1990 Mayısı Müfettişlikten ayrıldım. Eş-dost çevrem hep yanımda, sanki gizli bir güç bana destek oluyor. Mülkiyeliler Birliği’nin seçimi var. Rahmetli Prof.Dr. Alparslan Işıklı hocam seçime giriyor. Başkan olacak, ben de yönetim kuruluna adayım, çok yüksek oyla Mülkiyeliler Birliği Genel Sekreteri oluyorum.
Önceki bölümlerde söz ettiğim Şekip Karakaya adlı bir arkadaşımın şirketinde de Bölge Müdürüyüm. Müfettiş iken aldığım ücretin iki katını alıyorum. Mühendisleri derleyip topluyorum, ihale hazırlıklarını yapıyorum, çaldığım her kapı kolayca açılıyor. Ancak, Şekip’in sözü hep aklımda, “Nadir kendi şirketini kuruncaya kadar yanımdasın, sana hep destek olacağım, ayrılmak istediğin zaman haber ver”
Şekip’le büyük işler yapıyoruz, Belediyelere ve kamuya milyonluk bilgisayar programları ve makinaları satıyoruz. 1990’da bilgisayarı pek anlayan da yok. Ekinciler Holding’de çalışan Mülkiyeli arkadaşım Nihat Kaya ile “DEMARŞ” adında bir şirket kuruyoruz. Ekinciler Holding, demirçelik üretimi ve Bulgaristan’dan da ithalatını yapıyor. Bulgar Ticaret Ataşesi, Ekincilerle, dolayısıyla onun Ankara işlerini takip eden Nihat ile çok samimi idi. Ataşe, şirkete gidip geliyor, ziyarete geldiği bir gün; “Nadir Bey, ben ticaret ateşeliğinden ayrılıyorum, sizi de gazetelerden tanıyorum, benimle birlikte çalışır mısınız?” dedi. Farkında bile değildim ticari hayatım o gün başlıyordu.
Gergov, Bulgaristan’a döndü. Benden televizyon, kot pantolon, imitasyon takı, toka, kolye istiyor. Araştırdım, İzmir Elektronik Sanayii’nin KOSMOS marka televizyonu, Bulgaristan
228
için çok uygun fiyatta idi. Gergov’a numune ve teklifi ulaştırdım. Kabul gördü, sanırım ilk sipariş 200 adet TV idi. 300-400 de kot pantolon vardı. Bulgaristan’a ihraç ettim, ardından ben de gittim, parayı aldım, satış bitti. O zamanlar komünist ülkede banka, kambiyo vs. yok, ben Türkiye’ye girerken parayı deklare edeceğim, ihracat tamamlanacak.
Mineral İmpex adlı bir devlet kuruluşu malı alıyordu, Genel Müdürü Minçev kutlama için beni Bulgaristan’da akşam yemeğine davet etti. Sofya’da, dağ başında, güzel bir restorana gittik, Todor Jivkov zamanı; Türkleri sınır dışı ediyorlar, adlarını değiştiriyorlar, Türkiye’de kıyamet kopuyordu. Polonya’da Leh Valessa, limanlarda olaylar çıkarmış, Romanya’da Çavuşesku ile olaylar iyice kızışmış, Balkanlar darmadağın olmuştu.
Yemekte meşhur Macar yemeği gulaş var, sıfır tuz. Bu kadar güzel görünen yemek, nasıl bu kadar lezzetsiz olabilir? Görüntü şahane, etler mükemmel pişmiş, tuz istedim. Garson olur dercesine başını salladı, gitti, gelmez. 2-3 dakika sonra tekrar istedim. Garson, başıyla yine okeyledi, yine tuz yok. Tuzu getirmeyecekler herhalde dedim. Gergov “Nadir, ısrar etme Bulgaristan’da tuz yok” dedi !
