“Çinli Oğuz” denilen bir Uygur Türkü ile tanışmıştım. Çince, Türkçe, Rusca, İngilizce biliyordu. Türkiye’ye, Çin’den vazo, tabak, konsol falan ithal ediyor, İstanbul’da çok iyi paralara satıyordu.
Benim Azerbaycan’da iyi işler yaptığımdan haberdar, Çinli bir işadamının kumaş teklifini bana iletti. İstanbul’da görüştük, benim boyumu aşacak boyutlarda bir işti, ben de Hasan Abi’ye aktardım. “İlgilenelim, bakalım” dedi.
Oğuz bir minibüs ile Ankara’ya geçeceklerini söyleyince, “bize de misafir edelim” dedim. İş adamının yanında, eşi ve ortağı ile sarı uzun gömleği, sarı diz altında biten dar pantolonu, bizim yemeniye benzer ancak bağcıkları bacağına dolanan ayakkabısı ve dazlak kafasıyla bir adam vardı. Her yerde, her toplantıda aynı kıyafetle dolaşıyor ve herkesin dikkatini çekiyordu.
Bu adam “Shaulin Rahipleri”ne benziyordu, hiç konuşmuyor, “bu necidir” diye Oğuz’a sordum. İş adamının koruması olduğunu söyledi, ilginç buldum.
Bolu’da minibüsten yemek molası için indik. Ben dağda mangalda et, tavuk, sucuk ızgara hazırlatırken, onlar tuvalete gittiler. Ben de Oğuz’a “gerçek mi? Bir numara yapsın şimdi” dedim. Geldiklerinde garson yoğurt, salata, ekmek koyarken, Shaulin Rahibi etrafı kolaçan etmeye başladı. Oğuz ona bir şeyler söylemişti. Francala ekmek şeklinde bir taşı kucaklayarak tahta masanın üzerine koydu. Hani karete yapanlar eliyle kiremit falan kırarlar ya, bizim ve garsonların önünde sağ elinin kenarı ile öyle hızlı vurmaya başladı ki,
290
10-15 saniye içinde koca taşı, ekmek dilimleri gibi doğramıştı. Onun bu gösterisi ile şaşkına dönmüştüm.
Shaulinlerin Çin’de çocuk yaşta yetiştirilmeye başlandığını, tapınaktan kutsal günlerde çıkarak ailesi ve halkın arasına katıldıklarını, tapınaklarına gelir sağlamak için özellikle Amerika’ya gösteriye gittiklerini, duvardan başlayarak tavanı takip ederek karşı duvardan yürüyebildiklerini, ateşli silah olmamak kaydıyla 40-50 kişi ile her türlü bıçak, sopa kullansalar dahi dövüşebildiklerini, eğer haberleri olursa ve konsantre olurlarsa 5-10 metreden atılan tabanca mermisini avuçları ile tutabildiklerini dinleyerek Ankara’ya geldik. Doğru ofise geçtik. Eşim Meral’e hızla anlattım. Otel işini düzenle, bir de akşam yemeği organize et dedim. İş görüşmesine odama geçtik.
Rahibin kıyafeti eşimin de hoşuna gitmişti. Hızla anlattıklarıma da tebessüm etmişti. O gün korkunç bir diş ağrısı da onunla birlikte idi. Akşam yemekte olmasını istiyorum, kızcağız dişinin ağrısından kıvranıyordu.
Oda’dan tuvalete gidiş gelişler sırasında, Rahip, Çinli iş adamı, Oğuz bir şeyler konuşuyorlar. Ben de tebessümle konuşmanın çevirisini bekliyorum. “Abi” Oğuz her konuşmasına böyle başlardı. “Abi, eşin hanımefendinin dişi mi ağrıyor?” dediğinde, başımı salladım. “Rahip onu iyileştirsin mi?” Gördüklerim, anlatılan hikayeler inanılması güçte olsa, bana doğru gibi gelmeye başlamıştı. Meral’e sordum çaresiz, “olur” dedi.
Mutfak kapısının önüne bir plastik sandalye koyduk, Meral sandalyeye oturdu. Ayakkabılarını çıkardı, seramiğin üzerine su döktük, çıplak ayaklarıyla suya bastı, bekliyor. Shaulin bir elektrik kablosu istedi, fiş, priz bulduk, kablonun
291
içinden telleri ayırdı. Telin birini sol elinin küçük parmağına, diğerini sol elinin baş parmağına bağladı. Kablonun diğer ucunu elektrik prizine sokmasın mı, Oğuz kontrol kalemini Shaulin’e tutuyor, 20 cm kala kontrol kalemi yanıyor, düşünün daha adama dokunmadan kalem yanıyor. Sağ elini Meral’in ağrıyan dişine dokundurdu. Meral’in yüz adaleleri oynayarak şekil değiştirdi. Kolu dışarı bükülerek kıvrıldı. “Eyvah” dedim.
Elini çenesinden çekince Meral normale dönüyordu. Bir iki kez daha elektrik yüklü sağ eliyle Meral’e dokundu. Seramoni bitti. “Tamam” dedi.
Ofiste çalışanlar, biz öylece kaldık. Kendime geldiğimde Meral’e dişini sorabildim. Hiçbir ağrı ve sızı kalmamıştı.
