Kardeş Azerbaycan


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

1993 yılı Nisan ayı Sn. Süleyman Demirel Başbakan, rahmetli Alparslan Türkeş Başbakan Yardımcısı, Glasnost ve Perestroyka olayları ile Bağımsız Devletler Topluluğu adını alan Sovyetlerin Türk Cumhuriyetlerine, Türkiye’nin ilk resmi gezisi düzenleniyor.

İmal ettiği kadın iç çamaşırlarını Bulgaristan’a satmak isteyen İşbankasından emekli bir arkadaşım var, Ömer Hancıoğlu. Bulgaristan’a bir iki sefer numune götürdük- getirdik, ama çok özel ve küçük üretim yapınca fiyatları tutturamamıştık. Bu kez “Devlet ilk kez Azerbaycan’a gidiyor, sen gidersen, ben de giderim” demesiyle Azerbaycan aklımıza düştü.. Azerbaycan hakkında pek bilgim yok, onun Bulgaristan’da tanıştığı Kudret isminde bir arkadaşı var. Ben müziğini seviyorum. Farsi kültürünün etkisinde kalmış Türkler gibi yorumlayıp, soğuk duruyorum, sevmiyorum, ama konuştukları Türkçe ile kendimi Orta Asya’ya bağlanıyor gibi hissediyorum.

Bizim bulunduğumuz Türk ticaret heyetinin uçağı resmi heyetten bir gün önce Azerbaycan’a indiğinde, Bakü Havalimanını Rus askerlerinin koruduğunu, sembolik olarak üç-beş kılık kıyafeti bozuk Azeri subay mı, polis mi, gümrükçü mü olduğu anlaşılamayan kişileri gördüğümde, gönül gücüm düştü. Bulgaristan bile daha kişilikli bir görüntü veriyordu. İtiş kakış Rusça konuşmalar, çantaları açmalar, cüzdanlara bakmalar, cüzdandaki parayı saymalar… rezalet. Rusların renk vermeyen, ifadesiz yüzlerini görünce hayal kırıklığım iyice arttı. Çamaşırcı dostum Ömer benim keyifsiz halimle, çökmüş, beni zorla getirmiş olmanın ezikliği ile iyice

257

Rahmetli Kudret ortada ne güzel, ne yiğit adamdı, Gence dağlarında ortaklarımlayım

sinmişti. Gümrükten çıktık, kapının önünde üstleri başları dökülen köy ve kasabalılarının giyiminden iki sınıf aşağıda, köyden kaçmış gibi gözüken telaşlı insanlarla karşılaştık. Ancak, içlerinde yakışıklı, heybetli, eski de olsa takım elbiseli bir delikanlı göze çarpıyordu. Bize yöneldi, Ömer’e sarıldı, bu Kudret idi.

Kudret ileride şirketimin Müdürü olacak, çok güvenilir, delikanlı, mert, cesur, zeki, atak bir kişi idi. “Harici İktisadi Alâkalar Nazırlığı”nda çalışıyordu. Bizi aldı, otele götürdü. Mevcut odaların içinde iyi olanlardan birine bizi yerleştirdi. Arkadaşımla aynı odada kalmamı tavsiye etti, “gece geç saatlerde dışarıda dolaşmayın”, “kadın kız istemeyin”, “sakın kadınların evlerine gitmeyin” diye tembihledi ve gitti.

Odanın perdesi, son üç beş halka ile kornişe tutunuyor, yana sarkmış, üzerinde sigara yanığı delikleri ile tavana bir ucundan

258

asılı gibi. Çarşaf o kadar kirli ki; elbiselerimizle yatmamız uygun olacak. Lavabonun bir musluğundan sıcak, diğerinden soğuk su geliyor. (Nasıl buluşuyorlar anlaşılmıyor, tek çözüm lavaboda buluşturmak.) Ancak lavaboya kirden el değilemez. Banyonun fayansları yer yer dökülmüş, klozetin bir yanı kırık, kapak yok, (seramiğin kırık yerine oturamıyorsunuz. Kudret, en iyi odalardan birini aldım dedi ya) diğer odaların durumunu hemen anladım. Bizimki en iyi oda lardan biri idiyse ötekileri siz hesaplayın.