Genel Müdür Minçev günlerdir tuz aradıklarını, bu işe çok üzüldüğünü, Romanya ile sıkıntılı siyasi durumdan dolayı ülkeye tuz getirilemediğini anlattı. “Ben size tuz göndereyim” dedim. Masadaki kişilerin gözleri Gergov’un çevirisiyle, fal taşı gibi açıldı, bakakaldılar. Minçev, “Gerçekten tuz verebilir misin?” diye sorduğunda cevabım “Tabii” idi. Çantasını açtı, bir boş kağıt uzattı, “teklifini yaz” dedi. Şaşırmıştım, ortaya attığım söz, bu kez kucağıma düşmüştü. Tuz nasıl satılır? Nerden temin edilir? Kaç paradır? Türkiye’de tuzu kim alır, kim satar? Hiçbir fikrim yok. Hızla düşündüm, markette, bakkalda kaça satılıyor? 250 gr, 500
229
gr paketler kaça? Hesap yapıyorum. 40-50.-$/ton çıkıyor, yanıldığımı düşünüyorum. 60-70.-$/ton diyeyim, diyorum, ya yanlış hesap yaptı isem, “100.-$/ton” diyeyim de karar kılıyorum. Ancak diğerlerinin dikkatini çekmemek için hesap makinası ile çarpıp, böler gibi yapıyorum. Sonunda 100.-$/ton komik olur diye, bu kez 105.-$/ton fiyat veriyorum. “Sodium Clorur NaCl table salt in bag 50 kg, per ton 105.-$/ton CIF Free On Board” yazıp kağıdı kaşeleyip imzalıyorum ve uzatıyorum. Genel Müdür “2 dolar da bana yaz” diyor, herkesin önünde. Tuz teklifim oluyor 107.-$/ton. Yemek bitmiş, şaraplar içilmiş, iyi bir iş yapılmış, memnun, mesut dağılıyoruz.
A4 kağıdına el yazısıyla ve ciddiyetten uzak bir iş olmuştu. Bana içkinin etkisiyle yapılmış gibi geliyordu. Bu nedenle Türkiye’ye döndüğümde Nihat’a bu olayı anlatmıyorum bile.
Büromuz Kızılay’da Vakko’nun yanında Erciyes İş Hanının 5inci katında. Bir akşam üzeri aynı binadaki Ziraat Bankası Kızılay Şubesi Müdürü beni arıyor. Daha önce yeterli görmeyip kredi kullandırmamışlardı, hesabımız bile yok. Ziyarete gelmek istediklerini söylüyorlar. Ertesi günü Müdür, Müdür muavini, gençten bir personel ziyarete geliyorlar, sohbetten sonra “Nadir Bey sizi tebrik ediyoruz, akreditifiniz geldi” diyorlar. Ne akreditifi? Ne ihracatı? Hangi akreditiften söz ediyorsunuz diye,(sanki çok işimiz var gibi) ustaca soruyorum. “Merkez Bankası kanalıyla 535.000.-$’lık bir akreditifiniz geldi, 5.000 ton tuz için” dediklerinde, aklım çıktı. “Türk Gümrüğünü yükleme belgesi ibrazıyla paranız serbest, inanılır gibi değil, bugüne kadar Bulgaristan veya diğer demirperde ülkeleri ile ancak Merkez Bankası kanalıyla iş yapılırdı, ilk defa sizlerin bu akreditifi ile Ziraat Bankamız aracılığıyla oldu, biz de şaşırdık” dediler. İşin ciddiyetini ancak o zaman anladım.
230
Akşam Nihat’la konuştuk, para yok, tuz nereden, nasıl alınacak? Şaşırdık, kaldık. Aklıma aile dostumuz Münir Abka geldi. Konya’da yaşıyor ve ticaretle uğraşıyordu. Sabah hem Münir ağabeyi, hem Tekel’deki eski Müfettiş arkadaşları aradım. Cihanbeyli tuzlası ile irtibata geçtim. Ham tuzun tonu 20.-$+KDV idi. Hemen Gergov’u aradım, telexle durumu anlattım, “İşe başlıyoruz” dedim.
Sabah hızla işe başlamam gerekiyordu. Benden önce büroya gelmiş iki misafirim vardı. “hoş geldiniz, sizi tanıyamadım” dememe kalmadan, kendilerini tanıttılar, özel konuşacaklarını söylediler. MİT’te görevli imişler. “Bu iş nasıl oldu?” ile başladılar. Bulgarların bana nasıl güvenip, bu parayı gönderdiklerini sordular. Olduğu gibi anlattım. Ben bu vatanın çocuğu idim. Herkes gibi dedemin dedesini bilmiyordum, ama bu topraklarda yaşıyordum ve vatanımı seviyordum. Tatmin oldular, gittiler.
Kapıkule kapısı önünde, Londra Kamping’deyiz. Şöförler ve arkada tuz kamyonları ile görülüyoruz.
