Önce Ümitle tanışalım;
Ümit; kolayca tanımında insanın beklentisi ve umduğudur. Beklentisi ve umduğu denilince, devreye hemen zaman giriyor; yani yaşadığı andan sonraki zaman, daha doğrusu, yarın! Demek ki umut yarın olacak. Peki! Dünden ve düne dair ümit olabilir mi? Ümit dün de olabilir mi? İnsan aklına böyle şeyler gelmez ama, olanlar için ümit olamayacağı kesin! Geriye dönüş yok! Yalnızca olacaklar için ümit var, yani, yalnızca bilinmeyen için umut ve beklenti var. O halde; ümit, bilinmezi bilinmezde istemektir.
Şimdi! Bu ümidi kim, yarın için yapar? Kimden, nasıl talep edilir? Bu ümidi kim karşılar? Kim yapar? Kim gerçekleştirir? Nasıl gerçekleşir? Bunları düşünelim:
İlk yol en basit ve kolay yoldur. İmanı olanlar Tanrı’sından ümitlerini talep ederler. İmanı olanlar Ulu Yaratanı algıladıkları şekilde, zihinlerinde kolayca canlandırıp kavrayabildiğinden, onun yarını da önceden düzenlediğine veya düzenleyeceğine inanırlar. Ümitlerinin, onun iki dudağı arasında “ol” demesine kaldığını düşünürler.
Devamını okuyun...İkinci yol biraz zor yoldur. İnsan, ümidi bu kez kendisinde arar, yapabilirliğine veya olasılık hesabıyla olabileceğine inandığı ve olması gerektiğini düşündüğü için ümit eder. “Yaparım” “olacak” diye hayallenir.
Ümit için, bir başka yol rastlantısal ve olasılıkla pek çok etmenle kendiliğinden, onun katkısı olmadan, sırası geldiğinde ve denk düştüğünde olabileceğini sananların düşüncesidir.
Hangi yol olursa olsun, insan aklını kullanmazsa, bazı engeller ümidin karşısına çıkar veya çıkacaktır.
İnsanın imanı, ümidinin gerçekleşmesinde onu kurtarmaya yeteceğini sanırsa, farkında olmadan Ulu Yaratana teslim olup, yarınını ona havale eder ve ümit girdabına kapılıp gider.
Eğer “Ben yapacağım” veya “yapabilirim” diyecek olursa da, hayal alemine dalar, ümitte onu alıp daha uzaklara atar.
Burada, her durumda başka bir ümit onu yine şekillendirecek; çoğu kez belki onu kendinden uzaklaştıracak veya uzaklarda kalınca eski ümitleri ile bağlarını kesecek, ümitleri sönecektir. Aslında farkında olmadan ümitleri yüzünden insanın kendi yok olup gidecektir.
Şimdi bu farklı yolların karışımını düşünelim; kısmen imanımız olsun, ümidimizi Yaratana havale edelim, kısmen de işi, yaratana tam bırakmadan, biz yapıyor veya yapacak gibi olalım, kısmen de rastlantısal olaylar gelişiyor olsun; Burada en büyük birleştirici unsur yine bizim aklımız ve zekamız olacaktır. Akıl ve hikmet, bize ümidi ve imanı birlikte kullanmayı önerecektir. Burada da önümüze yine engeller çıkabilecektir. Aklımızı devreden çıkarmak, onu şaşırtmak için bu kez, bizden fayda sağlayan birileri, yönetenler, ruhbanlar ortalığa düşecek, onların kullandığı cahillik, taassup ve boş inançlar yolun üzerinde dizilen taşlar olabilecektir. Kendimizin bencilliği, ihtirası, tutkuları, kıskançlığı da yolumuzun üzerine dizilmiş diğer çukurlar, engeller gibi duracaktır. Dolayısıyla insan, bu karışımı da doğru kullanamaz olacaktır.
İnsanın aydınlanma yolunda ki bu gayretli yürüyüşünde, önündeki engeller, arkada bıraktığı derin karanlıktan insanlığın çıkışını da o nispette geciktirecektir. Toplumun yanlış değerleri ve bireyin doğru olmayan davranışları nedeniyle ümit ışığına doğru yürüyüşte, ilerledikçe çoğu kez, yaklaşacak yere ümit ondan uzaklaşacaktır.. Ne Evrenin Ulu Mimarı, ne de insan, ümidin gerçekleşmesini sağlayamayacak, zavallı ümit karanlıkta kaybolup gidecek, hakikat te onunla birlikte karanlığa gömülecektir. Karanlıkta insan, yüce yaratanını değil yüreğinde, kafasında bile tutamayacak hale gelecektir.