Otelin önündeyiz, ihtişamı görün dedim.

Yastığı değiştirmek istedim, koridora çıktım. Koridorun diğer katlara açılışı bir kapı ile oluyor. Kapının önünde şişman, yaşlı bir Rus kadın oturuyor. Türkçe, İngilizce yastık anlattım. Hiç gülmüyor, korkunç bir surat. “Gel” anlamında odaya çağırdım, yastığı ve üzerindeki lekeleri gösterdim. Yastığa baktı, ne var gibisinden bana baktı. Yüzünde havaalanındaki Rus askerlerin ifadesizliği vardı. Ömer elini cebine attı ve 5 dolar uzattı, kadının yüzüne gülümseme geldi, dudakları aralandı, ağzı silme altın diş kaplı idi ve o anda farkettim, benden çok bıyığı vardı. Parayı

259

kaptı, kapıdan uzanarak dışarıya baktı, çıktı. Birkaç dakika sonra iki yastık kılıfıyla geldi. Yine yırtık, pırtık ama temiz. Azerbaycan’da işi anladık.

Sabah 10:00’da Ticaret Bakanlığı’nda tüm Türk Heyeti toplanacak, Baku’nün “Azatlık Meydanı”na bakan muhteşem bir bina. Bizim otel de, bu meydana başka bir cepheden bakıyor. Meydan denilince aklınıza Kızılay veya Taksim Meydanı gelebilir, onlar Azerbaycan’da ancak yazlıkların arka bahçesi veya sokak aralığı olarak tarif edilebilir. Azatlık Meydanı’nın cephesi Hazar Denizi’ne bakıyor. Deniz cephesi 3-4km var. Binaların denize uzaklığı da en az 1-1,5 km. Meydanın etrafındaki trafik için ayrılan yol gidiş-geliş beşer şerit ve aralarında 10-15 metrelik bir refüj var, bu anayolların yanında bisiklet ve yaya için gidiş-geliş birer yol var, bu yolun dışında tali yol olarak üç gidiş bir tarafta, üç geliş diğer tarafta yer alıyor. Bu yolların bina ve denize bakan yanlarında onar metrelik yaya kaldırımları yer alıyor, anlayacağınız bir caddeyi geçmek için önce tali yolu, sonra bisiklet yolunu, sonra geliş bulvarını, sonra refüjü, sonra gidiş bulvarını, sonra bisiklet ve sonunda da diğer tali yolunu geçmeniz gerekiyor, taşıt için on şerit gibi gözüküyor ama, kaldırım, refüj falan derken, karşı tarafa geçmek için, karşı tarafta doğmuş olmak gerekiyor.

Sabah, Ticaret Bakanlığı’nda Kudret yanında iki delikanlı ile bizi bekliyor. İleride onlar da benimle çalışacak. Araz Aslanov ve Ruşen Kerimov. Araz, Harici İktisadi Nazırlığı’nda şube müdürü, Ruşen de şef pozisyonunda, ikisi de Moskova’da okumuşlar, İngilizce, Fransızca, Rusça ve Azerice sular seller gibi.

İleride bunlara Sultan Sultanov eklenecek ve benim kurmay heyetim oluşacak.

260

Fikri Şahin kardeşimi misafir etmişim, ortaklarımdan soldan sağa; Eldar, Sultan, Fikri Şahin, Araz, ben, Rasim, Ruşen

