya dökülemezdi.
Derin düşünme, kavramları anlamaya çalışma, onların temel aracıydı. Onlardan, düzen, ilişki, bütünlük ve birleşmenin derin kalıplarını kavraması istenirdi. Törenle yeni bir bilinç düzeyine girmesi beklenirdi. Karışık ve saçma bir düzensizlik gibi görünen törenler, gelenekler içinde saklanmış ve bireysel deneyim ve anlayışla hayata geçirilebilecek bir gerçeklik kavramının bulunmasına yönelikti.
Doğulu ezoterik düşünürlerin aradığı “mükemmel denge” yerine; Keltler aydınlanmayı kolaylaştırmak için insan ruhunun zıtlığa, gelişmesi için de yaşamdaki dengesizliğe gereksinim olduğunu anlatırlardı. Kusursuz dengenin kusursuz durgunluğu yaratacağını, daha sonra da zirveden geriye götüreceğini bildiklerinden, yaşamda dengesizlikler yaratılarak, bununla baş etmesi için cesaretlendirilmesi gerektiğine inanırlardı.
Galatlar için, her şeyi görmek, her şeyi incelemek, her şeye katlanmak; hayvan ve kuş yaşamına dair sırları, doğa olaylarını, bulutları, iklimi, yıldızları ve hareketlerini, halkının tarihini, efsanelerini öğrenmek ve doğa ile birleşmek çok önemli idi.
Galatlar önderlerini 500 yıl kadar kardeşlik duygusu ile güç birliği için aralarından en yiğit, en kahraman ve her bakımdan en üstün olanlardan birini seçerler, bunu babadan oğula geçirmezlerdi. Önderleri bir yıllığına yalnız yönetici olarak seçilir, ertesi yıl yerini bir başkası alırdı. Onlara göre önderlik geçici bir görevdi, tıpkı zenginliğin, özel mülkün önemsiz oluşu ve halkın sevgisi ve saygınlığını kazanmak için kullanılması gereken bir araç olarak görülmesi gibi.
Galatlar, ruhun ölümsüzlüğüne inandıklarından dolayı ölümden korkmazlar, ölüm korkusu olmayınca da inanılmaz cesur davranırlardı.
Galatlar savaşta ve ziyafetlerde delilik derecesinde nitelenecek davranışlar gösterirler. Savaşta yaralanmadan, sağı solu kesilip, kanamadan; evlerine dönmek istemezler, çılgınca dövüşürlerdi. Ziyafette de öyle davranırlar, yabancıları davet ederler, ziyafet süresince gelenin kim ve neden geldiğini sormazlardı.
Galatlar uzun boylu, kızıl ya da sarı saçlı, beyaz tenli idiler. Saçlarını geriye doğru tararlar, boynundan ensesine dalga dalga sarkıtırlardı, yüzleri traşlı idi, kalın bıyık bırakırlar bıyıklarıyla ağızlarını mutlaka örterlerdi. Tıpkı aynı bölgede bugün yaşayan Alevi dedesinin suskunluğuna mühür olan, ağzını açtığını göstermeyen bıyığı gibi.
Galatlar, dini bilgilerini druidlerden edinirler, öğretilenler yazıya geçirilmezdi, halk tarafından yanlış bilinmesi istenmez, sessizlik veya hafıza da tutma tercih edilirdi.
Galatlar bol pantolonları, kalçalarına kadar inen kollu ceketleri, Sagus denilen yünden başlıkları ile İskoçların geleneksel giysilerini andırırlardı. Kollarında ve boyunlarında altın bilezik ve zincirler takarlardı. Köpek ve kurt derileri üzerine oturur, yatar, yerde yemek yerlerdi. Erkek çocuklar askerlik çağına gelinceye kadar halkın önünde babalarına yaklaşamazlardı. Babalarının karşısında oturamazlardı. Kadınlar kocalarına fevkalade bağlı idiler. Kadın evlenirken drahama götürür. Erkekte bu drahama kadar mal koyar, bunların kullanımı birlikte yapılır, kim önce ölürse mal diğerinin olurdu.
Galatlar üç boyları, her biri 4 mahalli yönetimin (tetrarkhia)den oluşmak üzere 12 Tetrarkhes’in başkanlığında üç yüz üye ile Meclis toplarlardı. Çok önemli kararları burada alırlardı. İlginç bir benzerliğe göz atalım. Mecliste sessizlik egemen olurdu, eğer bir kişi çok konuşarak mecliste rahatsızlığa neden olursa, silahlı bir çavuş konuşanı sessizliğe davet eder, ikaza uymaz ve konuşmaya devam ederse, iki kez daha ikaz eder. Bundan da, sonuç alamazsa; Koruyucu o kişinin giydiği “Sagus” denilen başlığını kullanamaz hale getirecek şekilde keserdi. Artık o kişi muteber sayılmazdı. Bugün aynı bölgede Konya’da bu adet sürmekte, eğlence yapılan yerde oynayan çengiyi elle, sözle, bakışlarla taciz eden konuğu, ağanın adamı ikaz eder, ikaza uymazsa ve çengiye rahatsızlık verirse, bu kez dışarı alınır, kulak memesi hafifçe kesilir ve bir daha bu toplantılara alınmamak üzere itibarsız kılınır ve ona “kulağı kesik” denir.