İster imanı ile, ister kendi aklı ile, isterse hem imanlı, hem de gizliden aklı ile ümidin peşine düşsün; hepsinde ümidi düzenleyen, yakınlaştıran veya uzaklaştıran yine insan aklı olacaktır. Ümit, insan aklının kurgusudur. İnsanın ön tasarımıdır. Bilinmez yarın olduğu sürece aklı, insana hep bu ümidi aratacaktır.
………..&…….
Şimdi ümidin kardeşlerini tanıyalım;
Akıllı insan, her şeyi aklında ve kendi etrafında öyle düzenlemiştir ki, herkes ve her şey onun etrafında mesafelenmiş, ilişkilendirilmiştir. Bu nispette her şey onun için önem kazanmıştır. İnsan, etrafını, diğer varlıkları, var olanları tanıdığı nisbette kendini, kendini tanıdıkça da diğerlerini ve etrafını tanıyabilmiştir. O anlık bakışı, gerektiğinde onu yarın için umutlandırmış ya da yeniden, yeni düzenlere, yeni çözümlere, yarına onu yönlendirebilmiştir. Umut ona yarın için hep gerekli olmuştur.
İmanlı insan için ise, “yitirilmiş cenneti” aramakla bulamayacağını bildiği halde, yine “umut”la davranışlar düzenlenmiş. Akıl imanda çok gerekli olmasa da “belki” şüphesi veya “olabilirlik” ihtimali, o anda umutlu veya umutsuz olsa dahi, yanındaki umudu güçlendirmiş veya canlı tutmuştur.
İster akıllı, ister imanlı, ister imanlı az akıllı olsun; İşler hep umut için karışıktır. İşin içinde bu akıl olduğu sürece her şey yine karışacaktır.
O akıl var ya! Onun ne zaman, nerede, neden o işi yaptığını anlamak mümkün değildir. Akıl, insanın erkeğini de, dişisini de birbirinin peşine düşürmekte; eşi yanında iken, başka birine koşturabilmekte; tok iken bile ağzını sevdiği yiyeceklerle doldurabilmekte; neden, niçin yaptığının sebebini bildirmeksizin, davranış farklılığı yaratabilmektedir. Anlayacağınız, insan kendini gizliden daima diğer hayvanlardan biri gibi görebilmektedir. Zaten öyledir. Akıl, gerek görüldüğünde, zevk ve eğlencenin keyfi, kişisel çıkar ve sahip olma arzusu, faydacılığı, en kıymetli idealler haline getirebilmekte, yeri geldiğinde imanını (ileride belki ihtiyaç olabileceğinden) yine ümidin yanında, hızla ellerinin arasına alıp, arkasına saklayabilmektedir.
Tutarsız gibi gözükse de, yaptıkları ona mutluluk verdiği sürece, insan bunları yapmaktan imanına rağmen kaçınmamakta, “belki gerekir” korkusuyla imanını yine yakasında emanet tutarak, istediği gibi ümidini tasarlamaktadır.
Kim bunu düzenliyor? İmanın gerektiğine veya ümit için, zamanı geldiğinde onların kullanılacağına kim karar veriyor? Hiç düşündünüz mü? Yine aklı, insanın kurnaz aklı değil mi? Zekası, akla yardım ediyor ve duygularını, bilincini ve iradesini dilediği yönde şekillendiriyor. Zavallı iman, akıl önünde ne yapsın? Akıl ona “dur” deyince, duruyor. “Eğil” deyince eğiliyor. Ama, akıl öyle göründüğü gibi kolayca ümide şekil veremiyor, kendi başına ümit edemiyor. Ümit, iman kadar aklın önünde güçsüz değil. Akıl ile iman kardeş olabiliyorlar, ama ümit öyle değil, üvey kardeş gibi, akıl ve/veya iman onunla başa çıkamıyorlar. O, akla bağırıp çağırıyor, akıl “olmaz!” dese bile, “ya olursa” diyor. Akıl, “ya olursa”dan bir sonuç çıkmayacağını biliyor, ama ümit yavaşça kulağına eğilip “belki olabilir” diye seslenince, hemen bir adım geri atıyor. İman da öyle yapıyor, ümidi heyecanlandırmak için anlatıyor anlatıyor, ama ümit onu dinlemiyor bile, anlayamadığı için dinliyormuş gibi başını sallıyor.