Herkes sözüm ona Azeri işadamlarıyla konuşuyor, şarap ikram ediliyor, Azeriler küt küt kadehleri atıyor, bizimkiler katalog numune elde satış yapmaya çalışıyor, Azerilerden ne işten anlayan var, ne parası olan. Havaalanından sonra bu ikinci şokum. Buradan bir halt çıkmaz diyorum. Harici İktisadi Alakalar Nazırı bir konuşma yapınca iyice yıkıldım. Adam bir şeyden anlamıyor, ihracatta vergilendirme, ithalatta müsaade gibi bir şeyler anlatmaya çalışıyor, önce tercümanın yetersizliği gibi yorumluyorum, ama Araz ve Ruşen de aynı şeyleri söyleyince, “Arkadaşlar, beni bu kişi ile görüştürebilir misiniz?” dedim. “Bununla değil, ama sediri ile görüşebilirsin” dediler. Sedir, bizim Müsteşar’a denk geliyordu, “olur” dedim. Öğleden sonra gittik, yanımda Ömer ve Kudret var, odasına girdim. Semaverde çay demleniyor. Kendimi tanıttım. Daha önce Gümrük Başmüfettişliği ve Gümrükler Genel Müdür Muavinliği yaptığımı söyledim. İhracatı arttırmak için şunu

261

yapmanız, ithalatta bazı ürünlerde vergiyi indirmeniz, ihracatta vergiyi kaldırıp, prim vermeniz, nakliyeyi desteklemeniz… vs gerekiyor deyince “Çay içer misiniz?” dedi. Sonradan öğrendim, çay ikram etmek, muhatabını ciddiye almak demekmiş. Sohbet koyulaştı, beni ilgiyle dinledi ve “bunları Türk Hükümeti’nden istesem olur mu?” dedi. Tabii ki dedim. “Bana bir yazı hazırlar mısınız?” dedi. İşim ne? Burası ticaret yapılacak yer değil, gece otelde hazırlarım düşüncesiyle, “evet” dedim, ayrıldık.

Azatlık meydanı, sağdan; ağaçların başladığı yerde kalyon gözüküyor

Sabah Makama tekrar geldim. Sayın Sedir, bana çay, kahve ikram etti, sohbetten sonra “Türkçe daktilonuz var mı? Bu yazıyı nasıl yazacağız?” diye sorduğumda, hemen bir sekreter ile daktiloyu küçük odasında, hazır etti. Sekreter hanım Kiril harfli daktiloda iyi de, Latin harflerinde “a”, “c” tuşlarını arıyor, dayanamadım, kendisine yana geçmesini söyledim, daktilonun başına geçtim, başladım tuşlara vurmaya. Bir süre sonra sekreter

262

çay getirip, yine daktilonun sesi devam edince, Sedir Bey odaya daldı. “Aman, özür isterim, hürmetli Nadir Bey siz nice işlersiniz?” dedi. Ben de bunun normal olduğunu söyleyerek, yazmaya devam ettiğimde gözleriyle beni izliyor, hayranlıkla bakıyordu. “Yarın ne yapacaksınız?” diye sorunca, “Ticaret Nazırlığı ile alver görüşeceğim” dedim. “Size Nazır’dan randevu çattırayım, muallim benim köhne arkadaşımdır”, dedi.

Ertesi günü Ticaret Nazırı’nın yanındayız. Ticaret Bakanlığı’na bağlı bizdeki Tariş gibi, eski Gima gibi, gıda mağazaları zinciri var, Halk Erzak İstihlak Mağazini. Onlara sıvı yağ, margarin, sabun vermek istiyorum. Bu mağazaların sayısı 80’nin üzerinde ve tüm ülkeye dağılmış. Bakanın odası denize bakıyor, bizi buyur etti. Kendimi tanıtıyorum, kart veriyorum, anlatıyorum, adam başında kasketi, denize dönmüş, Hazar’ı seyrediyor. Bu deniz seyretme işi uzayınca sinirlendim. “Siz beni dinlemezsiniz, bu nice konaklıktır. Benim de sizinle danışacak vaktim yoktur” dedim. Ayağa kalktım, adam başını kaldırdı. “Ne diyor bu?” dercesine, yanımda bulunan Kudret ve Araz şaşırdılar, kapıyı açtım, dışarı çıktım. Koridorda Kudret “Neden böyle yaptınız, adam sizi dinliyordu, şapkadan bahsetmenizi bekliyordu?” dedi. “Ne şapkası, ne diyorsun” dediğimde, şapkanın rüşvet olduğunu, kendisine ne vereceğimi söylemediğim için beni dinlemez gibi davrandığını söyledi. Şaşırdım. “Koca Bakan’a nasıl para teklif ederim?” Şapka olmazsa bu işlerin Azerbaycan’da olamayacağını anlattılar. İkisi de ısrar edince “Öyleyse tekrar randevu alın, şapkasını söyleyeceğim” dedim. Sonra kendi kendime güldüm “Ulan, adamın başındaki kasketten de mi anlamadın şapka istediğini?” diye…