231
Konya’da Münir Abka ve arkadaşı Tuncer Üçyıldız’ın verdiği, 14.000 Alman Markı ile işe başladık. Tuzu aldık, atölyeleri, çuvalcıları, kamyoncuları ayarladık. İlk tuz yola çıktığında ben de Kapıkule’ye ulaştım. İlk on kamyon kapıya dizildi. Başmüdür Faruk Kılıç idi. Sınırda malı vereceğim. Bulgar tarafında gazeteciler toplanmıştı, ülkeye uzun zamandır ilk kez tuz girecekti. Bulgaristan için çok önemli bir olaydı. Vali’ye telefon edilmiş, Edirne bu konuya kilitlenmişti. Sınırda teslim için pasaport gerekmez, tampon bölgede kamyonu boşaltırız diye düşünmüştüm. Gümrük “olur” diyor, ama kamyonun tampon bölgeye çıkışı için, şoförün de Türkiye’den kamyonla çıkması gerekiyordu. Şaşırdık kaldık, şoför çıkmadan kamyon çıkamaz, kamyon çıkarsa, şoför tekrar giriş yapmalı, taşıtın (C) taşımacılık belgesi yok, pasaportu yok, rezalet, fiyasko…
Gece sınırdaki kötü bir otelde kamyoncularla konakladım, birlikte yemek yedik, aklım sınırda, sabahı zor yaptım. Sevgili meslektaşlarım da gece bana nasıl yardım edeceklerini düşünmüşler, çözüm araştırmışlar. Sabah Başmüdür, Gar Müdürü, TIR Müdürü, TCDD Gar Şefi hepsi bir arada, ben de yanlarına geldim. Sözü Başmüdür aldı “Nadir Bey, size masraf olacak, ama başka çözüm bulamadık, bu kamyonları vagonlara yüklet, vagonlar Bulgaristan sınırından 11km içerde, Svelengrad tren istasyonuna tuzları boşaltsın, kamyonlar da yurtiçi taşımada kalsın” dediğinde boynuna sarılmamak için kendimi zor tuttum. Benim haksız yere siyaseten istifa etmek zorunda kalışımın ve verdiğim dürüst bürokratik mücadelenin ödülü gibi idi, bu yardımları.
O gün vagonları DDY’den kiraladım ve ilk 10 kamyon tuzu gönderdim. Yol Geçiş Belgeleri elimde olunca, vagonların dönüşünü beklemeden Ankara’ya döndüm ve banka anında paramı ödedi. Tekrar Konya’ya geçtim, bu para ile yeni tuzlar aldım. Tonlar ve tonlarca tuzun sevkiyatı başladı.
232
Bir pazar günü Sofya’da Cristal Park’ta geziyorum. Ressamlar, heykeltıraşlar eserlerini satıyorlardı. Bir sergi gördüm. Eski dönemin madalyaları da yere yayılmış satılıyordu. Lenin Nişanı, Devrim Nişanı, Ordu Nişanı, Üstün Hizmet Nişanı… madalyalar yerlerde. Madalyaların bu haline içim sızlamıştı. 6 yaşındaki oğlum Ödül’e farklı renkler ve büyüklükte yıkılmış Sovyetlerin 10-15 eski madalyasını aldım, eğlencelik olsun diye. Satın alırken de üzülmüştüm. Dünün çok önemli olan ve güç koşullarda çalışılan hizmetlerin karşılığı uğruna bir ömür verilen bu madalyalar bugün 2-3 mark için yerlere serilmişti.
Sofya’daki ofiste aldıklarımı çantama koyarken, Gergov madalyaları gördü, “neden aldın?” dedi. Utandım “bunların yerlerde olmasına gönlüm razı olmadı” diyebildim. Çok samimi idim, ikimizin de gözleri doldu. Oğlum için almıştım ama, cevabım alışımın esas sebebi idi. Ancak bunlar ileride başka bir şekilde işime yarayacaktı, henüz farkında değildim.
Ankara’ya döndüğümde, Münir’e Konya’dan daha fazla kamyon bulmasını söyledim. Piyasada, nakliyecilerin hepsi pancar çekiyordu. Tüm ihracatımız durmuştu, oysa Eylül-Ekim tuzun en gerekli olduğu zamandı. Konserve fabrikaları ayaklanmış, Minçev beni sıkıştırıyor, özel sekreteri Toçheva (Türkçe biliyor) her gün beni arıyor, elim kolum bağlı, tuz çuvalları dağlar gibi yığılmış, tek kamyon yok, Konya’da pancar sevkiyatından dolayı kamyon bulamıyorum.