Demek ki, Ümit her şeyin patronu!
………&………
Pek, öyle de değil! Doğanın kuralları ve koşullarından, özel ve öznel çıkarımlar yapabilen yine insan aklı. Hemen, “Ümit, akla bile şekil veriyor” demek ne kadar zorsa, “akıl, ümidi canlandırır” demekte o kadar güç. Kimin üstün olduğunu söylemek öyle pek kolay değil. İnsanın neden ümit ettiğini kimse bilemez, anlayamaz.
İnsanın aklı, iman ve ümidi ile hep gizli bir çarpışma içinde, onlar çarpışırken bile, nedeni anlaşılmaz şekilde hep sarmaş dolaştırlar.
Hem, kendi kendine düşünecek, yararlarını, çıkarlarını savunabileceksin, hem yeri geldiğinde doğaya teslim olacaksın veya onunla başa çıkacaksın, ümitlerin bitti dediğinde veya çok zorda kalındığında da, hemen yüce yaratana sığınacaksın, hareket ve davranışlarına yapay bir şekil vereceksin, dik duruşu bırakacaksın, eğilip büküleceksin, duygularını, isteklerini bastırıp, maskeni takıp “iyi” ve “efendi” gözükeceksin. Hürriyetini sınırlayıp gizli ve ütülü tebessümle etrafta dolaşacaksın.
Tüm kurnazlığına, hainliğine ve bencilliğine rağmen, merhametli, sevecen, şefkatli gözükecek, kurnaz aklınla, sahte imanınla bu eğilip bükülmeyi şekillendirecek, niyaz ederek yüce yaratanı ve kendini kandıracaksın, bunu da ümidin için yapacaksın.
İnsan aklı bir nefesle, bir üfürme ile son verir isterse imana, ama ümit öyle mi? Akıllı insan hiç üfler mi bu muma? Aptal mı? Bu da biterse ne yapacak? Hadi! Aklıyla düşüncesini değiştirdi. Varlığına gerek kalmadığını mı düşünecek? Var olmasının sebebini bilmezken, yok olmasına mı neden olacak? Asla ümitsizlik yoktur insan için. Diğer varlıklarda olmadığını sandığımız duygu, bilinç ve istenç, İnsan da olduğu sürece, aklını bıraksa bile, ümidini hiçbir zaman bitirmez ve onu bırakmaz.
İnsanın bu karışık işlerini kim yapabilir? Tanrı mı? Hayır! Tabii ki, kurnaz insan değil mi?
Aklı, insanı düşünmeye yöneltir. Düşüncesiyle, kendini ve çevresini şekillendirir. Eğer biraz da yetenekle donanmışsa, kendini ve çevresini kolayca kandırabiliyorsa, bu yeteneği ölçüsünce her şeyi şekillendirip ve mükemmel gibi gösterebiliyorsa, yaşamı veya yaşamını istediği şekle sokabilir. Şekillendirir dediğime bakmayın! Yaşamı düzenlemek öyle kolay da değil. İnsanın “ben yapıyorum”, “ben yaptım”, “Tanrı’nın lütfu” veya “kaderim” dediği de bize doğanın armağanıdır. Kurnaz insan; istediği gibi olursa, ümidi gerçekleşirse “ben yaptım” der, olmazsa işi Tanrı’ya havale eder.
İnsan arzusunu, niyetini, tutkularını, iradesini, bilincini şekilden şekle sokabilir. Yeri geldiğinde kusursuz bir karakter olup çıkabilir. Sanki mükemmel ve yüksek bir ruh ve ahlaka dönüşebilir. Sanki karanlık dünyasının mazgal aralığından bakan o değil de, özgür kırlarda yaşamın lezzetini tarif eden akıllı, imanlı ve ümitli bir insan olup çıkabilir. Şaka yapıyorum; pek öyle kolay değil! Doğanın çocuğu, doğaya ancak anlık ters düşebilir, ama sonuçta doğaya ters olamaz. İnsan doğaya bağlıdır. Egemen olan insan değil, daima doğadır.
………..&………..
Doğayı tanıyor musunuz?
İnsanın ne aklı, ne imanı, ne ümidi özgürdür. Kendi başına, özgür kararlı bir varlık derler insan için değil mi? Nesi özgür? Nasıl özgür? “Kendinden başkasıyla bağı yoktur”, “o ayakları üstündedir” denilir değil mi? Oysa yalnızca öyle gözükür. Kendini dilerse kendisine, dilerse başkasına, inanırsa yüce yaratana bağlar. Bu bağlardan dilerse kurtulur, dilerse mücadeleye girer veya dilerse bu bağlarla düğüm olur. Kimi kez, ahlak adı altında sıkışır, din adı altında bastırılır, kimi kez de kalıbının içinde düğümüne kat kat düğüm atar.
