Sümer Tabletleri ve Kutsal Kitaplar


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

12. Gezegen adlı, Zecharia Sitchin’in 1977 yılında yayınladığı, dilimize 1998 yılında çevrilmiş, günümüzde popüler olmuş kitabını okuduğum sırada, iddialarında sürekli atıf yaptığı Sümer Tablet’lerinden dolayı, inanmakta güçlük çektiğim bazı tablet çevirileri oldu. Beni şaşırtan konular ve cümlelerle karşılaşınca, Sümer tabletleri hakkında araştırmaya başladım. İnancımı etkileyen öyle metinler vardı ki, kutsal kitaplarımızda ki anlatılanlar ile aynı veya benzerdi. Ürkerek, şaşırarak bu kez kutsal kitaplara döndüm. Sümerler ve kutsal kitapları çok az yorum yaparak, yalnızca benzerliklerini ve ilgilerini ortaya koyarak, sizlere aktarmaya ve sizlerle paylaşmaya karar verdim ve bugünkü sunumu hazırladım.

15 ve 16 ncı Rönesans ve reformların yüzyıllarında eski Yunan Uygarlığı’nın pek çok yapıtının Avrupa dillerine tercüme edilmesiyle, Avrupa medeniyeti, karanlıklar içinden kurtulurken; şükran nişanesi olarak ta; Yunan ve Latin Kültürü’nün üstünlüğünü yıllarca dile getirdi ve savundu.

Zaman geçtikçe Yunan Uygarlığı’nın bilgi kaynağının; Orta Doğu vasıtasıyla veya doğrudan Mısır Uygarlığı’ndan oluştuğunu ve geliştiğini farkettiler. Bu kez gözleri Mısır ve Orta Doğu’ya çevrildi. Yıllarca Mısır hiyeroliflerinde metinler çözülmeye çalışıldı, gerçek bilgi kaynağı, gün ışığına çıkmıştı.

Ancak; Avrupalının düşüncesi yine bulanıktı, inanç kaynağı olan, eski ve devamı yeni ahitlerde adı geçen ve bilinmeden ve doğrudan kabul edilen eski uygarlıklar ve şehirler bu kez merak uyandırmaya başladı. İlahiyatçılar ile bilim adamları, bulduklarıyla ya sustu, ya  çığlık attı veya/ya şaşırdı, ya da sevindi, ama her şeyi iyice birbirine karıştırdı.

Tevrat Yaratılış 10. Bab/8-12’de “Kuş’un Nemrut adında bir oğlu oldu, yiğitliğiyle yeryüzüne ün saldı. Rab’bin önünde yiğit bir avcıydı, “Rab’bin önünde Nemrut gibi yiğit avcı” sözü buradan gelir. İlkin Şinar topraklarında, Babil, Erek, Akat, Kalne kentlerinde krallık yaptı. Sonra Asur’a giderek Ninova, Rehovat-ir, Kalah kentlerini ve Ninova’yla önemli bir kent olan Kalah arasında Resen’i kurdu. Büyük şehir budur.”

Ne diyordu Tevrat, neresiydi buraları? Asur, Erek, Babil. Bu bölge hakkında İ.Ö. IV ile İ.S. IV yy.larda Herodotos ve Ksenofon, Sicilyalı Diodoros, Yaşlı Plinius ve Straban bir şeyler anlatıyordu. Bu kayıp ülkeler, şehirler nasıl bulunacaktı? Bir zamanlar uygar dünyanın merkezi olan bu yerler nerelerdeydi? Mezopotamya’nın yıkık taşlarının hüzünlü görkeminden bile yoksun harabelerle kaplı bu eski toprakları kim bulacak ve kim inceleyecekti? 1620’de Romalı Pietro Della Valle, 1644’lü yıllarda Fransız Jean-Baptiste Tauernier ve 1770’de Danimarkalı Carsten Niebuhr gibi meraklı gözüpek insanlar Persepolis’te geziyordu. Grek’lerin kıskançlık ve gıpta ile baktığı ve daha sonra yakıp yıktığı Persepolis, o günlerde bilinen ve ilk gidilecek yerdi.

I.Darius’un İ.Ö. 521-486 kendine yaptırdığı mezar ile oğlu I.Kerkes’in İ.Ö. 485-465 Hemedon’da yaptırdığı 3 sütunda, 20’şer satırdan oluşan yazıtı, 1840’da bulunduğunda tarihe ışık tutuyor, yeni bir şeylere başlangıç oluyordu. Araştırmacılara bir söylevin, Persepolis’de üç çeşit yazı ile her biri ayrı dillerde yazılmış olması şaşkınlık yaratıyordu.

Bu eski Pers krallarının dilleri Zerdust dininin kutsal metinlerdeki dile benziyor gibi idi.

Yazıda: İlk sütun, bu eski Farsca denilen bir dil idi,  çözülmüştü, I. Darius’un zaferlerinden söz ediliyordu. İkinci sütundaki dil tanınan hiçbir dil ile uzaktan yakından bağlantılı değildi, “medler”e veya “iskitler”e ait denildi ise de, bu dilin Elam’ca olduğu ortaya atıldı. Üçüncü dili çözmek için Babil’de olmak gerekiyordu. Buna önce Asur dili denildi, ancak simetrik babil diliyle birlikte bunun da önceleri Akad dili olduğu anlaşıldı.

1850’lerde Asur bilim doğdu. Tabletler, metaller derken İsa’dan önce 1100’lerde yaşamış kralların yüzlerce satırlık yazıları çözüldü.

1872’de Asur bilimci George Smith elindeki tabletlerde Tufan hikayesini okuyunca Kutsal Kitap Tevrat’ın “dünyanın ilk ve en eski kitabı” olma ayrıcalığı sona erdi. İngiltere ve onu dinleyenlerle her şey altüst oldu.

Bütün Kutsal Kitaplar uzun bir zincirin sadece halkaları idi.

Bu dil ve yazı Mısır hiyerogliflerinde olduğu gibi, belirtilmek istenilen şeyleri temsil edecek resimlerle başlamış olmalıydı. Yoksa yeni bulunan bu dil onlardan önce de varolan ve İ.Ö.5 inci yüzyıllara kadar gelebilmiş başka bir kültürel grubu veya halka mı ait idi? Mezopotamya’da Samiler’den, Babil’lerden, Asur’lardan önce birileri de olabilir miydi? Düşünce yazısının ve bunun sesçil uygulamalarının dayandığı bu dili daha önceden konuşanlar var mıydı ki, bu kitabede yer almıştı.

En uzun yürüyüş bir adımla başlar, artık çalışmalar heyecanlı hale gelmişti.

Mezopotamya’nın güneyine ve daha derinlerine kazıların inmesi gerekiyordu. Daha eski ve tamamen farklı bir üslupta olduğu açıkca görülen çok sayıda tablete ulaşıldı. 1905 yılında Francois Thureau-Dangin Sümerce ve Akadcayı tamamen farklı olarak ortaya koydu, tamamen ayrı kökenden bir dilin varlığı, (Sümerce) kanıtlandı. Evet Persepolistedeki üçüncü sütun sümerce idi. İ.Ö. 500’lerde bile yaşayan bir dil idi ve binlerce yıl öncesine aitti.

Şimdi, Musul’dan aşağıda Horsabad, kazılara merkezdi. Güneyde Dicle ve Zap suyunun birleştiği yerde Nimrud Harebeleri vardı. Antik Ninova’ın yerleşim alanı burada sanıldı. Ama burası Tevrat’taki Ninova değildi. Botta tarafında koyuncuk tepesi bulundu,  burada  Asurbanipal’in sarayı ve kütüphanesi ortaya çıkarıldı.

