İstanbul’da Lider adlı bir şirketin ihracatına danışmanlık yapıyorum. Yıl 1995 olmalı, Hulki bey deniz kenarında büyük arsalar alıyor, Marmara Ereğlisi, Kumburgaz, Gelibolu, Silivri onun avucunun içinde. Binlerce dönümü imara açıyor, parselliyor, küçük yazlık evleri projelendiriyor, inşaat ruhsatını alıyor. Nakit paraya yüzlerce insana satıyor. Kapısının önünde günler öncesinden randevu almış insanlar. Bunlar sabahtan 06-07’lerden şirketin önünde toplanıyor (bir kez de ben bu kalabalığa dahil olmuştum) Şirketin iki otobüsü var. Örneğin müşteriler Marmara Ereğlisi’ne götürülüyor, bölünmüş ada, işaretlenmiş parseller ellerindeki broşüre göre gezdiriliyor. İki poğaça, bir meyve suyu ile başlayan gezi öğlene bitiriliyor. 80-90 kişiye yolculukta bilgi (veya ayar) verilince en az 20-30 kişi satış sözleşmesine oturuyor, kendilerine sıra numarası veriliyor. Herkes bir an önce beğendiği parseli almak için parasını hazır ediyor. Nakit ödeme yapılıyor. 5-10 kişilik grupların evrakları notere götürülüyor. 4.000-5.000 Alman markı ile günde 100-150.000 mark para toplanıyor.
Bu günlük telaş bitene kadar beni Hulki’nin diğer iki kardeşi oyalıyorlar. İhracatlarını yapmam için danışmanlık sözleşmesine yarım yamalak görüşümü, ücretimi soruşturuyorlar. İki kardeşten biri iyi niyetli, düzgün bir adam, diğeri fırıldak, yalancı, biraz da “hin”. Beni ihracat eşyaları ve üretimin olduğu yere götürüyorlar. İleri de dostum olacak (Hasan Arslan) bir tornacıya yaptırdıkları bir Tuvalet kağıdı sarma ve kesme makinası, iki de peçete kesme katlama makinasını gösteriyorlar.
Şirkete dönünce sessizce Hulki’yi beklememi sağlıyorlar, benim Bulgaristan ve Moldova’ya tuvalet kağıdı sattığımı duymuşlar, “bizim malı da sat” diyorlar.
Ne ise, geç saatte çokça çay, kahveden sonra Hulki beyin odasına teşrif ettik. Odada eski bir emniyet müdürü var, ayakta dolaşan, belinde ağırlık olan bir adam var, bir de yeme-içmede birlikte olduğu haiti gömleği ile bir hovarda oturuyor. Ben ve iki kardeş odaya girince, kalabalık bir toplantıya başlamış olduk.
Hulki; “Nadir bey, nasıl başlıyoruz?” diyerek, aklınca 1-0 önde başlamaya çalışınca, ben de “Neye başlıyoruz?” diye cevap verdim. Kısa bir sessizlik “sizin sohbetinizi bölmeyeyim, başka bir gün görüşürüz” dedim ve odadan çıktım. Arkamdan kardeşler fırladılar, ben açık ofis kapısından çoktan çıkmış, binayı terk etmiştim.
İlk tanışma böyle oldu.
Birkaç gün sonra, yeni kullanılmaya başlanılan cep telefonumdan Hulki bey aradı. Ben de “benimle tek başına konuş” dedim. Bir akşam geç saatte randevulaştık.
Hulki bey, Exim Bank’tan düşük faizli ihracat kredisi alıyor, tuvalet kağıdı imal ediyormuş gibi tesisi kurmuş, kenara 3-4 adet büyük bobin kağıt koymuş, paraları arsaya bağlamış, ihracatın yapılma süresi, taahhüdün son günleri gelmiş, “kağıt al keselim, saralım, küçük bobinlere naylon lazım, pakete baskı yapalım” diyorum. Gülüyor. “Bunları yapabilsem seni neden arayalım? Ben kendim yapar, satarım” diyor. “Eeee” dediğimde “sen tuvalet kağıdı bul, kendin al ve sat, beni araya koy, ben imalatçı gözükeyim. Eximbank taahhüdünü kapatayım” demesin mi?
