Arkadaşlarına doğru yaklaştı Rauf, hepsi parkın banklarında yerini almış, her zaman ki yıpranmış giysileri ve gömlekleri ile gölgede oturmakta idiler. “Nasılsın Rauf? Nerelerde idin? Seni merak ettik?”, “Neden iki gündür görülmedin?” diye hep bir ağızdan sordular. “Hasta idim” oldu kısaca cevabı. Banklardan boş bir yere yerleşti, diğerleri ona doğru, etrafında sıklaştırdılar saflarını
Bende uzaktan onları izlemeye başladım. Yanımdaki biraz daha yaşlı olan bey “Rauf gerçekten neden gelmedin? İnsan bir haber verir?”dediğinde; Rauf ayağa kalkarak bir öğrenci gibi “özür dilerim, Ali Abi! Haber de veremedim” dedi.
Sonra tek tek birbirlerine hatır sormalar, ikili sözlü atışmalar sürdü gitti.
Yanımdaki Ali bey yaklaşan seyyar satıcıya dikkatli baktığımı görünce “pazarlık et, aman” dedi. Benim bir şey alacağım yok, herhalde benim yabancı olduğumu anladı, sepette 10-15 çift satılık ayakkabı var, bana doğru yaklaşınca, ben de sordum “ kaça fiyatları?” “hepsi aynı 15 YTL” şaşırmıştım. Bakar gibi yaptım ayıp olmasın diye bir ikisini evirdim çevirdim. “Sağol” dedim. Adam uzaklaşırken; Ali Abi denilen yaşlıca bey, “10 liraya verirdi” dedi. Şöyle bir süzdüm, ihtiyarların üstündekiler alınalı en az 10-20 sene olmuştu belki. Temizdi ama, solmuş ve yıpranmıştı gömlek de, pantolon da, tıpkı Ali Abinin kendisi gibi.
Sanırım hepsi emekli idiler. Bir beklentileri kalmamıştı, hayatlarından. Yalnızca yakın yerlerde oturan yaşlı arkadaşlar hepsi ve gidecekleri camiye yakın, bu büyük çınarın altında her gün toplanıyorlardı.
Geçen çaycı bana da bir çay uzattı herkes gibi, ben hariç çaylar alındı paralar ödendi. Çay 30 kuruş idi. Çaycı bana da uzatınca “hayır ben su istiyorum” dedim, belinin arkasında kemerine dizili 4 pet şişe sudan bir tane uzattı, bildi ki ben yabancıyım.
Bir de benden başka çay almayan karşımdaki yaşlıya gözüm kaydı. O sırada iki eli ile sağ bacağını kaldırıp, sol bacağının üstüne yavaşça koyuyordu. Kolunu bankın yanındaki bastonuna dayadı. Diğer kolu dizinin üstünde kaldı. Anladım ki felçli idi. O konuşamıyordu herhalde ki; ona kimse soru sormuyordu. O da susuyor ama yine banklarda çınarın altında arkadaşlarıyla oturuyordu. Gençten biri bu yaşlının yanına geldi, “baba gidelim mi?” dedi. Diğerleriyle, başıyla selamlaştı. Oğlu koluna girip kaldırdı. Koltuk değneği solda, oğlu sağda uzaklaştılar.
Sonra Tuhaf giyimli bir yaşlı kadın gruba yaklaştı. 5-6 arkadaşına bir şeyler anlatan ayaktaki Ali abinin omzuna dokundu. İhtiyar tanımak istemez gibi yaşlı kadına dönerek, ancak onun anlayabildiği bozuk bir Trakya şivesi ile yarısı yutulan harfler ve kaybolan heceler ile bir şeyler söyledi. Ben de etraftan yükselen tebessümlerle kadına baktım. Bana dönerek Ali bey “Bu kadın, benim eski dostum ve arkadaşım” dedi. Kahkahalar daha da yükselirken; sakince “Akşam bana uğra” diyerek, kadın ihtiyar dostundan uzaklaştı. “İyisin ha! Hala peşinde, sen de iş olduğunu biliyor” diyen arkadaşlarına nasıl tanıştığını, yıllar önce mahalleden eski komşusu olduğunu, falan filan anlatmak zorunda kaldı.
Ezan sesi gülüşmeleri kesti. İkindin okunuyordu Üsküdar’da. Kısa bir sessizlik sonra birkaç ihtiyar sessizce ayağa kalktılar, bir diğeri “ben camiye gidiyorum, oradan Cuma pazarına uğrarım, oradan da eve giderim” dedi. Banklardan “eve geç mi gideceksin?” gibi takılmaları duymadan, çınarın gölgesinden uzaklaştılar.
Biraz daha iyi giyinmiş olan iki arkadaş ki; bunlar anlaşılan gruba henüz katılmış gibiler, diğerlerine nazaran biraz genç ve elbiseleri de son 3-5 yılın elbisesi idi. “Yarın kaç gibi gelirsin, Hatice hemşehrime vişne getireceğim” dediğinde ötekisi “Ben bu kadını anlamıyorum, balkonda akşam otururken her gün 1 kilo vişne yiyor” diye cevap verdi.
Anladım ki; yaşlı çınar ağacı, kendisi gibi yaşlıları, her gün burada altında gölgesinde topluyordu.
Gençken, bizim etrafımızı görmediğimiz zamanların aksine; onlar, son günlerini, sayılı günlerini sıkı sıkıya takip ediyorlardı. Artık onları arayan soran da yoktu, çoluk çocuk da uzaklarda kalmıştı. Kiminin karısı ölmüş, kiminin ki hasta, birbirini aramaktan başka yapacak bir şeyleri kalmamıştı. Onlar birbirine destek oluyor, ölüp gitmemek için, güneşe her gün söz verip günü bitirip, akşamı ettikleri gibi, gizlice birbirlerine de yarın için söz veriyorlardı, çınar altında, öğlen ve sonra ikindi namazı öncesinde buluşmaya.
Onlar hasta olsalar veya yaşlı da olsalar yalnız olmamalıydı. İnsanlar yalnız olabilir veya yanında çevresinde birileri varken bile yalnız olabilirler. Kaybedince, elinden gidince değil, sevdikleriyle birlikte iken, onlarla olmalılar. Cami avlusuna yalnız bile gelseler, çınar ağacı gibi çevresine destek olmalı, birileriyle olmalı, onları kollamalı, gözetlemeli, sarılmalı ve kucaklamalılar. Çünkü yarın çınar altı gibi insanlara gölge yapmaz olurlarsa, diğerleri de ona yandaş olmayacaktı.
Diğer çınarlar, sonra diğer çınarlar, bilmeliler ki; bir çınarın gölgesinde birlikte güneşe bakabiliyorlarsa ve ezan sesini duyuyorlarsa çınar ağacı gibi hayattalar ve yalnız değiller.
Nadir Elibol
Üsküdar-22.07.2005