Bu toprağın derinliklerinde daha eski, tamamen yabancı, bilinmeyen, herkese ve tüm uygarlıklara esin kaynağı olmuş ve kesinlikle kimse tarafından varolduğu düşünülmemiş bir kültür gün ışığına çıkıyordu.

1889-1900 yılları İngiliz, Alman, Fransız arkeologlardan sonra Amerikalılar bölgeyi farkettiler ve onlar da çalışmalara katıldılar. Nippur’un güneydoğusunda en eski, en büyük tapınağa rastladılar. Tanrıların ve insanların hükümdarı ENLİL’e ithaf edilen EKUR tapınağın duvarında;

“ENLİL için, bütün ülkelerin kralı, çok sevgili efendisi, tapınağını desteklemesi için Enlil’in Nippur’a çağırdığı Amarsuena, Ur’un hükümdarı, güçlü kralı, dünyanın dört bir  yanının hükümdarı, bu gördüğünüz tapınağı inşa ettirdi, sungularından bal, yağ ve şarap hiçbir zaman eksik olmayacak”

yazıyordu. Amerikalılar, bugün Irak savaşı sırasında Bağdat müzelerinde yaptıkları gibi, telaşla 23.000 tableti hemen Philadelphia Üniversitesi müzesine taşıdılar.

Babil’deki İştar tapınağı, kutsal yol, yüksek duvarlar, tören alanları toprak altında idi. Babilin o ünlü, evrenin hükümdar tanrısı Marduk’a ithaf edilen Eşağil tapınağı, yedi katlı kulesi, burada idi. Kutsal kitaptaki babil kulesi bulunmuştu. Kutsal Kitaplar doğru yazıyordu; şehirler kuleler, tapınaklar, krallar hepsi burada idi ve 1902 müthiş bir yıl idi.

1963-1965 yılında Amerikalılar daha derinlere, daha aşağılara iniyor ve İ.Ö. 2700 yılının edebi eserlerine ulaşıyorlardı.

Almanlarda 1929-1930 Uruk şehrinde (bugünkü Warka) idiler. Onlarda Gökyüzü tapınağına (Eanna tapınağına) ulaştılar. Gökyüzü tanrısı Anu ve ülkenin tümünde her zaman ünlü, zengin ve güçlü Anu’nun kölesi İnanna’ya bu tapınak yapılmıştı, tarih İ.Ö. 3200’lere ulaşıyordu.

İngilizler 1854’den başlayıp 1934’e kadar devam eden kazılarında yine Uruk yakınlarında (bugünkü Tel Mugaiyar) Ay tanrısına Sümerce Nonna ve Akadca’da Sin’e ithaf edilmiş, Ekişnugal Büyük Işık Tapınağı’nı buldular. II Nabukadnezar dönemine kadar inecek yazıt ve tabletlere ulaştılar.

Iraklı arkeloglarda 1946-1949 arasında Eridu’da tanrı Enki/Ea’ya ithaf edilen tapınağını buldular. Tarih İ.Ö. 4000 olmuştu, ayrıca bölgenin onyedi kültür katmanından oluştuğunu  ortaya çıkardılar. Asırlar, asırlar geriye gittiler.

Kazılar sürüyor, tarih İ.Ö. 6000’lere iniyordu. Hala bugün Nippur ve Sippar arasında bir yerlerde, daha eski tarihler bu toprakların altında yatıyor.

Amerikalıların; Bağdat’ın 50 km doğusundaki Diyale Vadisi’ndeki, Esunna (bugünkü telasmar) Tutub (bugün haface) Neribtum (bugünkü İsali)deki yarım kalan kazılarında, buldukları gözlüklü, maskeli astronot kılıklı tanrı heykelleri gibi, bu tapınaklarda çıkarılmayı bekleyen pek çok belgeler ve daha eski tarihler yine bu toprakların altında yatıyordu.

Yoksa Amerikalılar, bu kazılarında, Tample Şövalyelerinin Süleyman Mabedi’nde Kabala’daki kutsalları araması gibi, İncil ve Tevrat’dekileri doğrulamak için, kendilerinden önceki kutsal kitapları arıyor olmasınlar? Babil’in yedi ışıklar tapınağı için Nabukadnezar’ın söylediği sözler sakın Amerikalıları çok etkilemiş olmasın?

“Bu yapıyı, Yedi Işıklar Tapınağı’nı, ki Borsippa’nın en eski günlerine kadar uzanır, antik dönemde bir kral inşa ettirdi (…), fakat bunu çatısını yükseltmedi. İnsanlar, Tufan’dan sonra kargaşa içinde bağıraşarak, burayı terk etmişti. Deprem ve yıldırım ham tuğlanın çökmesine neden olmuş, kaplamalardaki pişmiş tuğlanın çatlamasına yol açmıştı; yığmalardaki ham tuğlalar, çökerek tepeleri oluşturmuştu. Büyük Tanrı Marduk, bunu yeniden inşa ettirmek için yüreğimi buna adamamı istedi; yerini değiştirmedim, temellerini de değiştirmedim. Kurtuluş ayında, mutlu günde, kemerler aracılığıyla yığmaların ham tuğlasını ve kaplamaların pişmiş tuğlasını deldim. Daire biçimindeki rampaları ekledim; ismimin ihtişamını kemerlerin frizlerine yazdırdım.” “Kuleyi inşa etme ve çatısını yükseltme işine giriştim; eskiden olduğu gibi olmalıydı, böylece her şeyini yeniden gözden geçirdim ve yeniden inşa ettim; tıpkı eski zamanlarda olduğu gibi olması için, tepesini yükselttim.”

Burası Marduk tapınak alanıydı. Babil kulesi burada yükselmişti. Ne Tevrat’taki (2 krallar Bab 25, Ezra Bab 3, Hezekiel Bab 40-41-42, Daniel Bab 1) gibi göklere erişmişti, ne de tufandan önce veya sonraydı, ama bir gerçek vardı ki; Kule İ.Ö. 1700’lerde Hitit Kralı I. Murşil tarafından yıkılmıştı. Yahudiler Babil’e geldiklerinde kule yıkık durumda idi. Babil Kralı Nabokadnezzar (İ.Ö.604-562) onun için böyle demişti.

Nabukadnezar sanki duvarları yükselen, çatısı olmayan Tevrat’taki gibi (1.krallar Bab 5-6-7, 1. Tarihler Bab 28-29, 2.tarihler Bab 2-3-4-5) Süleyman Mabedini tarif ediyordu! Yahudiler Babil’den dönünce, aynısını yapmaya, yıkılmış Süleyman Mabedini, Marduk Tapınağına benzeterek tekrar ve eskisinden daha güzel yapmaya çalışacaklardı.

Amerikalılar çılgına dönmüşlerdi. Tevrat’ta anlatılanlar tepeler, şehirler birer birer önlerine çıkıyordu. Bir anlamda, hem kutsal kitapta anlatılanlar doğrulanıyor, hem de ilk kutsal kitap olan Tevrat, kendinden öncekilerinin benzeri durumuna düşüyordu. Grek ve Roma’nın edebi şaheserlerinin esin kaynağı, Akkad, Hurri, Hitit, Kadim yakındoğu, Babil ve Asur iken; artık onların da Sümer orijinallerinin çevirileri veya versiyonları olduğu anlaşılıyordu. Gök cisimleri ve fenomenleri, yıldız listeleri, gezegen hareketlerinin hesaplanması, Asurbanipal’ın Ninova’daki kütüphanesinden çıkan 25.000 adet Sümer tabletinde anlatılıyordu.