Akıllı da, “benim kazancım ne olacak” dediğimde; dolar başına birkaç sent önerdi. Ben biraz arttırdım, anlaştık. İlk ihracatı birkaç beyanname ile yaptık. Çok değil ama 35-40.000.-$ tuttuk, Eximbank’a bildirimi hazırladım, bana ödemeyi hemen yaptı. Kendisine tavsiyem “odandaki adamlar gibi her şeyi ortaya konuşma, kardeşlerinle beni muhatap etme” olmuştu. Ödemeyi ancak onun yapacağı bir noktaya işi getirmiştim. Ancak ileride bu başıma bela oldu, ben ihracatları yaptıkça, alacağım birikiyor. Ben Hulki’nin müsait gününü bekliyordum. Görüşme geç saate kalınca, para da kalmadığından ödemeler yapılamıyordu. Bir gün Eximbank raporunu yazmayınca, “Nadir’ciğim ne oldu, bir sıkıntı mı var?” diye kibarca bana ulaştı. Ben de “Kardeş! Alacağım şu kadar oldu, neden ödemiyorsun?” dediğimde “Çocuklar ödemedi mi? Nasıl olur? Neden söylemedin?” gibi üste çıkmaya çalıştı. Sustum, “hemen gel ödeyelim abi” dediğinde tekrar tüccar oluvermiştim. Para alacağız sevinciyle hemen gittim.
“Abi, kaç lira sana borcumuz?” Şu kadar mark dediğimde, hemen küçük kardeşi çağırdı “elimizde ne varsa getir” dedi. Ulan dedim şimdi 10 yok 5 verelim numarası yapacak derken, kardeşi tekrar içeri girdi, elinde 16-18-21-22-23 yazan arsa broşürleri vardı “seç abi” demesin mi?
“Hulki bey para ödemen gerekiyor” dediğimde “abi sen üç-dört adet parsel seç” dedi. Ben de bir otobüs turuna katılmıştım ya, üç, dört parsel seçtim. “Abi bunları 2.000-3.000 marktan hesaplayalım. Bana yardımcı ol, şu dört arsayı al, geri kalan parayı da ödesinler, helalleşelim” şaşkındım, parayı aldım, parsellerin satış sözleşmesini imzaladım, sabah noterde tasdiklerini alırsın dediğinde, beni kapıda uğurluyordu. Müthiş bir adamdı, iş devam etsin diye keyifle ofisten ayrıldım.
Hulki’de şımardı, süper ihracat yapıyor, Eximbank’ı kapatıyor, cebinden çok az para çıkıyor. Krediyi kullanımını arttırmaya başladı. Yetişemez olduk.
Bir gün kendisine “dahilde işleme yapalım, ben Jumbo kağıt getireyim, Hasan ustanın makinalarına iş verelim, daha çok ihracat yapabiliriz, sen de Yunanistan’dan getireceğimiz Jumbo bobinleri ithal ederken, vergi ödemezsin, aynı kağıdı biz keser, gofraj yapar, sarar, paketleriz, sana masraf olmaz, az bir masrafın olur, ben senin için ucuz tuvalet kağıdı aramaktan kurtulurum” dedim.
Hulki’nin aklına yattı. Yunanistan’ın ELİNA firmasında Jumbo bobinleri getirdik, Hasan ustanın desteğiyle bobinleri gofre ettik, kestik, paketledik. Hasan firelerden köşeyi döndü. Ben Moldova’nın malını kolayca hazırladım. Hulki Eximbank’tan daha büyük kredi aldı. İşler süper hale geldi. Hulki Kumburgaz’dan Silivri’ye, oradan Marmara Ereğlisi’ne yayılmıştı ya, artık Gelibolu’na el attı.
Hasan usta 1 makine, 2 derken, 3 makinaya çıktı. Kaliteyi arttırdı. Yunan kağıdı çok kaliteli ayrıca gofrajı arttırdı, tuvalet kağıdının yumuşaklığında ve silme gücünde piyasada en yüksek itibara çıktı.
Ben Moldova’da Panter mi? Leopar mı markası ile Yunanlıların tuvalet kağıdı pazarına çaktırmadan ortak olmuştum.
