1971 yılı ben Mülkiye’ye başlamış ve üniversite hayatıyla aklımca özgür olmuştum. Tabi, bir şeyler yaparak bunu ispatlamaya ve bazılarından da farklı olmaya da çalışıyordum. Çünkü artık Mülkiye şebekem (öğrenci kimliği) vardı, sinema, otobüs, tiyatro çok indirimli idi.
Lise arkadaşlarımdan daha kopamamış, Mülkiyeli yeni arkadaşlarımla da henüz yakınlaşamamıştım. Liseden çok sevdiğin Altan Şenvar isminde bir arkadaşım Emek Mahallesi’nde Yeşiltepe bloklarında bize yakın oturduğundan onunla daha samimi idim ve sık sık görüşüyorduk, arkadaşlığımız kopmamıştı. Altan’ın annesi ve babası profesördü, abisi de Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde okuyordu. Altan’da Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni kazanmıştı, zaten lisede de okulun ilk 3-5’i arasında idi. O günlerde askeri muhtıra ile gençlik olayları bastırılmaya çalışılıyor, ancak milliyetçi düşünce yanlıları, hatta dinciler hafifçe desteklendiğinden sol düşüncede üzerinde baskı kuruluyordu, saldırılar, kavgalar, adam öldürmeler artık her gün yaşanır olmuştu.
Hem Mülkiye hem ODTÜ zaten solcuların yatağı gibi idi, birimiz Mülkiye’de diğerimiz ODTÜ’de olunca, arkadaşlığımız gizli bir bağ ile sanki perçinlenmişti.
Bir gün konu nasıl açıldı bilmiyorum. Benim Türk Halk Müziği ile pek ilgim yoktu ama konumuz Konya’da yapılmakta olan “Aşıklar Bayramı” olmuştu. Belki ilk defa bu bayramı duyuyordum. Aşıklar Bayramı’nda Türkiye’nin pek çok ilinden söz ustaları ozan, aşık, abdal adı altında halk sanatçıları toplanıyordu. Çeşitli yarışma sınıflandırması ile yarışıyorlar, belli seviyedeki gençler eski ustalarıyla yarışmak için çabalıyor, seçilenler bir üst seviyede yarışmaya devam ediyordu. Bayram da hatırladığım kadarıyla üç-dört gün sürüyordu. Sanırım bizim ilgimizi çeken yanı saz ve söz ustalığı değil, o günlerde çok popüler olan “solcu” tanınan halk ozanlarının (aşıkların) da bu bayramda yarışıyor olması idi.
Hatırladığım kadarı ile Kars’tan “Aşık Çobanoğlu” diye bir sanatçı vardı. Herhalde onunla ilgili konuşuyorduk. Altan “Nadir, Aşıklar Bayramı’na Konya’ya gidelim mi?” dediğinde; hem okullardaki “solcu”luğumun yeni filizleniyor olması, popüler halk ozanlarına heveslenilmesi, hem de üniversiteli olduk ya, özgürlüğümüzü ispat etme çabasıyla, “olur, gidelim” dedim.
Sanırım, finale kalan 8-10 aşık, Kars’tan , Ardahan’dan, Sivas’tan, Kırşehir, Yozgat’tan gelen aşıklardı, gazetelerden duyuyorduk. Zaten bu şehirler o zamanlar solcuların kalesi gibi idi. Çocuk aklımızla hayallerimizi büyüttük, büyüttük. Bu gezi bizim için anlamlı ve önemli oldu.
“Nasıl gideceğiz?”e konu geldi. Altan’ın ailesi ona izin verirdi ama benim ailem henüz bu işlere hazır değildi.
Biraz çekinerek, konuyu akşam babama açtım. “Baba, Altan’ın babası, Konya’daki Aşıklar Bayramı’nın final gününe onun gidebileceğini söylemiş” dedim. Babamın yakalayacağı her şey cümlenin içinde idi. “Altan’ın babası” zaten profesör, ayrıca o Altan’ı gönderiyor, izin veriyor, sen de ver, hem final günü cumartesi onu da uygun bulmuş, okula engel olmuyor, sence de benim gitmem de uygun mu? Gibi bir anlam çıkıyordu.