Bunlar 1900’lerde çıkarılanlar Philadelphia Üniversitesi’ne götürülmemiş miydi? Eksik ve aranan parçalar Bağdat’ta müzede değil miydi? Bağdat’ı işgal etmek için Saddam, Petrol, Kuveyt, Kürtler pek çok sebep ileri sürülmüştü ama, kimse Bağdat müzesini talan ediyor gözükenlerin CIA görevlileri olduğunu düşünmüyordu! Kimse ABD’nin göksel ziyaretler veya araştırmalar için en uygun ve bilinen yerin geçmişte olduğu gibi buralar olduğunu anlamıyordu. Müzeden talan edilen ve çalınanların hiçbirinin satıldığını duydunuz mu?

…………&…………

Ve şimdi Profesör Samuel Nauh Kramer’in ünlü eseri “Tarih Sümer’de Başlar”ı dilimize kazandıran büyük sümerolog Muazzez İlmiye Çığ Hanımefendinin düşüncelerinden ve çevirdiği tabletlerinden bazı özetler sunmaya çalışalım.

Önce Sümerlerin insanlığın ilk yaradılışı ve evren hakkında bilgilerine göz atalım;

Kimin bu evreni yarattığı, nasıl geliştiği araştırılmaksızın “en eski bir ulu deniz” “Kaos” olduğunu, ondan öncesine bakmadan ve “ilk neden” ve “hareket eden güç” olarak başlangıcı düşündüklerini, evrenin sonsuzluğunu, bugünkü sayısı ile güneş sistemimizi gözlediklerini, gezegenlerin ilişkilerini, hareketlerini, uzaklıklarını net ve doğru olarak bildiklerini görüyoruz.

Onlar; herhangi bir kanıtlamaya dayanmadan insan gibi, fakat insan üstü ve ölümsüz, bununla beraber ölümlülerin gözüne görünmeyen, çok iyi düzenlenmiş planlara ve evvelce yazılmış kanunlara göre evreni yöneten ve kontrol eden bir gurup Gök’ten gelmiş canlı yaratıklardan oluşan bir tanrılar aleminin varlığını kabul etmişlerdi.Bu insanlaşmış fakat insanüstü varlıklara, evrenin belirli bir bölümü önceden konulmuş kaide ve kurallara göre idare edilmek üzere bırakılmıştı. Bu yaratıkların her biri ayrı ayrı gök, yer, hava, su, rüzgar, dağlar, tarlalar, şehirlerden sorumlu idi ve oraları kontrol ediyordu. Hepsinin başında da onları yöneten tek bir görünmez tanrı vardı, onlara göre.

Böyle düşünüyorlardı, böyle yazıyorlardı. Muhakkak insan gibi olan bu varlıkları bazılarını kendi gözleriyle görmüş olmalılardı ki; bunları tabletlere çizip, yazıyorlardı.

Bu yaratıkların gözetlediğine, nezaret ettiğine, denetlediğine, önderlik ettiklerine inanıyorlardı. Bu insanın yaşam süresine göre ölümsüz gözüken (daha uzun yaşayan) bu yaratıkların en önemlileri yani “kaderleri tayin eden”ler, onlara göre yaratıcı yedi tanrı idi, diğerleri 50 büyük tanrı ise yaratıcı olmayan idiler.

Yaratıcı olanların içinde de; gök, yer, deniz ve hava tanrısı olarak kabul edilen bir dörtlü grup vardı ki; bunlar günümüze kadar gelen Haç işaretinin kaynağını oluşturan dörtlü idi. Eberhard Schrader tarafından 1872 yılında yayınlanan “Eski Eserler ve Eski Ahit” adlı büyük çalışması buna dikkati çekiyor, bize “Babel und Bibel” yani “Babil ve İncil” çağrışımı yaptırıyordu.

  1. Gezegen, Marduk; Sümer’in dinsel inançlarının ve astronomisinin bel kemiği idi. Tanrılar gezegeninin, geçiş gezegeninin piktografik işareti, hem “Anu”, hem de “ilahi” anlamına gelen alt ve sol uçları kapalı hac idi, daha sonra sami dillerinde “işaret” anlamına gelen “Tav” kelimesi olan, haç idi, bize bir şey çağrıştırıyor değil mi?

Yaratıcıların tanrısal kanunlarını ifade eden, anlatan “Me” dedikleri kutsal kanunların; Yaratıcının planlarına uygun şekilde sonsuza dek işlemesi için konulan bir dizi kaide ve düzenlemeleri kapsadığına inanıyorlardı, sanki bugün bizim inandığımız kutsal kitapları tarif ediyorlardı.

Yaratıcının hazırladığı planlar, Sümerlerin “Me”leri Kur’an da da anlatılmıştı.

“Herkesin yaptığı işleri boynuna astık. Kıyamet günü ömür için bir kitap çıkaracağız ki, neşredilmiş olarak kendisine kavuşacak” (İsra Suresi 17/13)

“Biz hiçbir memleketi bilinen bir yazısı olmaksızın yok etmedik. Helak ettiğimiz her ülkenin levh-i mahfuz’da yazılmış bir zamanı vardır. O sürenin zamanı gelince onları yok etmişizdir.” (Hicir Suresi 15/4)

“Hiçbir ümmet ne ecelinin önüne geçebilir, ne de onu geciktirebilir.” (Hicir Suresi 15/5)

“Bu Kuran bütün kainatın ona kayıt kitabı olan levh-i mahfuz da saklıdır” (Burç suresi 85/22)

“Şüphesiz biz Kur’an-ı Kadir gecesinde levh-i mahfuzdan yeryüzüne indirdik.” (Kadir Suresi 97/1)

…………..&…………

Eski Yunan Panteonun’daki  Olimpos tanrılarının benzeri ataları, o zaman da sahnedeydi.

Zeus’un “Tanrıların ve insanların babası”, “Göksel babanın atası”nın Sümer’de adı ANU, gök tanrısı idi, tanrıların başıydı. ANTU veya Kİ yer tanrısıydı onun karısı idi. Çocukları ENLİL (hava) ve ENKİ (su) tanrıları doğmuştu.

Yunan’daki Paseidon denizlerin efendisi; su tanrısı ENKİ’nin muadili idi.

Ninlil; (yer altı dünyasının tanrısı) ise, Grekte HADES olmuştu.

NANNAR (ay tanrısı) ve İSTAR/İNANNA, UTU, NİNURTA, NİNHURSAG, NİNKİ, NİNGAL, İSKUR.

Hitit, Hurri, Grek ve Mısır panteonlarındaki 12 esas tanrının Sümer’deki erkekli dişili ataları idi.

Tevrat’ta ise Grek’lerin HADES yer altı tanrısının adı, Sheol olmuştu, İncil ve Kuran’da da Cehennem adını almıştı. Ne hoş oldu değil mi?

……………&…………..

Baş tanrı ANU’ya ibadet edilen yer, Tevrat’ta Erek olarak geçen ve Sümer’de Uruk olarak anılan yerdi.İşte Almanların İ.Ö.3000 yıllarına inerek yaptıkları kazılar bizi ANU’nun tapınağına götürüyordu.

1951-1952 Philadelphia University Müzesi’nde üst yarısı, Chicago Üniversitesi Oriental İnstitue’de alt yarısı bulunan Nippur kazısındaki tablette, şunlar yazılıydı;

“Emri uzaklara ulaşan, sözü kutsal olan Enlil,

Söylediği söz değiştirilemeyen, sonsuza dek talihleri kararlayan bey,

Yüksekten bakan gözü ile memleketleri gözleyen,

Prensliğin, beyliğin, gücün yargısında dürüst olan,

Yer tanrıları korku ile eğilirler önünde,

Gök tanrıları çökerler önünde…

Ey Enlil, değerli çoban, daima harekette,

Büyük soluk alanların güden çobanı,

Prensliğini var etti

Hiçbir Tanrı Ona bakmaya cesaret edemez.

Yalnız yüceltilmiş veziri saray nazırı Nusku’ya

O’nun emrini, kalbinin sözünü bildirdi, o haber verdi,

Bütün emirlerini yerine getirmeye onu görevlendirdi.