Hem siz doğada hiç imanı olan inançlı bir hayvan gördünüz mü? Hayır değil mi? İşte bu nedenle insan için de şaşıracak bir şey yoktur. İman ediyor gözükse bile, o yine doğanın çocuğu, sevimli bir hayvandır. Hayvan kendi faydasını, çıkarını ve doğanın dengesini gözetir ve yaşamaya bakar. Hayvanın da aklı vardır, o da şefkatlidir, o da sadıktır, sevecendir, kurnazdır, ama onda olmayan, eksik olan, yalnızca insandaki iman ve ümittir. Demek ki; insan bunları sonradan kazanmıştır. Yani, doğasında olmadığı için birileri onun için uydurmuş olmalıdır. Bu nedenle yalnızca bu ikisi ile insan ve hayvan birbirinden ayrılmış, imanla ümit insanı hayvandan farklı kılmıştır. Ayrıca, yine bu ikisi onu şaşırtıp durmuştur. İnsanı adam yapan veya adamlıktan çıkaran da, yine bu kendi ürünü iman ve ümittir. Yani insanı, iman ve ümitten uzaklaştıran da, yaklaştıran da yine onun aklıdır. Onun kafasını karıştıran veya yolunu açan veya onu zavallı yapan yine onun aklı ile ümidi ve imanıdır. Hani! Kararlı ve özgür bir varlıktı? Hani! İnsanın kimseye bağı ve minneti yoktu?
Doğanın özgür çocuğu insan, aslında kendi aklının esiridir! Kendisinin esiridir, iman ve ümidinin kölesidir!
İstenirse, kendini sefil hale sokar, umut nedeniyle ebediyet ve sonsuzluk düşüncesiyle kendi başını döndürür, “başlangıç ve son” “yaratan ile yaratılan” ile imanını ve kendini şaşkına çevirir. Güzelim bembeyaz insan doğası, gökkuşağı gibi rengarenk olur.
Oysa, Doğa’da düzen, uyum, barış, sessizlik ve mutluluk; Ölüm ve öldürmelerle devam etmektedir. Ölenin yerini yenileri almakta, öldüren ölenden kurtulmakta, ölen yeni bir yaşama hayat vermekte, yaşam sürüp gitmektedir. İnsanın bu dengeyi bozabilmesi asla mümkün değildir. İnsanın duyguları (his) bilinci (şuur) veya ona özel istençleri (irade); hem bu düzenin farkında olmadan devam etmesini sağlar, hem de bu düzenden sapma olarak gözükse bile, bir süre sonra tali yoldan insanın mutlaka ana yola, doğaya kavuşmasına onu zorlar.
Hiçbir güç, doğanın ana yolundan insanı veya canlıyı çıkaramaz, ana yol doğanın döngüsüdür.
Doğaya uygun yaşam sürdürenler, yaşamı bir görev gibi algılayanlar, yaşamı yapılması zorunlu ve kaçınılmaz düşünenler, yarından hep umutlu olur, çünkü yalnızca doğa yarına sahiptir. Yarını olan tek şey doğadır. Doğada mutlaka yarın vardır.
Bu yarın, insanın ümidini kaybetmeden yoluna devam etmesini sağlayan tek şeydir. Ümit, yalnızca yarında olur.
“Ümitsiz insan olabilir mi?” Olamaz tabi ki! Ümit te insanın doğasındadır. Ümit ancak doğada yeşerir.Ümit, insanı zorla doğaya bağlar. İnsan, ne başka bir insana, ne yöneticiye, ne onun yasalarına, ne de Yaratana mahkumdur. Böyle özgür gözükmesine bakmayın! Herkesin, her şeyin ve hepsinin yaşamlarıyla mahkum olduğu tek güç, doğadır. İnsan da doğanın çocuğudur.
Doğaya rağmen yine aklı, imanı ve ümitleri isterse insanı doğadan bir süre koparabilir. İnsana; kendini, sanki doğaya ve herkese hükmeden gibi hissettirebilir. Oysa o yalnızca o an karar alabilmekte ve eylem gösterebilmektedir. Zavallı ne doğayı değiştirebilmekte, ne de bozabilmektedir. O bilmez ki, yalnızca doğanın dengesini geçici bozabilir, doğa, zamanla tekrar yerine dengesine oturur. Bilmez ki, değişen bir şey yoktur, o gün için denge değişmiş veya bozulmuş gözükebilir, ama yarın terazi tekrar yerine gelir. İşte kurnaz insan, o gün için yaptıklarına kanar ve umutla “ben yaptım” ve “ben yapacağım” sanır. Ümidinin peşinden gider.