Babam çok kısa cevap verdi, “İkiniz mi gidiyorsunuz?” sorusuyla “Evet, olur” dediğini anladım. “Evet ikimiz gideceğiz” dediğim de, “Kadir dayının otelinde kalırsınız” dedi, izni almıştık.
Telefonlaştık, evlerimiz zaten 200 metre mesafede idi, izinler alındı ya, bir gün önceden gidelim gezelim demeye başladık. Ancak Cuma öğleden sonra okuldan çıkınca Konya otobüsünde yer bulduk, çok sayıda otobüs yoktu, sanırım günde karşılıklı 4 sefer düzenleniyordu, Konya’ya indik.
“Kadir dayı” dediğimiz “Kadir Coşkun” Aksekili, dayımın hanımının ağabeyi, tabi ki biliyorum ama ne kendisini yakinen tanıyorum, ne de kendisiyle samimiyim, ne de otelini biliyorum. Kafamızda “otel, ya bedavaya gelir, ya da çok düşük fiyat olur” diye düşünüyoruz. Araya araya oteli bulduk, öyle yıldız mıldız yok, kapıda “turistik otel” yazıyor. Zaten Ankara’da da Ulus ve İtfaiye Meydanı veya Anafartalar Caddeleri’nde bulunan otellerin hepsinin kapısında da (en iyisinde) “turistik otel” yazıyordu. Birinci kattaki otele çıktık, alt katlar dükkan idi. Bir odada “müdüriyet” yazıyordu (yani resepsiyon) kapı açık, kafayı uzattım. Bir adam koltukta, bir adam masada, hangisi Kadir dayı bilemedim. “Ben Nadir Elibol” dedim. Koltuktaki adam “Nasılsın? Yeğenim” dediğinde ben de ona yöneldim, elini öpmeye çalıştım, öptürmedi. “Koca adamsınız artık” dedi. Okulu sordu, üniversite de okuduğumuzu söyledim, arkadaşımı tanıttım, çok memnun oldu. Masadaki adama “104 numarayı ver” dedi. Saat 20-21:00 gibi. “Aç mısınız? Size bir şeyler getirtelim” dedi. Otelde yemek, içmek, buzdolabı, su yok. “Dayı biz aşağıya inelim, yakında bir yerde çorba içer döneriz” dedim. Odaya çantaları bıraktık, odada iki yatak, ortada bir komidin, bir pencere ve kapı ağzında bir lavabo var. Elbise dolabı, buzdolabı, tuvalet, duş muş hak getire.
Çantayı bıraktık, yakındaki kalabalık bir lokantada çorba içtik, otele döndük. Kadir dayı gitmişti. Resepsiyondaki adam “Gençler valilik yeni bir iş çıkardı, Kadir beyin yeğenisin ama ad ve soyadı polise bildirmemiz, her gün bu listeyi de karakola göndermemiz gerekiyor. Şu listeye adınızı, soyadınızı, nüfus cüzdanlarınızı ve Ankara adresinizi yazın” dedi. Ben “nüfus cüzdanlarımız yanımızda yok” dedim. O zamanlar nüfus cüzdanı bir el büyüklüğünde, hatta biraz geniş, üzerinde yapılan aşı, askerlik, evlilik her şey yazıyor, 20-25 sayfalık bir küçük kitapçık. Adam yüzüme baktı. Biraz önce üniversiteli olduğumuzu söylemiştim ya “O zaman okul şebekelerinizi verin” dedi, tabi biraz da etkileyici olacaktı. Ben Mülkiye’nin, Altan ODTÜ’nün şebekesini (öğrenci belgesi) gururla verdik. Listeye 104 numaraya yazdı ve kimlikleri geri verdi. Gittik yattık, hemen uyuduk.
Gece belki 04-04:30 falan kapı tekmeleniyor.
