Keltler ve Tapınak Şövalyeleri – 1


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More
BÖLÜM I  KELTLER

Britanya’da Hıristiyanlıktan önce var olan Kelt kavmi, Romalılar ile zorla ve eziyetle Hıristiyanlığa dönerken; atalarının göreneklerini, alışkanlıklar hep yanlarında taşımış ve uzlaşarak, yeni Hıristiyanlık prensiplerini oluşturmuşlardı. Günümüz İngiliz kilisesi de buradan doğmuş, Ortodoks radikal Hıristiyanlardan farklı olarak, onların Hıristiyanlık öncesi Avrupa’da var olan inanç ve ibadetlerini yeni dinlerine adapte etmişlerdi. Bu adaptasyon sırasında da Tapınak Şövalyeleri’nin ve Yahudi-Hıristiyanların büyük katkısı olmuştur.

Hıristiyan Roma’nın sapkınlık olarak gördüğü, Nasrani’ler, Yahudi-Hıristiyanlar gibi pagan olarak adlandırdığı ve bugün Hıristiyan alemince de öyle anılan, eski Avrupa kavimlerin inançları da  sanıldığı gibi kökensiz değildi. Onların da kendilerine göre anlamlı, doğru ve ileri kurumsal olmayan dinleri ile inançları vardı. Bu halkın adı da, Keltler’dir. Dinleri de Druid rahiplerinin sözlü geleneklerle öğrettiği dinleri idi.

Yerli halk için çok kutsal bir yeri olan Neolitik çağdan kalma menhirler (stonehedge) yeni gelen işgalci Hıristiyanlar için bir anlam ifade etmiyordu. Ancak, yüksek ölçülerde teknik astronomiye bağlı bu taşların işlenişi ve dizilişi, basit tarıma dayalı Britanların, yani yerli halkın yapacağı bir iş de değil idi. Günümüzde 2004’ün son günlerinde Hint Okyanusu’nda oluşan Thusunami gibi bir doğal afetle “tek bir talihsiz gündüz ve gece içinde” yok olan kayıp bir medeniyetin efsanevi rahipleri, Druidler ile kökenleri bilinmeyen  gizemli ve yetenekli bir kardeşlik düzeninin mirasçısı oldukları, yerli halkın arasında rivayet ediliyordu.

Druidler’in çok güçlü sihirlere sahip oldukları halk arasında rivayet ediliyordu. Hatta, “şimşekler çaktırdıkları”, “aynı anda birkaç yerde birden göründükleri”, “düşmanlarını hemen tanıdıkları, nerede olsalar onları gördükleri”, “çok uzaktaki insanları hasta ettikleri veya öldürdükleri” söyleniyordu.

Keltler, Hıristiyan Avrupa’dan önce ortak kültürlerle bir araya gelmiş çok kavimli bir halk topluluğu idi. Kökenleri için muhtelif rivayetler olmasına rağmen, M.Ö. 2000’de rahipleri Druidler, halkı mükemmel şekillendiren etkin bir yönetim kurmuşlardı. Yazıya geçirilmesinin yasaklandığı kutsal bilgiler, rahiplerce yıllar içinde taşınıyordu. Sözlü gelenek esastı, kutsal bilgiler asla yazıya dökülemezdi. Tıpkı Kabala gibi.

“Ruhun ölümsüz olduğunu atalarından duymuşlardı. Ölülerini ötedeki yaşamlarında gerekli şeylerle birlikte gömerlerdi. Yıldızlar ve yıldızların hareketleri ile evrenin ve Dünyamızın sınırlarına ilişkin astronomik bir çok şeyi tartışırlardı, rahipler meskenlerini uzak ve derin ormanlarda kurarlardı. Druid’ler çok iyi okul ve kütüphanelere sahipler idi. Tara, Oxford, Anglesey, İona Enstitüleri zamanın en seçkinleri idi. Asil aile ve yüksek sınıfların, gelecek vadeden gençleri buralarda eğitilir, kendi kurumlarında eğitim almamış hiç kimsenin devlet adına çalışmasına izin verilmezdi” diyor Roma kayıtları.