İnsanda saklı hırs, ihtiras, şehvet, öfke, intikam, onu önce bozar, sonra tekrar dengeler. Çok iyi olan, çok kötü ile, çok kötü olan da çok iyi ile dengelenir, tıpkı doğa gibi her şey önce insan da, sonrada doğada yerini bulur. İnsan kanabilir ama, doğayı kimse aldatamaz!
Görünürde sıkıntı veren, üzen olaylar o an hoşuna gitmese dahi, bir zaman sonra, yaşanmış olmakla yarın için başka mesaj vermeye, geçmiş olayın ışığıyla yolu aydınlatmaya başlar. Ümit denilen parıltı gözüne yeniden başka bir şekilde görülür, o ümidin parıltısı insanın gönlüne heyecan ve canlılık verir. Ümidi doğa yaratır.
Fark eder ki, problem denilen bütün sorunlar, sıkıntılar kendisinden veya karşındaki kendisi gibilerden kaynaklanmaktadır. Düşünsenize, insan fırtınaya, kızgın güneş ışıklarına, ani çıkan dalgalara, devrilen kayalara kızabilir mi? Küfredebilir mi? Oturup onlarla ortak çözüm arayabilir mi? “Uzlaşalım, abi barışalım” diyerek doğaya yanaşabilir mi? İnsan ancak kendisiyle veya başka bir insanla oturur, konuşur.
O halde insanın kendisiyle başlayan sorunu yine kendisiyle çözülür ve biter. Ümidi canlandıran, karartan, söndüren, problemi çıkaran da insanın kendisidir, bu sorunu çözecek olan da ümidiyle yine kendisi olacaktır. Ümit, insanın kendisindedir.
Sorunu çözemeyen ve göremeyenlere bakarsak, “Tek Çözücü, problemi çıkarıcı olmalıdır” düşüncesinde olanlar, ümitleri bitmiş bu zavallı insanlar, kendisiyle sorunlarını çözemedikleri için, sorumlu bir yüce yaratanı veya başka bir sorun çıkaranı kafasında canlandırırlar. Her gelen sorunu Yüce Yaratan’dan bildiklerinden, sorunun çözümünü de onda ararlar, ondan beklerler ve umutsuzlukları yeniden onlar için başka bir umut olarak parlamaya başlar, yeni umut bu kez onların kurtarıcısı olur. Dolayısıyla, ümitleri veya ümitsizlikleri, onları bilmediğine itaate yöneltir. Doğanın bu müthiş dengesine rağmen; belki inananlar yaşarken bunu göremediğinden veya eksikliğinden dolayı yaşamından sonra da itaat edeceği bir yüce yaratana ihtiyaç duyarlar. “Ben böyle yaparsam, sen de yaşamdan sonra bana şöyle yapar mısın?” diye Yüce Yaratanla pazarlığa girebilirler veya pazarlıksız Yüce Yaratanın kendisine söylediği “Şöyle yaparsan dünyadaki karşılığı şöyle, böyle yaparsan da ahiretteki karşılığını böyle alırsın!” talimatına itaat edebilirler. Bunun sonucunda yapması gerekenin dışında, büyük bir ümitle yaşamlarını görev gibi tamamlamaya ve yalnızca istenileni yapmaya başlarlar. Kimi kez bundan mutluluk duyar, kimi kez de bunu yaptığı veya yapamadığından dolayı huzursuzluk duyarlar, rahatsız olurlar, ama her iki durumda da yine umutludurlar. Ümit, yine insandadır.
Gördünüz mü? Umut, her düşüncedeki imanlı-imansız, akıllı-akılsız veya düşünceli-düşüncesiz insan için bile çok gerekli ve zorunludur.
Umudu yanlış veya doğru, yeterli veya yetersiz, zorunlu ve gereksiz kılan yine insandır. İnsan aklıdır. İster kendisiyle, ister yaratanıyla olsun, onun ihtiyacı umududur.
Ve ümit insanda!