Ertesi günü Bakan beni kabul etmedi, ancak Sedir bey ve diğerlerinin ısrarı üzerine bizi kömekcisine (yardımcısına) gönderdi. Yardımcısının adı Aydın Bey idi herhalde, bizi buyur

263

etti, çay ikram etti. Önceden hazırlık yapıldığı belliydi. İranlılar bisküvi ve gofret getirmişler, numuneler masanın üzerinde idi. İlk sütunu İngilizce, ikinci sütunu Kirilce sözleşme de yanlarında duruyordu. Herhalde doğru adamın yanında idik. Ancak Bakan yardımcısına nasıl rüşvet teklif edeceğim? “Şapka”yı nasıl anlatacağım? Başında şapka da yok. Onu düşünüyorum. Bu da denizi seyrederse, bize Azerbaycan bitti.

Bakan Yardımcısına bir soru yönelttim :“Aydın bey muallim, köhne zamanda yaşamış, Gülbengyan adlı kişi sizin yadınızda mıdır?” Kudret, Araz ve Aydın Bey daha ilk cümle ile öylece kaldılar. İşi şapkaya getireceğim. O sırada Azerbaycan Ermenistan ile savaş halinde, hepsi somurttu. Tebessüm ederek “Yadınızda değil öyle değil mi?” diye tekrarladım. Aydın Bey “işitmişem” dedi. “Aydın bey, Osmanlı Devleti 1inci Cihan Harbini kaybettiğinde, Irak petrolünü Amerikalı, İtalyan, İngiliz, Fransız, Rus ve Türkler paylaşmak için bir araya gelirler. Irak Kralı Faysal’a da pay ayrılır, 6-8 ay toplantılar devam eder, nihayetinde İngiliz’e 17 faiz, Fransız’a 13 faiz, Türklere 14 faiz ve diğerlerine Irak’ın petrol geliri dağıtılır. Türklerin elçisi, İngilizin kulağına eğilir. “Bu nice hesaptır? Hepsinin faizini toplarım 100 faiz olmaz, 95 faiz olur. Bu 5 faiz nerededir?” diye sorduğunda, İngiliz yavaşça Türk elçisine “şu karşıda oturan, bizleri bir araya getiren şişman kişi var ya, 5 faiz onundur” der. O Gülbengyan’dır. Gulbengyan’ın diğer adı “mister 5% percent”dir. Aydın Bey ayağa kalktı ve “sen çok yahşi bir oğlansın, get aşağıya düş ve bu İranlıların bisküvisi 1.100.-$/tondur. Sen 1080 (minheştat)$/ton için kotrata kol çek” dedi. Öpüştük ayrıldık. Dışarı çıkınca Araz, Kudret boynuma sarılıp %5 rüşvet için teşekkür ettiler. Aşağı departmana indiğimde kapının yanına bir sandalyeye oturdum. Hüseyin adlı bir müdür var, kontratı öğlene kadar hazırladı. 3.000 ton bisküvi için anlaşma yapıldı. Bisküvinin