Hiç böyle bir din ve düşünce yapısı, yazılı kutsal kitapları olmadığı için Hıristiyanlıktan önce olması nedeniyle; Pagan sayılabilir mi idi?

Kelt rahipleri Druidler, okullarında ve eğitimlerinde, her çırağın ilerlemesi gereken basamakları belirlemişlerdi. Ozanlar da, enstitülerinde danışman ve öte dünya rehberi olarak çalışırdı.

Birinci derece KAHİN derecesi idi, orijinal adı “OVYDD” idi. Bu öğrenciler yeşil cüppe giyerlerdi. Yeşil onlarca yenilik ve büyümenin rengi idi. Tıp, hukuk, astronomi, şiir, müzik çalışırlardı. Yani,  temel bilgileri alırlardı.

Kahin; hayvan ve kuş yaşamına dair sırları, doğa olaylarını, bulutları, iklimi, yıldızları ve hareketlerini, halkının tarihini, efsanelerini öğrenmek ve doğa ile birleşmek zorunda idi.

Kahin, Druid olabilmek için yolunda ilerlemek istiyorsa üç şeye çok dikkat edecekti; Her zaman bilmek ve öğrenmek için çalışacak, her şeyi göze alabilecek ve her olayda sessiz kalabilecekti. Biliyordu ki; böyle davranmazsa asla Druid yani usta olamayacaktı ve biliyordu ki; bir cinayet işler ve savaşa katılırsa, doğru olmayan bir şey söylerse ve sakladığı sırları açığa çıkarır ve yayarsa; kahinlikten çıkarılacaktı.

İkinci derece OZAN derecesi idi, orijinal adı “BEIRDD” idi. Bu öğrenciler mavi cüppe giyerlerdi. Mavi; göğün uyum ve gerçeğin rengi idi. Müzikal çalışmalar yaparlar, güzel sanatların hepsi ile ilgilenirler, müzik aleti çalarlar, şiir, şarkı söyler ve tarih öğrenirlerdi. Görevleri ülkeyi gezmek, öğretilerini yaymak, bilgi toplamaktı.

Bir ozan, üstadlık arayışında çok çalışmalıydı. Nefse hakimiyeti, dünyaya hakimiyeti ve bilinmeyene hakimiyeti elde etti ise; bir rehber ozon artık  öğrencisi ile çalışır, çırağına nefse hakimiyeti öğretilebilirdi. Ancak kutsal şeylerin yazıya dökülmesine asla izin vermezdi.

Bir ozan, ya kendisini olduğunu düşündüğü gibi olmalı, ya başkalarının onun olduğunu düşündüğü gibi olmalı, ya da gerçekten olduğu gibi olmalı idi.

Peki! Kahin’in, Ozan’ın saklayacağı sırları ne idi, ne olmalıydı? Halkın bilmesi halinde zarar verici sonuçlar yaratacak gerçekler,  iyi bir insanın ve dostun utanç duyacağı şeyler ve druid ustaların verdiği sırlar idi. Bunlar için gizlilik yemini ederler ve asla yeminlerini bozmazlardı ve bilirlerdi ki; “sessizlikte büyük güç vardır”.

Nasıl oluyordu? Hem, “doğru olmayan bir şeyi söylerse” çıraklıktan çıkarılıyor; hem de, “gerçeği söylerse” sırları söylemiş oluyor ve yeminini bozuyordu. Evet! Druid, daima bilgeliği seven ve gerçeği her zaman yanında hisseden bir ruh ile; diğer insanların kabullenebilmesi için gerçeği saklama zorunda idi. Susmalı ve sessiz kalmalı, gizemli olmalıydı. Çünkü “yalan, olağan insanlara gereklidir ve gerçek, onu bütün parlaklığıyla düşünebilecek kadar güçlü olmayanlar için öldürücüdür” diye düşünüyorlardı. İnsanların her zaman anlamadıkları ve bilmedikleri şeylerden korktuğunu da biliyorlardı. Öğrenciye sadece yanıtları kendi başına keşfetmeye yetecek kadar bilgi ve araç verilirdi.