Shaulin Rahibi yine elektrik yükleniyor
Çinliler, insan vücudunu bizden iyi tanıyor, rahipler de onu kullanmasını çok iyi biliyordu. Yıllar sonra ben de insanın Tanrısal özelliklerle donanmış olduğunu iyi ve güzel ellerde bunu kullanmanın mümkün olduğunu görüyordum.
Akşamı zor ettik. Ofisin hemen yakınında, işletmecisini de sevdiğim bir restoran var. Orası hazırlanmıştı. Birkaç da arkadaşımı çağırdım. 10-15 kişilik bir masa yaptık.
292
Restorana girince patronu Mehmet şaşkın gözlerle bizi kapıda karşılıyordu. O da Shauline takılmıştı. Yemekler geldi, sohbet ilerledi. Patron kenardan işaret edince yavaşca masadan ayrıldım. Gelmeden önce telefonda kısaca anlattım ya, “Nadir abi bir gösteri yapsın, televizyondan birilerini hemen çağırayım, ne olur abi” diye yalvarmaya başladı. Ben de bakalım, konuşalım diye savuşturdum. Masada ortam olunca bize bir şov yapmasını istedim. Patron rica ediyor dediğimde, Mehmet çoktan masanın kenarına oturmuş, seyir için yerini almıştı.
Eşim Meral’in dişi iyileşmiş, Ben Shaulin Rahibi ve Meral ofiste minnettarlığımızı ifade ediyoruz.
Rahip güler yüzüyle sahneye çıktı. Oğuz tercüme ediyordu, çok büyük bir sessizlik istiyordu, herkes çatalı kaşığı bıraktı. Bir demir parçası istemişti, o da elinde duruyordu. Salondan çıt çıkmıyor, garsonlar, aşçılar, bulaşıkcılar herkes kapı ağzına dizilmiş onu seyrediyordu. Demir parçası da 50-60 cm boyunda, eni 6-7cm, kalınlığı da 1 cm kadar iki eliyle tuttu, başının üzerine getirdi, yere indirdi, hızla kafasına vurdu. Demir kırılmadı. Bizler kalakaldık. Oğuz susma işareti yaptı. Rahip aynı hareketleri
293
tekrarladıktan sonra hızla kafasına vurdu, demir ikiye bölünmüş, kırılmıştı. Salon alkışı bile unutmuştu. Ta ki, rahip masaya yöneldiğinde biz alkışlamaya başlamıştık.
Shaulin Rahibi kafasında demiri kırıyor
Rahip ile ben Oğuz’u aramıza aldık, başına bakıyorum, soruyorum, şaşkınım, çünkü bu demiri başına vursa idi, bir kanama veya bir kızarma olması gerekiyordu. Alnın da hiçbir iz yoktu. “Ne oldu? Nasıl oldu?” diyebildim.
Bu rahipler, vücutlarındaki ve çevredeki enerjiyi toplayarak, bir yere getirebiliyorlarmış, o da kafasının üstüne getirmiş, orada bir manyetik alan oluşturmuş, kafaya vurduğunu sandığımız
294
demir, o manyetik alana çarpmış ve kırılmış, inanılır gibi değildi. Ancak görünce inanmamak da olamazdı.
Shaulinler enerjilerini asla boşa harcamazmış, cinsel ilişkiye girmezler, iç orgazm olurlarmış, her cinsel ilişki insanı güçsüz kılarmış, artık hayretle ağzına bakıyoruz. Her insanın iç gücü olduğunu yeter ki bunu kullanabilsin, diyordu.
Ben tatlıları söyledim. Patron Mehmet’te bu gösteriden çok etkilenmiş olacak ki, tabaklar dolusu tatlı ve meyve ile masayı donatmıştı.
Rahip elini sürmüyor, Çinlilerin hiç biri tatlılara elini uzatmıyordu. Oğuz’a tatlıları anlat dediğimde, uzun uzun tanımlar yaptı, yine değişen bir şey olmadı, öylece bakıyorlardı.
Anlaşıldı tatlı yemiyorlardı. Bu kez bunda da bir hikmet var diyerek, yememe nedenlerini sordum. Vücutta tatlı, enerjinin hareketine ve toplanmasına engel oluyormuş. Enerji kan ile taşınıyor ve toplanıyormuş, kanda şeker artınca enerji akışı yavaşlıyor hatta kesiliyormuş.
Küçük kafamda içinde yaşadığım kültürü düşündüm. Biz de tatlı için kırılıp geçiyorduk, küçüklükten beri şeker, çikolata, baklava, sütlaç ile besleniyorduk.
Oysa, Türkler Orta Asya’dan çıktıklarında tıpkı Çinliler gibi tatlı yemezlermiş, meyve kadınların yediği bir şeymiş, erkeklerin hafif olanları tatlı yermiş ve tatlı yiyene o gözle bakılırmış, ta ki Müslümanlıkla Arap topraklarına gelene kadar. Türkler Bağdat’a inince ve oradan Anadolu’ya geçince, maalesef tatlıyı öğrenmişler. Günümüzde Anadolu’da halkımız hala tatlı tüketmez, saray ve şehirliler tatlıyı taşıyıp bizlere getirmişlerdir.
Günümüzde şekerin ne kadar tehlikeli olduğu anlatılıyor, ben şekeri bırakın demiyorum. Ben bu Shaulin rahibine yaptıklarını gördüm, size anlattım, inanmak ve uygulamak size kaldı.
295