Bütün kutsal kuralları, bütün kutsal kanunları ona emanet et.”

Yoksa bu NUSKU adını bilmediğimiz veya başka adla bildiğimiz bir peygamber miydi? Kalbinin sözü de vahiy miydi? Yoksa bu çoban Mısır’da karşımıza çıkan Hermes miydi? Yoksa Kuran’daki İdris peygamber mi?

Enlil evrende çoğunlukla yararlı işlerin var olmasını ve planlanmasını sağlayan iyiliksever bir tanrı iken; kardeşi ENKİ de suların dipsiz derinliklerinden sorumlu ve bilgeliğin tanrısı idi. Enlil yapacaklarını belirlerken; bütün ayrıntıları, saygı değer, becerikli, cesur ve bilgin Enki düzenlerdi.

Şimdi “Enki ve dünya düzeni” şiirine de bakalım, şöyle diyordu;

“Ey Sümer, evrendeki memleketlerin içinde en büyük olan,

Sonsuz ışıkla dolan, güneşin doğduğu yerden güneşin battığı yerdeki (bütün) halklara tanrısal kanunu dağıtan,

Senin tanrısal kanunun yükseltilmiştir, erişilemez,

Senin tamamlanmış tanrısal kanunun iyi uygulansın!

Şehir; Enki’nin kaderini verdiği, Kutsal UR;

Senin yüksekliğin gök kadar olsun.”

Şimdi Prof. Dr. Mebrure TOSUN ve Prof. Dr. Kadriye YALVAÇ  Hanım’ların  Sümer dili ve grameri adlı kitabından bazı orijinal tablet çevirilerine bakalım:

İki dilli bir büyü metni (90 satırdır)

“3- Tanrıların aşılmayan yemin dairesi

5- Göğün ve yerin değiştirilmeyen yemin dairesi

7- Tanrı tekdir değiştirilmez.

9- Tanrı ve insan birbirlerinden çözülmezler, ayrılmazlar.”

31- Planı değiştireni,

33- Tasviri, göğün ve yerin planını serbest bırakmasın

35- Büyük Tanrıların yemininden korkmayanı,

37- Büyük Tanrıların yemini onu bağlasın

39- Büyük tanrılar onu lanetlesinler”

Su-İl-La metni’nde (el kaldırma);

“1-2 Efendi, tanrıların üstünü ki gökte ve yerde onun tekliği büyüktür. Yalnız o büyüktür.

32- Tanrıları ve insanı yaratan baba, yerlerini (oturdukları yerleri) çatan (kuran) kurban ekmeğini saptayan,

34- Krallığı (krallıkları) çağıran (tayin eden) asa veren, mukadderatı uzun günlere kadar tayin eden,

36-37- Ta içine hiçbir tanrının giremeyeceği (nüfus edemeyeceği) en önde gelen, en üstün,

38-39- Binek’ine, akranlarının tanrısının yolunu açan, dizleri yorulmayan,

40-42- Göğün temelinden (dibinden), göğün sonuna kadar (ışık olarak) devamlı gidip gelen, göğün kapısını açan,

41-43- Bütün insanlara nur koyan,

44-45- Herşeyi meydana getiren baba, bütün canlılara bakan devamlı arayan

46-47- Göğün ve yerin hükümlerini tespit eden ki, onun emrini hiç kimse değiştiremez.

48-50- Ateş ve suyu tutan, canlılara önderlik eden,

49-51- Hangi Tanrı sana eş olabilir

52-53- Gökte kim büyüktür, sen! Yalnız sen büyüksün, senin tekliğin uludur.”

Su-il-La Metni (dua metni)nin;

“7-8- Sen, senin sözün uzak gök, kapalı yerdir. Hiç kimse içine bakamaz.

9-10- Sen, senin sözünü kim kavrayabilir. Kim eş olabilir, benzeyebilir.

11-12- Bey, gökyüzünde beylikte, yeryüzünde üstünlükte, Tanrılar arasında kardeşi olan karşıt sana yoktur.

13-14- Krallar kralı, yüksek. O’nun farzıyla hiç kimse eşit olamaz. O’nun tanrılığına hiçbir tanrı benzemez.”

Bunlar nasıl ifadeler idi, Tanrı’nın tek olduğunu, Sümerlerin Tanrılar dediklerinin de, bu Tanrı’nın uygulayıcıları olduğunu anlıyorduk. Tıpkı Kuran’da anlatılan gibi;

112 nci İHLAS Suresi;

“1-De ki “o, Allah bir tektir, eşi ortağı yoktur.”

2- Allah samettir.

3- Kendisi doğurmamıştır ve hiç kimse tarafından doğurulmamıştır.

4- Hiçbir şey ona denk değildir.

34 nci SEBE Suresi;

“1- Hamd, göklerde ve yerde ne varsa, kendisinin olan Allah’a mahsustur. Ahirette de hamd onundur. O hakimdir. Yeğane hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden haberdardır.

  • O, yere gireni ve yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükseleni hep bilir. O, çok merhametlidir, çok bağışlayıcıdır.
  • …Göklerde ve yerde zerre miktarı hiçbir şey O’ndan ilminden gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa hepsi muhakkak ki levh-i mahfuzda yazılıdır.”

1 inci Fatiha Suresi’nde;

“1- Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

2-Hamd alemlerin rabbi Allah’a mahsustur.

  • O; rahmandır, rahimdir.
  • Ceza gününün malikidir.
  • (Rabbimiz) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
  • Bize doğru yolu göster.
  • Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramamış ve satmışların yolunu değil.

…………..&………….

Enki, bayram sofrasında içkiyle keyifleri yerine geldikten sonra; kızı İnanna’ya tanrısal kanunları emanet ediyor

“Benim gücüm adına, gücümün adına,

Kutsal İnanna’ya, kızıma, tanrısal kanunları hediye edeceğim.”

O zamanın Kutsal Kitabını hediye ediyordu. “Me”leri, kutsal programı İnanna’ya vermişti, ancak hemen geri ister. (Bu ilerde Meryem ile Tanrının ilişkilerine inananların yaşanmış sandıkları mıydı? Yoksa Süleyman ile Saba melikesi Belkıs aralarında geçen olayın benzeri mi idi.)  İzleyelim bakalım :

Uruk’un koruyucu tanrıçası İnanna kendi kentini daha iyi duruma getirmeyi ve böylece kendi şan ve şerefini yükseltmeyi çok ister. Bunun için o, “tanrıların tam kalbini bilen” bilgeliğin beyi, Enki’nin oturduğu dipsiz su Abzu’nun bulunduğu Sümer’in kültür merkezi Eridu’ya gitmeye karar verir. Enki’de bulunan bütün tanrısal kanunlar ve kuralları güzellik veya hile ile ele geçirir ve ülkesi Uruk’a götürürse, kendisinin şanına erişilemeyecektir.

Enki habercisi İsimud’u çağırarak şöyle söyledi.

“Gel habercim İsimud, söyleyeceklerime kulak ver,

Sana bir kelime söyleyeceğim sözümü tut.

İnanna, yapayalnız adımlarını Abzu’ya doğrulttu.

Ona içmesi için aslanın yüzünde bira ver

Kutsal masada, gökyüzü masasında.”

İnanna ve Enki bayram sofrasına otururlar. İçki ile keyifleri yerine gelince ENKİ;

“Benim gücüm adına, gücümün adına,

Kutsal İnanna’ya kızıma tanrısal kanunları hediye edeceğim” der.