Türkiye’de Metro market İstanbul’da ilk mağazasını açmış, onlar için kalite önde ama ucuzlukta önemli. Jumbo rulolarda fireden bir miktar fire kağıdı artıyor ve bunu Hasan’a imalat bedeli olarak bırakıyorduk ya, bu miktar depolardan taşmaya başladı. Ben de o sırada Ülker’in bir kısım ihracatını da yapmaktayım, Ülkerciler tuvalet kağıdı yığınlarını görünce Metro’ya örnek veriyorlar Moldova için yapılmış hem panter paketi var, hem de ELİNA diye bir pakette yapıyoruz. Metro her ikisini de kabul etti. Hem fireden dolayı hızla, ucuz fiyata bu kez iç piyasaya mal vermeye başladık. Hasan nakte, Hulki krediye, biz de ihracata doyduk.
Ta ki, Metro yetkilileri bizi arayana kadar…Yunanistan ELİNA markasının taklit edildiğini belirterek itiraz ediyor. Ticaret zannettiğimiz bu küçük oyun büyük bir problem yaratıyordu. Hayatımda hoş ve unutulmaz bir kıvraklıkla ticaret mahkemesinde savunmam da “Bu ELİNA benim markam, adım Nadir soyadım Elibol, bu nedenle ELİ-NA markasını yarattım” diyerek, o sırada büyük bir problemi aşmıştım.
Ancak Yunan Elina firması Türkiye Ve Moldova’dan bu ürünleri görünce, araştırmayla bir süre sonra bize ulaştılar, Jumbo rulo satmayı kestiler, hammadde bulamaz olduk, Rusya, Ukrayna’da Jumbo ruloları bulamadık, iş bitti.
Hasan yaptığı 3-4 sarma kesme makinasını farklı firmalara sattı.
Hulki çok yol almıştı. Exim Bank’ı bitirdik, ihracatı tamamladı.
Bana ödemesinde yine bakiye bırakmıştı, Gelibolu’da arsalar verdi ödeştik.
Dokuz kadar benim, bir eşimin bir de işe koşturan bir arkadaşıma olmak üzere 11 arsamız oldu. Kazandığımız marklar da yanımıza kâr kaldı.
Bu işi bıraktık ama bu işin defterinin kapanmadığını ancak birkaç yıl sonra yaşadım.
Kayseri’de Köseoğlu Mobilya Sanayi’nin Yapı Kredi Bankası’ndaki kredi borcu ile ilgili görüşme ve uzlaşma için İstanbul’dayız. Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı ve Hukuk Müşaviri’nin katılacağı, nihai kararların verileceği bir toplantıya 14:30 randevu verildi. Görüştük, bir yığın gayri menkuller verildi, ön mutabakat imzalandı. İcraların, mallara yapılan hacizlerin durdurulmasında anlaştık. Akşam patron Ahmet Köseoğlu ile eve yakın olan Akmerkez de yemek yiyoruz. Ben köfte söyledim o da tavuk ızgara aldı, yiyip erken eve gideceğiz, yorgunuz hemen yatacağız.
Ahmet hem Cuma namaza gidiyor, hem de bankaya dandik arsaları çakmaya çalışıyordu. İlginç bir adamdı. Boyu kadar tapusunun olduğunu bana göstermişti. Ben 1999-2000’de Kayseri’de Köseoğlu ve Yataş’a dış ticaret danışmanlığı yapıyorum, eski SSCB ve Balkan devletleri ile Kuzey Afrika pazarında ihracatı yönlendiriyordum.
Yemekte müzakereyi değerlendirirken, kıymetsiz arsaları nasıl bankaya verdiğini övünerek söylüyordu. Çok yorucu bir gün olmuştu. Ahmet’in yüzüne baktım, çok net göremiyordum, onu seçemiyordum. “Eyvah, tansiyonum çıktı” derken yan masanın bulutlu ve sallanır olduğunu gördüm. Diğer masalar ve insanlar sallanıyordu, bağırıp çağıranlarla deprem olduğunu fark ettim. Ahmet “Kaçalım Abi, deprem oluyor” dedi. Herkes merdivenlere koşuyordu. Biz Akmerkez’in en üst katındayız. Yemek katından çıkışa gidene kadar zaten bina yıkılırsa, altta ezilecektik. En üst katta olmak iyi idi. Ahmet “kalk abi” dediğinde, “Burası İstanbul’un en sağlam yeri, hem yemeğini bitir, öbür tarafta çok iş olacak, aç kalabiliriz” dedim, ağzıma hızla bir köfte attım, gülemiyordu. Sarsıntı devam ediyordu. Koşuşanlar, masaların altına girenler, hepsi bir dakika bile sürmedi. Ortalık sakinleşti. Biz ve yemekler sağlam kalmıştık. “Ne oldu? Deprem nerede oldu?” konuşulmaya başladı. Bir şey olmadığını görünce evin yolunu tuttuk. 12 Kasım 1999 Cuma günü idi. 30 saniyelik 7,2 depremin Düzce’de olduğunu öğrenecektik. 17 Ağustos 1999 tarihinde Gölcük’teki 45 saniyelik 7,4 şiddetinde Gölcük depremi kadar güçlü idi.