264

fiyatını bile bilmiyordum. Kontratı imzalamak için tekrar yukarı çıktık, mühür ve imza Aydın Bey’de. Aydın Bey kasayı açtı, Hüseyin Bey demir kutuyu aldı, kutu açıldı, içinden bir kese çıktı. Keseyi çözdüler, mühürü aldılar, ıstampa geldi, ıstampaya mürekkep konuldu, kontratlar mühürlendi. Bana döndü “Sen de kol çek” dedi. Çantamdan kaşeyi çıkardım, bastım ve imzaladım. Her sayfaya kaşe ve imza, 10-15 saniye sürdü. Aydın beyin gözleri dışarı çıktı. “Bu nasıl şeydir?” dedi, kaşeyi aldı, bastı mürekkeple kaşenin izi kağıda çıkıyor, kaşe tekrar içeri dönüyordu, basıyor izi çıkıyor, basıyor izi çıkıyor. “Bundan bize satmak olar mı Nadir Bey?” dedi. “Tabi” dedim, 5000 adet kaşe lastiği, mürekkebi için ikinci kontratı hazırladık.

Numune ürünler getirilmiş, sözleşme hazırlıyoruz.

Ticaret Bakanlığı ile ilk işte, ikinci işi de yapmış, hemen malı Kayseri’den Oylum bisküvilerinden göndermiş, şapkasını, akreditiften parasını çözmeden, kamyoncu ile teslim etmiştim. Ardından sabunlar, ayçiçeği yağları, çikolata,

265

şekerlemeler geldi. Kamyonlar Azerbaycan yollarına dizildi. Bir süre sonra “Para vermeyin, kereste, hurda kağıt ve bahçe traktörü verin” dedim. Kereste, hurda kağıdı Rusya’dan, bahçe traktörünü Belarus’tan temin edip bana göndermeye başladılar. Herkes para kazanıyor, havada şapkalar uçuşuyordu.

Azerbaycan’da artık hatırlı yabancı kişiler arasındayım, hem de Türküm. Azerbaycan Gümrük Nazırlığı ile görüşüyorum, mevzuat hakkında fikir veriyorum. Bir gün Nazır’a “Neden Türkiye’den bilgi almazsınız?” dediğimde, hemen telefonlar, isimler istendi. Sonrası hızla gelişti, Savaş Özdoğan Gümrükler Genel Müdürlüğü’nde ya daire başkanı, ya da genel müdür muavini, yazdılar, çizdiler. Ben Azeri dilinde mevzuatı getirdim. Bir mevzuat değişimi başladı. İşte öyle günlerden birinde, Baku’deyim ve karşımda Yunus Nadi Kural Üstad. İnceleme ve Araştırma için gelmiş, çok güzel işler oluyor.

Yunus Nadi üstad ile Bakü’de bir halk pazarını geziyoruz

266

Azeriler Yunus Nadi Üstadı yere göğe koymuyorlar. Bir akşam bir Bakan resepsiyon veriyor, akşam diğeri. Nadi Üstad “Nadir, benim de bir karşılık vermem lazım, yer yurt bilmiyorum, düzen yapamam, senden ricam benim adıma bir respsiyon hazırlar mısın?” dediğinde; hem bu ülkede ondan daha tecrübeliyim, hem özel sektörüm, hem de bu iş bana düşer diye düşünüyorum.

Azerilerin ellerinde imkan var. Devlet konutlarında, komünist partinin sosyal mekanlarında her düzeni yapıyorlardı. Onların yemeklerinde kebap ağırlıklı ama “Asitirin” dedikleri mersin balığının fümesi, çeşitli turşular, bizim Urfa peynirine benzer kuru bir peynir, fasulyeler, kurutulmuş diğer balıklar, havyar ve bolca şarap ile votka ikram ediliyordu.

Akşam kaldığımız “Abşoron Oteli”nin karşısındaki parkta ortaklarımla yürüyorum, bir kalyon Hazar Gölü’nün kıyısına demirlemiş, ışıklar içinde. Bunun Rusya’dan yeni geldiğini, gövdesinin içinde lokanta olduğunu, kıç tarafında mutfak, baş tarafında da orkestra ve dans yeri olduğunu söylediler, onlara göre çok havalı bir mekan idi, benim için de ilginç geldi.