Bunun üzerine uygarlığın kültürel temellerini teşkil eden 100’den fazla Tanrısal Kanunu’nun hepsini birden İnanna’ya hediye eder. İnanna, Me’leri gökyüzü sandalına doldurur, bu değerli yükle Uruk yoluna koyulur. Enki Me’lerin yerlerinde olmadığını görünce, İsimud’a sorar. İnanna’ya hediye ettiğini öğrenince çok üzülür ve ne pahasına olursa olsun, İnanna’nın durdurulmasını ve Me’lerin geri getirilmesini ister.

İsimud İnanna’yı görünce;

“Kralım bana dedi ki;

Enki bana dedi ki;

İnanna Uruk’a gitsin

Fakat gök kayığını bana Eridu’ya geri getir”

İsimud, İnanna’dan Me ve kayığı geri alır.

Kuran’ı Kerim’de 27 nci NEML Suresi 23.ayet ve müteakip ayetlerde;

“23- Hüd hüd kuşu; gerçekten de Sebe halkına hükümdarlık yapan bir kadın gördüm. Kendisine her şey verilmiş, muhteşem bir tahtı da var.

24- Şeytan onlara yaptıklarını güzel göstermiş ve onları doğru yoldan çıkarmış da doğru yolu bulamıyorlar.

29- Hüd hüd mektubu götürünce Belkıs sultan halkına ey ileri gelenler! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı.

31- Sakın bana isyan etmeyin ve teslim olarak gelin” demektedir.

Belkıs Süleyman’a elçilerle hediyeler gönderdi. Süleyman onu cezalandırmaya karar verdi.

“38- …Bana teslim olmalarından önce bu melikenin tahtını bana kim getirebilir dedi.

39- Cinlerden bir ifrit: Sen yerinden kalkmadan önce ben onu (tahtı) sana getiririm.

40- İlahi kitabın bilgisine sahip olan biri de; gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm dedi. Süleyman tahtı yanı başında görülünce …”

Tevrat’ta ise; 1.Krallar Bab 10;

1- “Saba melikesi Rab’bin adından ötürü Süleyman’ın artan ününü duyunca onu çetin sorularla sınamaya Yeruşalim’e geldi… aklın geçen herşeyi Süleyman’la konuştu.

2- Süleyman onun bütün sorularına karşılık verdi…. Saba kraliçesi hayranlık içinde kaldı.

5-… Duydukların doğruymuş, ama gelip kendi gözümle görünceye dek anlatılanlara inanmamıştım” de.

10-Saba kraliçesi krala… değerli taşlar armağan etti,

13- Kral Süleyman Saba Kraliçesinin her istediğini, her dilediğini yerine getirdi… Bundan sonra kraliçe adamlarıyla birlikte oradan ayrılıp kendi ülkesine döndü,

denilmekte, bu hikaye 2. Tarihler 9 ncu Bab’ta tekrar anlatılmaktadır.

anlatılanlardaki Tanrı Enki ile kral peygamber Süleyman, haberci İsimud ile hüdhüd kuşu, Tanrıça İnanna ile melike Belkıs nasıl benzeşiyor di mi?

…………….&………..

Enki yine birgün kendi ekmeklerini temin etmekte güçlük çeken dişi tanrıların yakarışları üzerine; ( Bu tablette Lauvre Müzesindedir)

“Ey oğlum, yatağından kalk…bilgini kullan,

Tanrılara iş yapacak yaratıklara şekil ver

Onlar kendilerini iki misli çoğaltsınlar” deyişleriyle Enki;

“Ey annem, ismini vereceğim yaratık oldu,

Onun üzerine tanrıların görüntüsünü koy.

Dipsiz suyun çamurunun özünü karıştır.

O bir insan…”

Enki tekrar çamura şekil verdi, bu kez;

“Elinin yarattığının kaderini kararladım. Ona, yemesi için ekmek verdim,

Benim elimin şekil verdiğinin kaderini kararla ve ona yemek için ekmek ver”

Dedi ve insana soluk verildi.

Bunlar bize bir şeyler hatırlatıyor mu? Ademin çamurdan yapıldığına dair kutsal kitaplardaki sözleri ?

Çamurdan yapılan Adem ile Sümerce’de “Tİ” kaburga anlamına gelen kaburga kemiğinden yapılan dişi Havva’nın hikayesine de benziyor değil mi?

Tevrat Yaradılış 2 Bab/7’de “Rab Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu.”

2/21 “Rab Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi, Adem uyurken, Rab tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı.”

2/22 “Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi.”

2/23 “Adem, “İşte bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir” dedi. O’na kadın denilecek, çünkü o adamadan alındı”

  1. Bölüm 20’de “Adem karısına Havva adını verdi, çünkü o bütün insanların annesiydi”

Tevrat’taki bu “bütün yaşayanların annesi” Havva ile Adem’in konusu, yoksa,  Ana Tanrıça Ninhursag ile Enki’nin ilişkisinden mi doğdu?

Enki’nin hasta organı kaburgasının adı Sümerce’de “Tİ” idi. Ninhursag’ın kaburgayı iyileştirmesi sırasında;

“Kardeşim neren ağrıyor?

Kaburgam ağrıyor”

Tanrıca Ninti’yi (kaburganın hanımı/yaşatan hanım) doğurdum senin için”

Demesindeki Sümer dilinde, “kaburganın hanımı” anlamına da gelen, “yaşatan hanım” anlamından mı gelişmişti.

Yoksa; Tevrat’ta “Hayat veren kadın” Havva’nın Adem’in kaburgasından yaratılmış olması, Kuran’da Adem’in yaratılıp sonra ona eş olsun diye Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmış olduğu söylemine benzemiyor mu?

Nisa Suresi 4/1;

“Ey insanlar, sizi bir tek candan Adem’den yaratan,  o candan da eşini Havva’yı yaratan ve ikisinden bir çok erkek ile kadınlar türeten Rabbinizden korkun”

Derken, NİSA yani kadın kelimesini kullanır, aynı kelime NİSA bu kez Tevrat’ın Tekvin Bölümü 2 Bab 22.ayetinde;

“ve Rab Allah adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu adama getirdi.”

2/23’de; “ve adam dedi, şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna NİSA denilecek çünkü o insandan alındı.”

…………&…………

Şimdi “Enki ve Ninhursag” efsanesini ve onun tabletini inceleyelim. (278 satırlık şiir şimdi Louvre müzesindedir.)

“Dilmun (İran’ın güneybatısında olabilir) saf, temiz parlak bir şehirdi. Yaşayanlar hastalık ve ölüm bilmezlerdi. Ancak orada (su) eksikti. Enki güneş tanrısı “utu”ya oradan tatlı su çıkarmasını söyledi. Dilmun meyve bahçeleri, yeşil tarlalar ve çayırlarla doldu. Ana tanrıça Ninhursag 8 bitki filizlendirdi. Enki bu filizleri birer birer yedi. Ninhursag buna çok kızdı ve Enki’yi ölümle lanetledi. Enki’nin sağlığı bozuldu 8 organı hastalandı, büyük tanrılar Tilki’den tanrıca Ninhursag’ı bulmasını istediler. Ninhursag Enki’yi affetti iyileştirdi.”

Tevrat Yaradılış 2. Bab ;

6- “Yerden yükselen buhar bütün toprakları suluyordu”

  • “Rab Tanrı Doğu’da, Aden’de bir bahçe dikti,…
  • “Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Adenden bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kala ayrılıyordu”

15- “Rab Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Adem’i oraya koydu.”

16- “O’na bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin diye buyurdu”

17- “Ama iyiyle kötüyü bilme ağacında yeme, çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün”

  1. Bab

6- “Kadın… meyveyi koparıp yedi, yanındaki kocasına verdi o da yedi.”

17- “Rab Tanrı Adem’e yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın.”

19- “Toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın”

23- “Böylece Rab Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Adem’i, Aden bahçesinden çıkardı”

Dilmun; Tevrat ve İncil’deki cennet Aden Bahçesi idi, Kuran’da ki Aden bahçesi de burası idi.