Hem çırak, hem de ozan için öncelikle kontrol edilecek ve hakim olunacak üç şey var idi. “ELİ”, “DİLİ” ve “HIRSI”. Onlar; olanaksız şeylerin olmasını beklemez, geri getirilemeyecek şeylere üzülmez, elde olmayan, engellenemez şeylerden de korkmazlardı.

Üçüncü derece ise DRUID derecesi idi. Orijinal adına “DERWYDDON”denilirdi. Bunlar usta olmuş, kimi kez medyum, kimi kez bakan, hakim veya avukat idiler. En saygın mevki bu DRUİD mevki idi. Bunlar beyaz cüppe giyerlerdi. Druidler her yedi günde bir gün, güneş günü halka seslenirler. Mısır’da, İnka ve Aztekler’de olduğu gibi Güneş’e karşı dururlardı. İşte Hıristiyan Avrupa’nın SUNDAY’i bu gündür. Evlenmemek  üzere katı yeminleri olan Druidler, bugünkü Katolik rahiplerin benzemeye çalıştıkları ataları idi.  Aziz Bernard’ın, Tapınak Şövalyelerine beyaz elbise giydirmesi ve bellerine ipten örülmüş bir kemer bağlaması da bu gelenekten dolayı idi.

Çırağın hazır olduğuna karar verildiğinde “üç üstadlık arayışı”na sokulurdu. “Geçmiş-Bugün-Gelecek” motifi, “Kök-Kalıp-Kader” adı altında işlenirdi. Her bir arayış tamamlandıkça, çırak bir sonraki çalışma seviyesine giden yolu gösteren bir inisiyasyona tabi tutulurdu. İnisiye, semboller ve küreler arasında astrolojik ve mistik ilişkileri öğrenmek için aylar, hatta yıllar harcardı.

Derin düşünme, kavramları anlamaya çalışma, onların temel aracıydı. Onlardan, düzen, ilişki, bütünlük ve birleşmenin derin kalıplarını kavraması istenirdi. Törenle yeni bir bilinç düzeyine girmesi beklenirdi. Karışık ve saçma bir düzensizlik gibi görünen törenler, gelenekler içinde saklanmış ve bireysel  deneyim ve anlayışla hayata geçirilebilecek bir gerçeklik kavramının bulunmasına yönelikti.

Doğulu ezoterik düşünürlerin aradığı “mükemmel denge” yerine; Druid’ler çıraklarına  aydınlanmalarını kolaylaştırmak için insan ruhunun zıtlığa, gelişmesi için de yaşamdaki dengesizliğe gereksinim olduğunu anlatırlardı. Çünkü mükemmellik bulunduğundan, sonrasında mükemmellikten gerileme olur idi. Kusursuz dengenin kusursuz durgunluğu yaratacağını bildiklerinden, çırağın yaşamında dengesizlikler yaratılarak, bununla baş etmesi için cesaretlenmesine yardımcı olunurdu.

Druidlerce bütün olaylar ister fiziksel, ister mistik olsun, eril ve dişil olarak açıkca görülüp, anlaşılabilirdi.

Druidlere göre; hem görünür, hem de görünmez dünyayı belirli yasalar yönetirdi. Fiziksel dünyada zıt güçler, ruhsal dünyada benzer güçler birbirini çekerdi. Beyaz, görülebilen her şeyi temsil ederken; siyah; öte dünyanın derin sırlarını ve gerçeklerini birleşmeyi remzederdi.

Bir de bölgenin Baş Druid’i vardı ki; Baş Druid mutlak hakimdi, engin ve sorgulanamaz nüfuzları vardır, verdiği kararlar tartışılmaz, itaat edilmesi esas idi.