Hemen içeriye girdik, bir veya iki masası dolu bize sahneye, orkestraya yakın bir yer hazırlandı. Araz, Ruşen bir şeyler konuştular, bir anda avuç kadar tabaklarla masanın üzeri doldu. 20-25 çeşit meze vardı, tabi birbirinin benzeri olanları çıkarırsak 7-8 meze ancak getirilebilmişti. Yedik, içtik fena değildi, Bakü’ye göre çok çok lüks bir restoran idi.

Garsonu yanıma çağırdım, Araz ve Ruşen’e siz konuşmayın dedim. “Burada kaç kişi avradı ile yemek yiyerek, dans edebilir” dedim. “60-65 kişi ancak çattırabiliriz” cevabı tam istediğim sayı idi. “Bu mezeleri öyle arttır ki, masanın üzerinde örtü gözükmesin, arak nerededir, diye konaklar sormasın. Sen bunu

267

yapabilir misin?” dedim. Adam anlamıştı, mezeleri şöyle böyle diye çoğalttı, ben Maliye Nazırı, Ticaret Nazırı ve Gümrük Sediri, onların işçileri ve avratlarının geleceğini söylediğimde, bu onun için bir ilk idi. Başka müşteri almayacağını söyledim. Şaşkınlıkla, tekneyi bağlayacak mısın diye sorduğunda, gözlerinde dolar işareti gözüküyordu. İş pazarlığa geldi, benden 70.-$ para istedi. Duyunca şaşırdım, nasıl yani, Bakü’de kişi başına 70.-$ inanılmaz bir para idi, ortaklarımın yanında dağılmıştım, geri dönemezdim. Ancak aklıma “İnce Zenaatler Müzesi” geldi.

Bir Pazar günü “İnce Zenaatler Müzesi”ni geziyoruz. Yanımda Araz var. İnanılmaz resimlerlerle dolu duvarlar. Louvre’da, British Museum’da bu kadar resim yoktur. Bir resmin karşısında yapışıp kalmıştım. Bir adamın elinde bir dilim ekmek, diğer elinde kahve duruyordu, bende öyle durdum. Araz yanıma gelip “beğendin mi?” dediğinde, “hem de çok” diye cevap verdim. Kayboldu, 3-5 dakika sonra bir bey ile geldi. Müzenin yetkilisi idi, bana resmi sordu, ben gösterdim, sanatçısını çağırabilirim dediğinde, mahcup olmuş ve kabul etmemiştim. Burası Devlet Müzesi idi. “Satın almak ister misiniz?” dediğinde, güldüm. “Bu mümkün mü?” diyebildim. Pazartesi sanatçı gelecek, onunla pazarlık edip, resmi satın alabilecektim. Olmaz, istemem diyemedim.

Ertesi sabah tekrar müzedeyiz. Adı da “Nadir Akıllıyev” 70- 75 yaşlarında bir bey bizi bekliyor. Yaklaştım, bu resimdeki adam. Otoportresini yapmış. Tanışma, sohbet derken konu fiyata geldi. Öyle bir ortam oldu ki, 2-3.000 doları gözden çıkarmak zorundayım, yanındaki resmi de beğendim, ikisi üzerine konuşuyoruz. Bana “Siz bir değer söyleyin” dedi. Müzede tablolar asılı, sanatçı yanımda, Araz karşımda, müze yetkilisi bizi takipte… “Ay Nadir bey gardaşım, men bir zanaatçıya ve onun zanaatına fiyat söyleyebilemem” dedim ki, bakalım ne fiyat

268

Araz ile İnce Zenaatler Müzesini geziyoruz, tablo alacağız

verecek diye beklemeye geçtim. Ressam güldü, hoşuna gitmişti. “Men, kendi resmime 100.-$, diğerine 80.-$ isterem, siz ne verirsiniz?” demesin mi? Ben derhal duruşumu düzelttim. Hani, 2-3.000.-$’ı gözden çıkarmışız ya, “sizinle pazarlık etmek hoş olmaz” dedim. 200.-$’ını avucuna koydum. Türkiye’ye dönüşe yakın resimler İnce Zenaatler Fakültesi’nden yazısı alınmış, müze ve fakültenin damgasını görmüş şekilde otele geldi.