Peki, Tufan hikayesinin Tevrat’ın bir öyküsü olmadığı Babil Gılgamış Destanı’nın onbirinci tableti bulununca anlaşılması ilginç değil mi? George Smith’in 1872’deki Tufan tableti ile Tevrat’ın dünyanın ilk ve en eski kitabının olmadığını söylemesi müthiş değil miydi?

Smith’in tabletlerinde Gılgamış destanındaki evini dağıtması ve bir gemi yapmasının istediği suruppaklı adam, Sümer Tufan’ının Babil versiyonu değil miydi?

Sümerlerin Tufan tabletinde; bir tanrı, diğerine insanları felaketten yok olmaktan kurtarmayı istediğini, insanların da buna karşılık kendilerine şehirler kuracağını ve ibadet edeceğini söylüyordu.

“Kral Ziusudra, dindar, tanrı korkusu bilen, rüyasında devamlı tanrısal bildirmeler (vahiyler) alan bir kraldır. Duvarın arkasında tanrıları dinliyordu;

“Sol tarafımdaki duvarda durarak…

Duvardan sana bir söz söyleyeceğim, sözümü tut.

Kulak ver benim söylediklerime;

Bizden…bir tufan kult merkezlerini kaplayacak,

İnsanlığın tohumunu yok ederek…

Tanrılar meclisinin sözü kararıdır.

An ve Enlil’in emreden sözüyle,

Krallığı, hükümdarlığı son bulacaktır”

Tabletin kırık yerlerinde tufanın bütün şiddetiyle memleketi kapladığı ve 7 gün 7 gece devam ettiği anlatılıyordu.

“Bütün fırtınalar olanca güçleriyle hep birden hücum ettiler.

Aynı anda tufan kult merkezlerinin üstünü kapladı.

Yedi gün, yedi gece boyunca

Tufan memleketi kapladıktan,

Dev gemi fırtına ile büyük sulara çarptıktan sonra,

Güneş tanrısı göğe ve yere ışınlar saçarak çıktı ortaya,

Ziusudra dev gemiden bir pencere açtı,

Kahraman Utu (güneş tanrısı) ışınlarını soktu dev gemiye,

Ziusudra, kral,

Kendini güneş tanrısı önüne attı,

Kral bir öküz kesti, bir koyun kesti.”

Bu satırlar size Tevrat’ta ve Kuran’daki Nuh Peygamberi hatırlatmıyor mu? Hani İbrahim’in tek tanrı için kestiği koyunun kurban edilişini çağrıştırıyor mu? Yoksa; Ziusudra, bizim Nuh peygamber olmasın?

Tevrat Yaradılış 6.Bab;

5- “Rab baktı, yeryüzünde insanın kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte.”

6- “İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı.”

7- “Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım” dedi, “Çünkü onları yarattığıma pişman oldum”

  • “Ama Nuh Rab’bin gözünde lütuf buldu.

12- “Tanrı yeryüzüne baktı ve her şeyin ne denli bozulduğunu gördü. Çünkü insanlar yoldan çıkmıştı.”

13- “Tanrı Nuh’a, “İnsanlığa son vereceğim” dedi, “Çünkü onlar yüzünden yeryüzü zorbalıkla doldu. Onlarla birlikte yeryüzünü de yok edeceğim.

14- “Kendine gofer ağacından bir gemi yap. İçini dışını ziftle, içeriye kamaralar yap.”

15- “Gemiyi şöyle yapacaksın: Uzunluğu üç yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın olacak.”

16- “Pencere de yap, boyu yukarıya doğru bir arşını bulsun. Kapıyı geminin yan tarafına koy. Alt, orta ve üst güverteler yap.”

17- “Yeryüzüne tufan göndereceğim. Göklerin altında soluk alan bütün canlıları yok edeceğim. Yeryüzündeki her canlı ölecek.”

18- “ Ama seninle bir antlaşma yapacağım. Oğulların, karın, gelinlerinle  birlikte gemiye bin.”

19- “Sağ kalabilmeleri için her canlı türünden bir erkek, bir dişi olmak üzere birer çifti gemiye al.”

20- “Çeşit çeşit kuşlar, hayvanlar, sürüngenler sağ kalmak için çifter çifter sana gelecekler”

21- “Yanına hem kendin, hem onlar için yenebilecek ne varsa al, ilerde yemek üzere depola.”

  1. Bab;

4- “Çünkü yedi gün sonra yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdıracağım. Yarattığım her canlıyı yeryüzünden silip atacağım.”

11-“Nuh altı yüz yaşındayken, o yılın ikinci ayının on yedinci günü enginlerin bütün kaynakları fışkırdı, göklerin kapakları açıldı.”

12- “Yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdı.”

17- “Tufan kırk gün sürdü. Çoğalan sular gemiyi yerden yukarı kaldırdı.”

18- “Sular yükseldi, çoğaldıkça çoğaldı; gemi suyun üzerinde yüzmeye başladı.”

19- “Sular öyle yükseldi ki, yeryüzündeki bütün yüksek dağlar su altında kaldı.”

20- “Yükselen sular dağları on beş arşın aştı.”

21-22 “Yeryüzünde yaşayan bütün canlılar yok oldu; kuşlar, evcil ve yabanıl hayvanlar, sürüngenler, insanlar soluk alan bütün canlılar öldü.”

23- “RAB insanlardan evcil hayvanlara, sürüngenlerden kuşlara dek bütün canlıları yok etti, yeryüzündeki her şey silinip gitti. Yalnız Nuh’la gemidekiler kaldı.”

24- “Sular yüz elli gün boyunca yeryüzünü kapladı.”

  1. Bab;

3- “Sular yeryüzünden çekilmeye başladı. Yüz elli gün geçtikten sonra sular azaldı.”

4- “Gemi yedinci ayın on yedinci günü Ararat dağlarına oturdu.”

5- “Sular onuncu aya kadar sürekli azaldı. Onuncu ayın birinde dağların doruğu göründü.”

6- “Kırk gün sonra Nuh yapmış olduğu geminin pencerisini açtı.”

20- “Nuh Rab’be bir sunak yaptı. Orada bütün temiz sayılan hayvanlarla kuşlardan yakmalık sunular sundu.”

Tevrat’ta 6.Bab’da başlayan Nuh Tufanı ve Nuh’un Gemisi’nin başından geçenler 9.Bab’a kadar dinsel sembollerle anlatıldı. Sümerlerin benzer öyküsü bu kez Kuran’da; nasıl yer aldı ona bakalım,

HUD Suresi’nde 11/36-49 ncü ayetlerde;

37 “Bizim nezaretimiz altında ve vahyimiz gereğince gemi yap ve zulmedenler için bana affedilmelerini söyleme, çünkü onlar mutlaka suda boğulacaklardır”

38 “Nuh gemiyi yapıyor…

39 “Artık pek yakında insanı perişan edecek azabın geleceğini ve devamlı bir azabın kimin başına konacağını bileceksiniz” dedi.

40 “Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynadığı zaman Nuh’a dedi ki; “Hayvanların her cinsinden erkek ve dişi olmak üzere ikişer çifti ve hakkında söz geçenler müstesna, aile halkını, bir de iman edenleri gemiye yükle”

41 Nuh dedi ki; haydi bini içine, akıp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır.

42 “Gemi, onları dağlar gibi dalgalar içinde yüzüp götürüyordu.

44 “Kafirler boğulduktan sonra Allah tarafından, ey arz suyunu yut, ey gök sende tut” denildi. Su çekildi ve iş bitirildi, gemide Cudi dağının üzerinde durdu.