Altan ve ben yataktan doğrulduk, birbirimize bakıyoruz. “Altan, sıçtık, siyasal ve ODTÜ kimliklerini verdik ya, herifler solcu diye ( o zamanlar terörist denilmiyordu) bizi dövmeye veya öldürmeye geldiler” dedim. İyice telaş olduk. Kapı kırılacak, herif veya herifler kapıyı tekmeliyorlar, “açalım, ulan” dedim. Kalktım kavgaya hazır, kapıyı açtım. Karşımda elinde sini denilebilecek kadar büyük bir tepsi ile bir garip adam duruyor, tepside 8-10 çeşit yemek var. “Hangisini alacaksın?” dedi. “Ne alması?” “Bu saatte ne yemeği?” “Ulan! Kadir dayı mı gönderdi” diye düşünürken ve cevap ararken, “seç de yemeğini al, soğuyacak” dedi. Altan’a döndüm. Yumurtalı ıspanak, pilav, fasulye aldık. Koyacak masa yok, yatağın üzerine dizdik, adam gitti. Birbirimizin yüzüne bakıyoruz. “Ulan ne iş?” diyoruz. Ben “Altan yoldan geldik diye dayı göndermiştir, hem adam yemek parasını da almadı” yorumunu yaptım. “Bu saatte nasıl yiyeceğiz” dediğimizde “Yiyelim dayıya ayıp olur” dedim, yedik, tabaklarını üst üste komodinin üstüne koyduk, tekrar uyuduk.
Sabah uyandığımızda kahvaltı etmeyeceğiz ama Aşıklar bayramı için bilet almamız gerekiyor. Sinema mı, yoksa tiyatro mu? Bir yere gittik, akşam için biletleri aldık, artık saatte öğlene geliyor, bir tost falan yiyebiliriz dedik. Lokanta kapalı, büfe kapalı, bakkal kapalı. Şaşkınız, hani Pazar günü olsa, geç açılacak falan diye düşüneceğiz de, cumartesi ne oluyordu? Mevlana Türbesi’nin oralarda, Alaattin Cami çevresinde gezdik, çarşılarda yürüdük, tek dükkan açık değil, öğleden sonra açık bir bakkala rastladık. Birkaç büsküvi gözümüze çarptı. “Abi, neden bugün her yer kapalı” dediğimde, “Ne olsun? Ramazan’da lokanta, bakkal, büfe, çarşı iş yapacak değil ya”, demesin mi? Akşam ki çorba içtiğimiz lokantadaki yemek çeşitliliği ve lokantanın kalabalıklığı, gece kapının tekmelenerek yemek yedirilmesini ancak anlamıştık.
Altan “Bir iki paket petibör büsküvi, yarım kilo leblebi, iki tane cep konyağı ver” dedi. O zamanlar çeşitli bisküviler olmadığı gibi, kapalı paketlerde leblebi veya kuruyemişte yoktu. Tek tük büyük bakkallarda bulunuyordu, ama bugün piyasada olmayan “cep kanyağı” vardı. El kadar büyüklükte bir yassı şişede 35 cc kadar kanyak piyasada bulunuyordu, aldık, çıktık.
“Bu ne lan, kanyak ne olacak?” dedim. “Oğlum, iftara kadar açız, bisküvileri yeriz, sonra da leblebi ile kanyağı bir yerlerde içeriz” diye cevap verdi.
Oruç tutmadık ama, bütün gün gecenin ıspanağı ve bakkalın bisküvisi ile dolaştık. Kenarda, köşede kanyak içtik. İftar vakti geldi. Çıldırdık, yemek ne varsa yedik, görenler de bizim oruçtan çıktığımızı zannetti, Aşıklar Bayramı’na yöneldik.
Aşıklar yarışmanın “taşlama” bölümünde birbirine sözle laf atarak çalıp söylüyorlardı, karşısındaki usta da onun bitirdiği kelime ile başlayarak ona cevap veriyor, diğeri bu kez ona kaldığı yerden ona karışık cevap veriyor. Sonuçta hakem heyeti (eski ustalar) kazananı seçiyordu.