Hakikatı aramak; onu gerçekten bulma umuduyla değil, arama gayretinde olma, bunu bir oyun haline getirme, yaşam şekli yapma için idi. Gerçeğin evrensel olamayacağını bilerek, bunun insan vicdanı geliştikçe, kültürden kültüre, bireyden bireye değişeceğine inanmışlardı. Yaşamı doğa ile dolu dolu yaşamak, en etkin arayış sayılmıştı. Gerçek, sadece her zaman yeni ve fantastik şeylere açlık duyan arayıcılar tarafından bulunabilirdi. Gerçek, herkes için aynı olsaydı, hem harika, hem de anlamsız olurdu. Ruhsal ahlakı da ne beyaz, ne de siyah diye ayırırlardı. Mutlaklığın olmadığını bilerek, gri’ye de çok değer verirlerdi.

Druidler;

  • Gözleriyle değil, ruhuyla görmeyi öğrenmişlerdi.
  • Bazı düşüncelerin, pek çok kişi için zamanla anlam bulabileceği biliyorlardı.
  • Doğaya benzemeyi, gerektiğinde hırçın dalgalar, gerektiğinde dingin deniz olmayı biliyorlardı.
  • Kendilerini, yontulmamış dolmen gibi görerek, yontmaya ve menhir gibi ayağa kaldırmaya çabalıyorlardı.
  • Gerçeğe duyulan saygının, ruhumuzun niteliğini ölçmeye yaradığını düşünüyorlardı.
  • Yaradılışta kendi içinde kötü olan hiçbir şeyin olmadığını, her şeyin doğanın dengesi içinde bir yeri olduğunu biliyorlardı, onlara göre karanlık en az aydınlık kadar iyi idi ve gündüzsüz gece hayal edilemezdi, baharsız kış, aysız güneş olamazdı, gerçek denge zıtlıkların varlığıyla sağlanırdı.
  • Beltane gününde (1 Mayıs) ışık çocuğu olurlardı. Karanlıktan, bilmediklerinden korkmazlardı. Korkunun kontrol edilmesi gerektiği bilirlerdi.
  • Toprak anaları; mezar gibi, ölümü kucaklar ve rahim gibi yeniden doğumu sağlardı.
  • Zihinlerinde, hayret ve korku olmaksızın; inanma ile inanmama, isteklilik ile isteksizlik arasında gidip gelebilirlerdi.
  • Kimseye bağımlı olmadan, yalnızca kendi vicdanlarının sesine hesap verirlerdi.
  • Bir nehri itemeyeceklerini bildiklerinde, tek ihtiyaçlarının sabır olduğunu bilirlerdi. Sabrı geliştirilmeye değer bir erdem olarak düşünürlerdi.
  • Druidler asa ile aktif zekayı sembolize eder, asa üzerindeki birbirine sarılmış iki yılan motifi ile iyilik ve kötülüğü birlikte remzederlerdi.
  • Druidlerin orakları tüm insanlığın yaratıcı ilham ve iradesini belirlerdi.
  • Kum taşından halka ise güçlerin bir sembolü idi ve başlangıç ile sonu ifade ederdi.
  • Gerçeği keşif yolculuğunun, yeni yerler aramakla değil, yeni gözlere sahip olmakla olduğunu düşünürlerdi.
  • Dünya onlara büyük oyun parkı idi.
  • Onlar aydınlık güneşin ışıklarından dolayı doğu’ya saygı gösterirken, eski “tek bir talihsiz gündüz ve gece içinde” yok olan batık medeniyetlerini hatırlayarak, karanlık batı’nın sularına  hüzünle bakarlardı, daima Doğu’ya dönerlerdi.
  • Onlar bir ayinin başlangıcında ve sonunda “böyle olsun” derlerdi.
  • Onlar gördüklerine kendi tarzında güzel diyorlardı, gördüklerine ne iyi, ne de kötü diyorlardı, yalnızca onları birbirinden değişik buluyorlardı.
  • Önlerine çıkan engellere de, yeni ve fevkalade bir olaya geçiş için sebep olarak bakıyorlardı.
  • Sevgileri derinde olanlar ve inançları güçlü olanların gerçeği görebildiğine inanırlardı.