48 “Denildi ki; Ey nuh! Sana ve gemide seninle beraber bulunanlardan türeyecek ümmetlere bizden bir selamet ve bereketlerle gemiden in…”

54 ncü sure El-Kamer suresi ayet;

“11- Bunun üzerine, boşalan su ile semanın kapılarını açtık.

12- Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık, her iki su göğün ve yerin suları takdir edilmiş bir işin olması için birleşti.

13- Biz Nuh peygamberi, iman edenlerle birlikte ağaçtan yapılmış çiviler ile çakılmış bir gemiye bindirdik.

23 ncü sure (El-Mümin) ayet;

“27- Bizde ona şöyle vahyettik. “Bizim nezaretimiz altında ve vahyimizle gemiyi yap. Nihayet azap emrimiz gelip de tandır kaynayınca, hemen ona, her canlıdan birer çift erkek ve dişiyi, bir de üzerine azap vacip olandan başka aile halkını koy… O zulmedenler…Boğulmaya mahkum olmuşlardır.”

Böylece Kuran’da tekrarlanan bu benzer hikaye; Enam suresi 6/6, Araf Suresi 7/59-63,64, Yunus Suresi 10/73, Enbiya Suresi 21/77, Şuara Suresi 26/118,119,120, Ankebut Suresi 29/14,15 ve Hakka suresi 69/11,12’de anlatıldı durdu.

Anlaşıldı ki, Smith’i bu denli derinden etkileyen, birleştirmiş olduğu parçaların İncil’deki tufanın bağımsız bir anlatımını içermesiydi. İncil’in Tanrısını bilmeyen bu insanların sözcükleri, İbrani öyküsünün neredeyse tıpkısı bir öyküde anlatılmaktaydı: bir tanrının araya girmesiyle tufandan kurtulacak olan birinin seçilmesi; bir ahşap tekne yapımı için gerekli süreye olanak tanıyan erken uyarı; her türden hayvan, bitki ve sürüngenin bu tekneye doldurulması; teknenin bir dağ yamacında karaya oturması; bir güvercinin, bir kuzgunun ve bir kumrunun karayı bulmak için gönderilişinin ayrıntıları; bir kurban sunumu; ve tanrıların yeryüzünü yeniden asla ilkel sulu kaosuna geri döndürmeyeceklerine ilişkin sözü…

Smith; Tanrı’nın sözcükleri olduğu varsayılan incil’deki tufan öyküsünün, daha da eski bir zamanda yazılmış yabancı bir söylencede anlatılan öyküye nasıl bu denli benzeyebildiğini düşünüp durdu. Bu, İsrailoğulları’nın Babil’de tutsakken duymuş oldukları bir öyküyü ödünç aldıkları anlamına mı geliyordu? Yoksa gerçek tufan tarih öncesinde meydana gelmiş ve çok sayıda değişik kültürün sözlü geleneğinde bağımsız olarak korunmuş çok önemli bir olay mıydı?

Her ne ise; buna en iyi cevabı, George Smith’in araştırmalarını geliştiren Charles Leonard Woolley verecekti. 1922 yılında başlayan ve 12 yıl süren El Mukayyer höyüğündeki British Museum için yaptığı kazıda “Söylencelerden tarih yazmaya çalışmamız gerekmiyor, ama uydurulmuş ya da inanılmaz olan çoğu söylencenin altında, gerçeği ilişkin bir şeylerin gizlendiğini de varsaymalıyız” diyordu ve ekliyordu “Burası Kaldelilerin UR şehridir.” Ebu Şahreyn’de İncil’deki Eridu şehridir” diyordu.

…………….&………….

Şimdi Sümerlerin dediği gibi bir de “Dönüşü olmayan memlekete” gidelim, “büyük aşağı”, “büyük yukarı” neymiş, ona bakalım. Yunanlıların yer altı tanrısı Hades’i, İbranilerin Şeol’u, Sümerler’de “Kur” idi. Oraya yalnız “ölülerin gölgesi” giderdi. (Burası sakın ruhun yükseldiği yer olmasın) oraya gidebilmek için özel bir sandalcının sürdüğü bir sandal ile ve insanı yutan bir nehirden geçmek gerekiyordu? (bu nehir Kuran’daki sırat köprüsüne mi benziyor) Yunanca’da bu nehirin adı “styx”, kayıkcı da “charon” idi, aşağıda ki Sümerlerin aynı metnini, Mısır’da Ölüler Kitabı’nda da okuyacağız.

Kral Ur-Nammu öldükten sonra kur’a geliyor, yedi yer altı dünyası tanrısına hediyeler veriyor, sonra yer altı dünyasının yazıcısına kendisine yardım etmesini sağlamak için hediyeler veriyor, ancak 7 ve 10 gün sonra karısı ve çocuğunun ağıtlarını duyunca çok özel durum olarak geçici olarak yeryüzüne çıkarılıyor (Tıpkı Tevratta Samuel’in ilk kitabının bölüm 28’inde Kral Saul’un isteği üzerine peygamberin gölgesinin Şeol’den (cehennemden) çıkarıldığı gibi, tıpkı Tevrat, İncil ve Kuran’da ölümden sonraki yaşam ve dirilmenin anlatıldığı gibi)

……………..&…………..

Sümer’in Yüksek Mahkeme’sinde (Sippar) Utu’yu (güneş tanrısını) yargılarken; söylenen; (Hamurabi tabletlerinden) sözlere göz atalım;

“Rakibine kötülük yapma,

Sana kötülük yapana iyilikle karşılık ver.

Düşmanını adalete bırak…

Kalbinin kötülüğe meyletmesine izin verme…

Sadaka için dilenene, yemesi için yemek, içmesi için şarap ver…

Yardım sever ol, iyilik yap”.

Bu sözler İncil Matta 5. Bab;

5- “Ne mutlu yumuşak huylu olanlara…

6- “Ne mutlu doğruluğa açıkıp susayanlara”

7- “Ne mutlu merhametli olanlara”

8- “Ne mutlu yüreği temiz olanlara”

9-“Ne mutlu barışı sağlayanlara”

  • “Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere”

39- “… kötüye karşı direnmeyin, sağ yanağınıza bir tokat atana, öbür yanağınızı da çevirin”

42- “Sizden bir şey dileyene verin, sizden ödünç isteyeni geri çevirmeyin.”

44- “Ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin.”

  1. Bab;

3- “Siz sadaka verirken, sol eliniz sağ elinizin ne yaptığını bilmesin”

diyen İsa’nın dağdaki vaazına benzemiyor mu?

…………….&………….

Peki Tevrat’ta, Tanrı Kaldelilerin Ur’undan çıkan Hz. İbrahim’e gelecekteki İbrani nesillerinden konuşurken; yıldızlara bak demiyor muydu? Kaldeli Grek’cede “yıldız gözleyen” demek değil miydi? Kalde’nin  gök bilimci rahipleri Sümer’in “yazılı formüllerinden”, “müdahele edilemeyen, belirlenmiş bazı sabit aritmetik şemalarından” yararlanmamışlar mıydı? Ve Sümerlerin pek çok işlem metinleri halen çözülemedi, çok üstün astronomik ve matemetik bilgisine sahiplerdi. Bugün kullandığımız takvim Asur Babil ile İbranilere ulaşmışsa ve İbrani Takvimi denilmekte ise de; bugünkü hatasız takvimimiz Sümerlere ait değil miydi? Nippur’un Enlil tapınağı merkezindeki takvim değil miydi?

…………….&………….