Diyelim ki; Eğitim ve teknoloji ile insanın aklı, imanı veya ümitleri bir şekilde şekillenebiliyor, öne çıkabiliyor. Böyle düşünelim! Eğitimle insanın iyi ve güzel tarafı ağır bassın istenir, ama bir gün insanın terazisi yine kaçar ve mutlaka en iyi, en güzel ve en mükemmel denilenler, en kötü, en yanlışa dönüşüverir, çünkü eğitim, insanı düzelteyim derken; insanın doğal dengesini de bozabilir. Ne akıl, ne iman, ne ümiti, doğa terazisinin ibresini tutamaz, ayarlayamaz. Doğa bizim dışımızdadır.
Eğitim, onun geliştirdiği bilim ve onun yarattığı teknoloji de, düzelteceği yere insanın doğasını daha da hızlı bozabilir. Teknoloji, onun dünkü değerlerini, ihtiyaçlarını ve isteklerini önüne katıp, çöplüğe dökerken; Zavallı insan; aklını, imanını ve ümidini de kullanılamaz hale gelir. Teknoloji onun aklını, imanını ve ümitlerini şekillendirir denilirken, bakarsınız ümitleri değiştirmiş ve hatta yok olmuş olabilir. Kimse teknolojiye “Dur yapma!” diyemeyince, teknoloji; her şeyi ve insanı sel suyu gibi önüne katıp, götürebilir. İnsan artık tuşlara basıp sevgisini yazar, görüntüyü ekrana getirir ve sesini diğerine duyurur, ama artık teknoloji ile heyecanı yok olmuştur. Zavallı küfür edemez, bağıramaz, titreyen sesini duyuramaz, göz yaşlarını gösteremez, “lanet olsun” diyemez olmuştur. Aklı, imanı ve ümitleri kabloların arasına sıkışıp kalmıştır.
Günümüzde bu yüzden yalnız ve yalnızca bir beden kalmıştır, artık insan. İnsan sevgilisi ile sevişemez, yalnızca cinsel ilişkide bulunur olmuştur. Diğerleri kendisi gibi düşünmeyince ve yaşamayınca hoşgörü gösteremez, kavga eder olmuştur. “Öldür” veya “savaş” dediklerinde ölür veya öldürür olmuştur. Ne aklı, ne inancı, ne imanı, ne ümitleri kalmıştır günümüzde.
Yalnızca itaat etmesi için eğitilmiş, aç kalmayacak kadar doyurulmuş, ölmeyecek kadar giydirilip, barındırılmış insan, ne daha iyisini, ne daha doğrusunu, ne de daha güzelini arar ve ister olmuştur. Verilen ile yetinsin diye yüce yaratan’ın verdiği “kısmet” adıyla susturulmuştur. Halktan ve diğerlerinden kopuk, yalnız bireyler olmuştur, artık umutsuzdur insan. Kavga çıkarmasın diye, ortak ve ılımlı düşünceler kafasına monte edilmiş, çoğunluk sussun diye tüm akıllı sesler kesilmiştir. Artık cahil ve fakirdir. Düşünmeyecek kadar öğretilmiştir ve eğitimsizdir insan.
Şimdi ne yapsın bu zavallı insan? İmanını mı düşünsün, aklını mı kullansın, umutlarını mı kurgulasın?
Aklı özgür olmayanın, imanı, umutları doğru olabilir mi? Yarınları, beklentileri umut dolu olabilir mi? Hayır! Değil mi?
Umutsuz ve imansızlara ne gereklidir? İnanma, kandırılma, boş ve batıl inançlar değil mi? İşte! Biz tutsak insanların; geçmişleri artık büyük ve harap bir mezarlıktır. Gelecekleri de belirsiz karanlık, sanki dipsiz bir kuyudur.
Bugün korkmaktan başka ne gelir ellerinden? “Kayıp cennet” veya “bilinmez cehennem” peşindedirler korku ile. Korku; ne akıl, ne iman, ne ümit bırakmıştır ortada.
Bizler, boş sokaklarda özgür gibi dolaşan, sersemlemiş insanlar, gösterilen köşeye kadar yürümekte, şaşırmış inançlarımızla aynı kaldırımda dolaşıp durmaktayız.
Ama Nazım Hikmet yine bize seslenmektedir:
“…Ve güneş doğarken, hiç umut yok mu?
Umut, umut! Umut!
Umut insanda…”
İnsanlığın korkuyla söndürülmüş, bu akıl ışığını ve inancını yeniden yakabilmek için, ümit ışığıyla sizlere geldim. Sizlere sesleniyorum kardeşlerim : Korkmayın, Ümit edin!
Nadir ELİBOL
Ankara-06.12.2009