Yarışmadaki başka bir bölümde “lep değmez” idi. Bir aşık dudaklarının arasına toplu iğne koyuyor, B, F, M, P, U gibi harflerin olduğu kelimeleri kullanmadan, karşısındakine iltifatkâr sözler söylüyor, bu harflerin geçtiği kelimeyi kullanırsa, iğne dudağına batıyordu. Bu nedenle; bu yarışmanın adı “dudak değmez” idi. Karşıdaki ozanda taşlama gibi eleştiri alaycı ifadeleri kullanmadan, başka sözlerle diğerine iltifat veya sevgi dolu sözler söylüyordu.
Daldık, hayranlıkla sahnede kaldık, solculuğu falan unuttuk.
Altan’a döndüm “çok güzel değil mi?” diyeceğim, Altan başını ceketine eğmiş, çenesi göğsünün soluna gömülü bir şeyler yapıyor. Kaş göz ettim, kulağıma “konyağı cepten içiyorum” dedi. O zamanlar gazozlar tenekede satılmıyor, en düzgün salonlarda veya pastanelerde gazoz pipet ile veriliyordu. Kibar insanlar pipetten gazoz içiyordu. Sonradan öğreniyorum ki; Altan’da kanyak alırken, bakkaldan iki de pipet almış, birini de bana verdi, ben de cebindeki kanyak şişesine pipeti salladım. Birer yudum, birer yudum, aşıkları izlemeye devam ettik. Çok keyifli ve unutulmaz bir gece geçirdik.
Gece Konya-Ankara otobüsü en son 17:00’de var. Konya-Ankara 4,5 saat sürüyor, Kula’yı geçince “makas” denilen bir yer var, (Adana-Ankara yoluna bağlanan yer) orada yemekli mola veriliyor. Ankara garajından da station dolmuşlar veya garaj dışındaki belediye otobüs veya troleybüsler ile 23:00’e kadar, servislerden yararlanarak evlere ulaşabiliyordu. Ankara’ya dönüş otobüsü olmayınca otelde kalacaktık. Otele döndük, uyumaya çalıştık, ancak her an kapı tekmelenecek diye nerede ise sahura kadar uyuyamadık. Kapı tekmelenince, ben hemen kalktım artık korku yok ya, salçalı köfte , pilav istedim. Altan’da seçime hazırdı, patlıcanlı bir yemek aldı. Yine para almadılar, “yemekler dayıdan” diye düşünerek, uyuduk.
Sabah gecikerek uyandık, otel ve yemekler beleş oldu diyerek resepsiyona yanaştık. Adam avuç içi kadar iki kağıdı önümüze attı. Yemekler bir fişin üzerine Cuma 2,70 tl ve cumartesi 3,15 TL olarak yazılmış ve resepsiyon bırakılmıştı. İkimizin yemekleri yaklaşık 6 TL olmuştu. Ucuz bir yemek gibi gözükse de bize hafifçe pahalı gelmişti. O zamanlar (1971) Mülkiye’nin karşısındaki lokanta da (ÇITLIK) kuru fasulye, pilav, turşu 2,25 TL, aşçı yemeği (çeşitli yemeklerden birer kaşık konulan) ise 2,75 TL idi. Herhalde gece otele servis yapıldı denilerek 50-60 kuruş fark koymuşlardı. Kadir dayı otel konaklamasından para almayın demişti. Kanyak ve birkaç yemek parasıyla geziyi tamamladık.
Böylece “Aşıklar Bayramı” ve ilk özgürlük gösterisi, Ankara dışına kendi başına çıkış, küçük harcamalarla sonuçlanmış gibi gözükse de; Mülkiye ve ODTÜ şebekelerinin gururunu nasıl bir anda korkuya dönüştüğü, Ramazan’ı bilmez iken, nasıl Ramazan’ı tüm koşullarıyla yaşadığımızı, oruç tutanlara nispet nasıl gizlice kanyak içerek tepki gösterdiğimizi anlatan bir gezi olarak Konya aklımızda kaldı.
Nadir Elibol
Ankara, 09/12/2020