Einstein’ın “Tanrı zar atmaz!” sözü ne kadar ilginç! Sıralı mı? Düzen ve intizam içinde mi? Yoksa, her şey belirli mi? O halde gelecek önceden bilinen, belirlenmiş mi? Yoksa bizim zamanlamamız içinde dün dediğimiz, bir başkaları için bugün veya diğerleri için de yarın, gelecek mi? Milyonlarca yıl önce sönmüş bir yıldızın ışıklarını, bugün gördüğümüz gibi, onlar için çok eskiler bize bugün mü? Yoksa Sümerliler doğru mu söylüyorlardı? Tanrıları uzun yıllar yaşayanlar mıydı da, onlara ölümsüz diyorlardı. Yoksa Tanrılar uzak yarından gelip, yarını yaşayıp, Sümerlilerin bugününü mü görmüş oluyorlardı da, Sümerler onlara tabletler, belgeler sunuyorlar, bu aciz insanoğlunu şaşırtıp, onu kendilerine hayran bırakıp, ibadet ettiriyorlar, gülüp eğleniyorlar mıydı?

Tevrat’ta İşa’ya (41ncı bab, 23 ayette) şöyle diyordu:

”Bundan sonra olacakları anlat ve biz dehşete düşeceğiz ve bunu birlikte gözlemle” “Geleceği görmek için geçmişe bakmak lazım”

Derken; olmuş olanlar, bazıları için olacak olan konumunda mı idi? Sümerlerin tanrıları için yaşanmış olanlar, Sümerlilerin yaşayacakları mı idi ki, zavallı insanlar söylenenlere ve olanlara şaşırıp hayran kalıyordu.

Peki Sümerliler tarihten kalktıktan sonra İbraniler ortaya çıkmıştı da, İbraniler üzerinde nasıl derin etki yaratmıştı? Sümer’ler bu görevlerini, Kenani’ler, Asur, Babil, Hitit, Hurri ve Arami’lerin komşuluğuyla, aracılığıyla yapmış olabilir  miydi?

Burada hem ilk anlanan “ne Tevrat’ın ilk kitap oluşu, ne Kuran’ın son kitap oluşu”dur. “Bunların ve öncekilerin bir zincirin halkaları olduğu”dur. “Birbirine ne kadar benzer ve birbirinden ne kadar etkilenmiş oldukları”dır.

Bu son cümleler, biz bilmeyenler için hemen mantıklı ve doğru gelebilir. Ben kutsal kitapları asla inkar etmiyorum, küçümsemiyorum. Son üç kitabın zaman, mekan ve kültür olarak yüzyıllarıyla birbirini etkileyebilirliği düşünülebilir, ama Onlardan öncekilerin 1000 yıllarca toprak altında saklı iken; onları etkilemesi pek mümkün değil gibi geliyor. Sümer tabletleri en son kitap Kuran’dan 1300 yıl sonra gün ışığına çıkmıştır.

Burada anlaşılması gereken iki durum vardır. Sümerlerin ilk tabletlerinin 1900’lü yıllarda gün ışığına çıkarıldığı düşünülürse, birincisi aynı anlatım tarzı, aynı hikayeler, bu benzer kutsal kaideler ve insani kuralların, Sümerlerin dediği gibi bir elden çıktığı ve Tanrısal olduğu veya ikincisi, Ahit metinlerinin orijinal Sümer kaynakların bir özeti ve kopyası olduğudur.

Ancak, semavi dinler olarak incelediğimiz bu üç kutsal kitabın dışında, kaybolmuş veya günümüzde hala önemini taşıyan pek çok din ve onların kutsal kuralları bulunduğuna göre; Kuzey Hindistan, Asya ve Uzakdoğu’da etkin Budizm, Hindistan’da aktif Sıkh dini yani Sihizm, yine Hindistan’da belirgin Hinduizm, Japonya’da yoğun Şintoizm, Çin’de etkin Konfüçyanizm, Taoizm gibi inaçlılar olarak tarif edilen bu dinlerin bir birinin kopyaları veya versiyonları gibi düşünmek pek de kolay değil.

Her iki tespit ile, ortaya konulan veya konulmaya çalışılan;

Her üç kitabın da Sümerlerin dinlerinin kopyası veya versiyonu veya el yazması olduğu,

Veya Sümerlere indirilen, yazdırılan tanrısal kurallar ve düzenin diğer kutsal kitaplardaki gibi Tanrı tarafından düzenlendiğidir.

Kesinlikle bunlara yorum denilemez.  Buna ne benim bilgim, ne kültürüm, ne içinde yaşadığım toplum ve onun değerleri imkan verir. Ben burada sadece en basit ifade ile “bir durum tespiti” yaptım.

4/162 NİSA Suresi “İlimde yüksek bir mevkiye erenler ve müminler, sana indirilen  Kuran’a ve senden önce indirilen kitaplara inanırlar”. Diyor. Bende sizlere hatırlatmak istedim.

Bir toplumsal sözleşme veya menfaat, ihtiras veya bilgisizlik gözlüğü ile baktırıldığında, doğru diye öğretilen ve değiştirelemeyeceği söylenen değerlerin önyargılı bu gözlüklerin çıkarılmasıyla değişebileceğini, Hakikatin algılanmasının mümkün olabileceğini bilmeliyiz.

Bu nedenle bu kitaplarda veya tabletlerde yazılanlardan çok, bunların okunması ve gönül gözüyle anlaşılması gerekir.

Unutmayın! Bizler, bilen değil, arayan ve daima araması gerektiğinin farkında olanlar olmalıyız.

Şimdi gelelim, kitabımıza (12.Gezegen’e) artık çok uzun süren bu konuşmayı burada bitiriyorum ve bu kitabı okumayı, Sümerleri tanımayı, onlara inanmayı veya inanmamayı sizlere bırakıyorum.

Konuşmanın özeti şudur;  Sümerlerin yaptıkları, yazdıkları, inandıklarını öğrenerek; bilmediklerimizi ve merak ettiklerimizi (İncil Lukas 11/9-13 Matta 7/7de dediği gibi “Dileyin, size verilecek, arayın bulacaksınız, kapıyı çalın size açılacaktır.”) Biz de aramaya ve bulmaya çalışalım.

Bu çalışmayı sunuşuma son verirken; bundan yıllarca önce Sümerleri inceleyen, Ankara’da Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kuran, Sümeroloji bölümünün başına Batı’nın en tanınmış bilgini Sayın Benno Landsbenger’i getiren; Mustafa Kemal Atatürk’ü şükranla anıyor, büyüklüğü karşısında bir kez daha saygıyla eğiliyorum.

 

Nadir Elibol

25.10.2004

 

KAYNAKLAR :

  • Kuran-ı Kerim
  • İncil
  • Tevrat
  • “12.Gezegen” Zecharia Sitchin, çeviri Yasemin Tokatlı, Ruh ve Madde Yayınları-2004
  • “Tarih Sümer’de Başlar” Samuel Noah Kramer çeviri Muazzez İlmiye Çığ, Türk tarih Kurumu, 1998
  • “Sümerler”, Samuel Noah Kramer çeviri Özcan Buze, Kabalcı yayınevi-2002
  • “Sümer Dili ve Grameri” I.cilt Sümerceden örnekler, Prof. Dr. Mebrure Tosun ve Prof. Dr. Kadriye Yalvaç, Türk Tarih Kurumu-1981
  • “Evvel Zaman İçinde Mezopotomya” Jean Bottera/Marie Joseph Steve, çevirmen Anita Tatlıer Yapı Kredi Bankası yayınları-2004
  • Nuh Tufanı, william Ryan, Walter Pitiman, çevirmen Dursun Bayrak, arkadaş yayınevi-2003
  • “Gilgameş”, Muazzez İlmiye Çığ, Kaynak yayınları-2002
  • “İbrahim Peygamber”, Muazzez İlmiye Çığ, Kaynak yayınları-2004
  • “Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki kökeni, Muazzez İlmiye Çığ, kaynak yayınları-2004
  • “Tibet İncili”, Çevirmen Doç Dr. Paşa Alioğlu,İtil Yayınları-2004

Comments are closed.