O gün depremi kazasız, belasız atlatmıştık. Köseoğlu Yapı Kredi’yi kandırmıştı. Malını, mülkünü kurtarmıştı, Esbank, Sümerbank, Toprakbank, Vakıflar, Yapı Kredi ve İş Bankası’nı gayri menkulleri ile aldatmıştı. Kayseri’nin yarısı anasının, yarısı babası ile onun idi. Mal, mülk bitmeyecek kadar çoktu.
Bugün ben de yine deprem oldu. Ahmet Köseoğlu ölmüştü, kansere yakalanmış, kendisine bir erkek çocuk doğuran bir Rus kadın ile İstanbul’a gitmiş, ailesini terk etmiş, mal ve mülk bitmiş, yanında çalıştığı bir banka eski çalışanı geride kalanlara hafta sonu erzak götürüyor hale gelmişti.
Buna benzer bir depremi de Hasan ustayı yıllar sonra bulunca yaşadım. “Hasan’cığım nasılsın? Seni özledim, görüşemedik, işin nasıl? Ailen ve senin sağlığın iyi mi? Gibi hızlıca soruları sıraladım. Hasan usta ile şakalaşırdım. Beni hem çok sever, hem de imanımın zayıflığından söz ederdi. Ama inancımın güçlü olduğunu bilir, “sana dua ediyorum” derdi.
Hasan bu kez “Nadir abi, Allah’a hamd olsun! Akıl ve fikir verdi, dersimi aldım, kendimi ibadetime adadım, hiçbir iş yapmıyorum. Sabahtan akşama kadar dua ediyorum” dediğinde, “senin ne günahın var ki, hayatını ibadet ile geçiriyorsun, sen düzgün adamsın” gibi iltifat ettim. “Görüşmek istiyorum” dedim. “Abiciğim görüşemeyiz, sizden sonra makinaları sattım, stokları elden çıkardım. Bu para ile Gölcük’te 3 katlı bir ev aldım. Kenara çekildim. Gölcük depreminde deniz kenarında evim ve altındaki teknem denize gömüldü, karım ve üç çocuğum denizde kayboldu, bulunamadı, çaldıklarımı geri verdim” dedi, konuşamadım, telefon kapandı.
Mal ve mülk ile övünmenin ve varlığa güvenmenin ne demek olduğunu bu iki olayla henüz anlayamamıştım, TMSF 2009 yılında tebligat gönderene kadar. Kefil olduğum Akif’in Toprak Banka borcunu ödememesi ile 1998’de 40.000.000.000.-TL borç bana kalmıştı. Maden suyunun çekleri ile bir kısmını ödemiş, 2001 krizinde iflas edince de kalan kısmını ödeyememiştim. Toprakbank batınca ben de unuttum, gitti. Ancak Toprakbank da 2001 krizinde batan onlarca banka gibi, TMSF’ye devredilince, TMSF beni kolayca buldu.