Teknenin sahibi, altın dişli adam gülüyordu. “Buraya 5-10 kişi fazla gelirse sığdırabilir misin?” dedim. “5-10 kişi daha gelsin, yine hepsi 70.-$ olur sana” dediğinde anlamıştım. Bütün gemiye alabildiği kadar misafir getirecektim, yiyip içeceklerdi, hepsine 70.-$ verecektim. Hemen kendisine 20.-$ peşin verdim. Bu iş tamam, ancak gidip Hollanda’dan gelen kaçak “sarı pendir” ve “sosisleri (sucuk)” da piyasadan almasını söyledim. 90.-$’a koca gemiyi kapatmıştık, “size gemiyi bağladım” demişti.

269

Müthiş bir gece olmuştu, Nadi Üstad kese kağıdında getirdiğimiz manatları orkestraya dağıtmamızdan, Nazır ve Sedir’lerin Hollanda gravyeri ve sucuklarını yemelerinden ve onların samimi teşekkürlerinden fevkalade memnun olmuştu. Herkes dans ediyor, pistte belki 40 kişi oluyor, masalarda ancak 20-25 kişi kalıyordu. Geç saatlere kadar koca kalyon bize aitti, orkestra bize çalıyordu.

Günler böylesine aktı, gitti. Bağlı muamele denilen dış ticaret işlemleriyle gönderdiğim mala karşı para almıyor, mal alıyordum. Kerestem, hurda kağıdım, traktörler vagonların üzerinde ve depolardaydı. Bu işlem için bisküvi, sabun, şekerleme paraları da bankalarda dolardan manata çevrilmişti, kereste ve kağıt almak için. İhtilal ile tüm ihraç lisanslarım iptal edilince ve bir gecede %4000 devaluasyon yapılınca, bir gecede milyon dolarlardan sıfıra indim.

Mağazalarda artık benim mallarım satılıyor.

270

Baku’de Harici İktisadi Alakalar Nazırlığı’nın tam karşı köşesine; bodrum katında 4 arabalık otoparkı olan üç katlı bir ofis yaptırmıştım, 3-4 çalışma odası vardı. İkinci katta kendime oda ve misafirhane yaptırmışım. Elde beş kuruş yok, Türkiye’den alınan malların parasını ödeyemiyorum. 250.000.-TL el borcum var.. Bütün param Azeri bankalarında, Oran’da Atatürk Sitesi’ndeki evimi 45.000.-$’a sattım, Bakü’deki ofisi bir Rus bankasına (RUZU BANK) teminat verdim. Devalüasyon sonrasında kalan 215.000.-$’ı Yapı Kredi Bankası Moskova Şubesi üzerinden Türkiye’ye getirdim. Tüm çabalarıma rağmen hala 20.000.-$ borcum var. Bir dostum “sen benimle çalışırsan 20.000.-$ borcu silerim” dediğinde, 1995 yılında MNT Mineral şirketimi ve kendimi, bir firmaya devrettim. O kişi çok destek, ilgi ve sevgisini gördüğüm rahmetli Yahya İnanıcı idi. Ben ona Bulgaristan’da çok yol vermiş, destek olmuş ve çok para kazandırmıştım. O da bu kez, ben Azerbaycan’da iflas ederken; beni boğulmaktan kurtarıyordu.

Haydar Aliyev, Suret Hüseyinof’dan emanet olan iktidarı aldı. Rusya tekrar Azerbaycan’a ve ticaretine hakim oldu. Kazandığımızı sandığımız bu oyunda kaybettik. Bulgaristan’da kazanılan servetim uçtu gitti, evim barkım satıldı, ofisim boşaltıldı. Zirveden, zemine nasıl inilir öğrendim. Bu ticaretten yalnızca şapkacılar kazançlı çıkmıştı. Şapkacılara şapka çıkardım.

271

Comments are closed.