  • İnsanın herhangi bir yaşam sürecinde yaptığının ona iyi veya kötü olsun, mutlaka geri döneceğine inanırlar ve daima iyilik yapmak isterlerdi.
  • Kendi vicdanını dinlerler, zira vicdanın içlerinde “Tanrı’nın gözü” olduğuna inanırlardı. “Vicdan, Tanrı’nın insan zihnindeki görüntüsüdür” derlerdi.
  • Onlara göre fiziksel oluşumların hiçbir önemi yoktu, önemli olan onlara insanların verdiği tepki idi.
  • Yaşamın her gününü alışılmadık bir örnek haline getirmeye çalışırlardı.
  • Yaşayan insanı hakimiyet altında tutan intikam ve kıskançlığın yenilmesi için, çabalamanın en büyük uğraş olduğunu bilirlerdi.
  • Onlar ayinlerinde yüce güçlere ihtiyaç duyduklarında iki ellerini başının üstüne kaldırır, soluk alır, ellerini yavaşça yanlardan aşağıya indirirken, yücelerin yücesine üç kez seslenirlerdi.
  • Ölümün; yaşayanlara sunulan bir ders olduğunu bilir, mezarın başındaki yumuşak toprağa yeşil bir ökse otu dalı sokarlar, yeniden yaşamı başlatırlardı.
  • Kutsal bilgiyi insanların tehlikeli kelimelerine emanet etmeden, yaratıcının bozulmamış bir yankısı olan müzik ile onu saklamayı ve layık olanlara aktarmayı doğru bulurlardı. Bunu da insan tasarımı enstrümanlarla değil, değişmemiş şekilde insan ruhundan gelen “insan sesi” ile yapmayı tercih ederlerdi.
  • Gerçeği talep edebilmek için; insanın doğru olmasını istediği şeye göre değil, doğru bildiği şeye göre davranması gerektiğine inanırlardı.
  • Özgürlüğün sadece sınırlamadan doğduğunu, öz seziler ve iç bilgiler sınırlanmadığı takdirde insanın özgür kalacağını bilirlerdi.
  • Farklı dinlerin içinden “insan yapımı tuzaklar” çıkarıldığında birinin dininin, diğerlerinden pek farkı olmadığını çok iyi bilirlerdi. İnsanların veya kültürlerin kendi aralarındaki farklarının ortadan kalkmadığı, benzerliklerinin bulunup, birleştirilmediği sürece, bu farklı dinlerin sürüp gideceğini bilirlerdi.
  • İnsan zihninin, sonsuz çeşitlilik içinde, yarattığı hayali dünyasında, bilmedikleri çeşitli Tanrıları da yarattıklarına inanırlar, insanın içinde bulunduğu ruhsal evrim aşamasına göre de, kendine en uygun inançları ve vicdanları seçtiğini bilirlerdi.
  • Kimin doğrusuna, kimin yanlış dediğini tebessümle karşılarlardı.
  • İnsanın Tek’in yani Tanrı’nın varlığını kendinde hissetmesini amaç edinirlerdi.
  • Kimsenin gerçeği, herkesi kapsayacak şekilde genişletilemezdi.
  • Tanrı adına gerçeğe sadece kendilerinin sahip olduğunda ısrarcı olan dinler veya ruhbanlar için de üzülürlerdi.
  • İnsanın Tanrı’yı görme yetisine sahip olmadığını düşünür, anlaşılamayanı, algılanamayanı, ölçülemeyeni, Tanrı’yı inanç gerekliğinin ortaya çıkardığına inanırlardı.
  • Onlar; “tüm evreni anlamak istersen, hiçbir şey anlayamazsın; ama kendini anlamak istersen, tüm evreni anlarsın” derlerdi.
  • Herkesin, içinde yaşattığı Tanrı’sının önünde eğilmesi gerektiğini, ne isimle onu çağırırsa çağırsın, seslenildiğinde, Tanrı’nın bu çağrı ile orada onların yanında olacağını bildiklerinden; Keltik atalarından öğrendiklerinin eski ve yeni Ahit’te olup olmadığını araştırmak için Druid rahibi Aziz Bernard ve şövalyeleri Kudüs’ün yollarına düştüler.

Comments are closed.