TMSF Başkanı Mülkiye’den sınıf arkadaşım, Ahmet’ten randevu istedim. Binlerce insan para karşılığı Ahmet’e ulaşabilirken, Ahmet “gel hemen” dedi. Gitti, randevuyu bekliyorum. Birinci sekreter, ikinci sekreter, üçüncü derken TMSF’nin yaptığı satışları çıkarılan bir bültende izledim. Aaaa! Benim Gelibolu, Kumburgaz gibi arsa satışları var. Tam emin değilim ama Marmara Ereğlisi, çanta mevkiinde birkaç arsa satılmış, satış bedeli 1.315 TL, ancak Van’da 400 m² benzer bir arsa 8.000 TL’ye satılmış, şaşırdım. Başkana arsalarımı satalım diyecektim, olmadı. Ahmet beni içeri çağırdı. Kendisine kefaletimin akıbetini anlattım. Ahmet dosyamı istetti. Evet, benim 9 arsamdan 8’i satılmış, 1.315 TL, 1.050 TL, 1.080 TL gibi fiatlarla, Ahmet’ciğim benim borcum ne imişte, ne olmuş bir söylesene” dedim. 40 Milyar’ın bir kısmı çekle ödenmiş, gerisi temerrüte düşmüş, gecelik, aylık farklı faizlerle borcum büyümüş 14.300.000.000 TL kalan borcuma faizler eklene eklene büyümüş, 8 arsamı sattıktan sonra 156.000.000.000 TL borcum kalmış, şaka gibi…
“Ahmet, bu ne vicdana, ne de hukuka sığar” dedim. “Haklısın seni hukuk müşavirliğine göndereceğim, yeniden hesaplasınlar” dedi. Soluğu hukuk müşavirliğinde aldım. Yine Mülkiyeli bir Genel Müdür Yardımcısı da toplantıda, ilk soru “üstad ödeyecek misiniz?” oldu. “Tabi” cevabını verdim. “Hafta başı gelin bu işi bitirelim” dedi. Sevinçle Mecidiyeköy’den ayrıldım. Ahmet gönderdi ya, herhalde adı Süleyman’dı, o da mülkiyeli ya bu iş bitti dedim. Ankara’ya döndüm.
Hafta başı bana ödeme planı gönderdiler. 79.000.000.000.-TL ödemem isteniyordu. Çarşamba İstanbul’dayım. Para pul yok gibi, her yerden eski pislikler sızıyor. Harem’de otobüsten indim. Gemiye bindim, Sirkeci’ye geçeceğim. “Ulan bir depremde ben yaşıyorum” dedim. Bir sabah çayı getirdiler. Çaydan bir yudum aldım. Karşıda Topkapı Sarayı gözüküyor. Sabah 06:30 gibi şehirde kalabalık arıyorum ya, sarayda tek hareket yok, burçlara baktım, sarayın pencereleri derken, fark ettim ki Sultan Süleyman Saray’da değil. Aaa! Demek ki malı mülkü alsalar da, benim sağlığım yerinde ise ve ölmedi isem, hiçbir şeyin önemi yoktu. Bak koca saray Kanuni’ye bile kalmamıştı. Sabah 09:00 TMSF’deyim. Hiçbir insanın önünde ayak ayak üstüne atmam. Ayakkabımın tabanını çevirdim. Süleyman’a “ödemiyorum” dedim. Telefonlar da ödeyeceğim demiştim ya, hepsi şaşırdı. Ne olacak arsaları almışlar, bir de evimi alsalar, bilgisayarı haczetseler ne olacaktı ki? Hiçbir şey… Ancak 79 Milyarı 56 Milyar’a indirttim. 7 Milyar peşin ve 7 taksitte de 7’şer milyar ödemeye razı oldum, ödedim, Hulki’den aldıklarımı, ben de, çok küçük bir depremle kaybettim.
Deprem ne büyük olaydı? Hulki Antalya’da büyük inşaat işinde iflas etmiş, Köseoğlu boyu kadar arsalarını kaybedip hafta sonu erzaka mahkum olmuş, Hasan malını, evini ve ailesini kaybetmiş, hepsi büyük depremler yaşamışlardı. Ben de küçük bir depremle mal ve mülkümü kaybederek, depremin ne olduğunu, neler yaptığını anlayabilmiştim.
Mal ve mülk bazılarının şeklini değiştirir, ben babaannemin dediği gibi “para sayış, don yürüyüş öğretir” sözüne pek itibar etmeden, kooperatifteki üç dairemi çocuklara, ofisimi de sevgili eşime devrettim, mal ve mülkü terk ettim. İş ve güçle övünecek bir yanımı bırakmadım. Sonra hiç mal ve mülk edinmedim, şimdi yalnızca sevdiklerimleyim.
Nadir Elibol
17 Ağustos 2017