Yanımda Bulgar göçmeni bir kız çalışıyordu ve Bulgar klavyesi daktilom da vardı. Bizim nakliyecimiz “Darbazlar Nakliyat” idi. Sekretere Bulgarca yazdırmaya başladım “Sayın Yetkili, sizlerin Bulgaristan’ın zor günlerinde, Bulgar halkına tuz taşıyarak verdiğiniz desteğe, firmamıza gösterdiğiniz yakın ilgiye ve yardımlarınıza ülkemiz ve insanlarımız adına teşekkür karşılığı olarak ilişikteki III ordu nişanını takdim ediyorum. Mineral Impex Mincev (Genel
233
Müdür)” yazdırdım, madalya ile birlikte zarfa koydum. Üstüne de el yazımla Türkçe “siz üç kuruşa pancar taşımayı tercih ettiniz, ama adamlar sizi adam sanıp bu madalyayı göndermişlerdi, ben de kalmasın istedim, gönderiyorum, Nadir” dedim.
Ben tuz gönderemiyorum ya, başkası Konya’da kamyon bulup tuz gönderirse diye telaşa düştüm. Konyalılara “tuz satmayın” diyemem ki, Bulgara’a da “benden başkasından tuz alma” denilemez. Birileri de tuz sevkiyatını engellemek için birkaç dişli nakliyeciyi yönlendirmiş olabilir diye düşündüm. Aldı beni bir tasa…
Madalya operasyonundan sonra bir gece aniden aklıma gelen bir çözümü daha devreye soktum. Hemen Edirne’ye hareket ettim. Gar şefi çok iyi bir insan idi, “kardeş, birileri benim sevkiyatımı engellemek istiyor. Bana acele vagon bul, sevkiyat durmasın” dedim. Trakya tarafındaki tüm istasyonlardaki vagonları tespit ettirdim, yaklaşık 45-50 kadar vagon bulunuyordu. Hepsini kiraladım, Trakya’da TCDD’ye ait vagon bırakmadım. Vagonları Kapıkule Garı’na getirdim. 56 ton alan kocaman vagonlara 10-15 ton yani bir kamyonluk tuz attırdım, Bulgaristan’a göndermeye başladım. Geldiler yine gönderdim, kimseye vagon kullandırtmadım. Ancak stokladığım tuzlar da bitti.
Aradan 8-10 gün geçti Konya’dan Münir Abi beni arıyordu. “Nadir 30 kamyon hazırladım, bak Darbazlardan (A) bey seninle konuşmak istiyor” diyerek telefonu verdi, Bay (A) binbir özür diliyordu. Madalyayı ve yazıyı ofislerinin başköşesine astıklarını söylüyordu. Hem güldüm, hem sevindim, hem üzüldüm. Güldüm, çünkü bu benim kültürel bir şakamdı, sevindim ve gizliden mutlu da oldum, çünkü bu madalyalar, bu değerler artık yerlerde değil, layık oldukları yerde asılı idiler. Hem de üzüldüm, çünkü bu ticari oyunda onları kazancıma alet etmiştim.
234
Tuz ihracatında hepimizden kazançlı çıkan Munir Abka ile Sofya’da,Sofia Katedrali önündeyiz.
Bu madalya olayı benim hayatımda çok önemli bir yer olarak kaldı. İnsanlar hep kendi değerleri ile yaşıyordu, bu doğru. Ancak bilmiyorlardı veya farkına varmıyorlardı ki, yönetenler daima insanları ve onların yaşamını bu gibi değerler ile şekillendiriyor ve onları kandırıyordu. Çok zorda kalınırsa ve gerekli gördüklerinde siyasetle, dinle; o da olmazsa, para ile onları satın alıyorlardı. Farkında olmadan hepimiz makam, unvan, madalya, belge ile kolayca kanıyorduk.
Oysa, bugün çok önemli dediklerimiz yarın unutulup gidiyordu. Uğruna yaşamımızı verdiğimiz değerler veya olaylar yarın çok gereksiz ve hatta gülünç kalıyordu. Her şey, ama her şey değişiyordu. Değişmez denilen şeylere takılı kalmamak en doğru yoldu. Geçen yıllar içinde bunu en iyi Bulgarlar ve eski Sovyetler bilecekti.
235
Yaptıklarımın hep arkasında oldum, ancak gizlice kendimle ve diğer insanlarla yaşadıklarımız ve yaptıklarımızdan dolayı hep dalga geçtim. Çünkü birilerinin de daima bizimle dalga geçtiğini, aldattığını, oyaladığını bildiğimden, o anda belki üzüldüm, ama sonra hep güldüm, geçtim.
Her şeyin yarın değişeceğini ve unutulacağını bildiğimden, her şeyi kolayca unuttum, herkesi kolayca affettim.
236