Bulgaristan’dan ayıp olmasın diye radyatör, vinç, caraskal, elektrikli radyatör, fayans, peynir vs. satın alıyorum. SAGEKS Ltd. diye bir Bulgar şirketi kurduk, ortaklar, dostlar her yana koşturuyoruz. Stefanov(Stefan), Abka(Münir), Georgov(Georgy), Elibol(Nadir), Kaya (Nihat), Sergiev’in(Dimitri) baş harflerinden oluşan bu ismi Georgov bulmuş. Küçük bir şirket zannetmeyin 1990 yılında Jivkov zamanında Türk ortaklarla kurulan ve daha önce faaliyet gösteren Tefken Holding ve Penta’dan (Karamehmetler ve Türkcell’in ileride ortağı olacak Sn.Vargı’nın şirketi) sonra 3 üncü sırada. Sofya’da, Plovdiv’de (Filibe) ortaklarına evler alıyor, komünistler hala görev başında ama sistem dağılmakta herkes mal mülk peşine düşmüş durumda, bizimle çalışanlar ev istiyor, araba istiyor, para istiyor, herkes alıyor, satıyor, bölüşüyorum, solcuyum, benden güvenilir adam yok. Bir de Almanya’dan 1986 model, petrol yeşili balina kasa 600 Mercedes getirmişim. 24.000 Mark (bugünkü para ile 20- 25.000 TL değerinde) bir Cumhurbaşkanlığı’nda var bir de bende. Ben araba mı kullanıyorum? Hayır. Georgov, Tocheva biniyor. Bir de arabaya hasta olan şoförümüz. Ben arabadan anlamam, hoşlanmam ama Georgov iş yapmak için gerekli diyor. Satış işlemleri Mercedes Yugoslavya üzerinden, anlamadığım bir şekilde yapıldı. Sofya’ya geldi. Sağa sola gidiyoruz. 5lik 10luk Leva’lar torpidoda duruyor. Trafik Polisleri sürekli durduruyor, hem Leva’yı alıyorlar, ellerini arabanın üzerine koyarak şöyle bir etrafını dolaşıyorlar, sanki “bu canlı mı?” gibi yokluyorlar. Vatandaşlar ise, ofisin bulunduğu caddede karşı kaldırıma dizilmiş uzaktan seyrediyorlar.
Bulgaristan Büyükelçimiz’in verdiği bir resepsiyona Ben ve Georgov davetliyiz. Akşam için hazırlandık, Georgov, davette
250
bir Bulgar olduğu için heyecanlı, ben Bulgaristan’da iyi iş yapan bir Türk olarak heyecanlıyım. Okul arkadaşım Berki Şahin de Sofya’ya eşinin yanına gelmiş, eşi Şule Şahin Bulgaristan’da ticaret ateşemiz. Şule’de beni yere göğe koymuyor, tanıtıyor, takdim ediyor. Bulgar iş adamlarınca sevilen, beğenilen bir Türk iş adamıyım. Bunun sebebi dürüst ticaretim değil, siyaseten komünist olmasam da beni kendilerine yakın görmeleri. Bir gün Georgov “Bu fabrikalar kapanıyor, çoğunun teknik ömrü bitmiş, Rusya yenilemiyor, destek vermiyor, sürekli işçi çıkarılıyor, her yer işsiz dolu” söylediğinde “Bir şeyler yapmalısın, bu ülke senin, siyasi oluşuma yakın ol! Bak harcayacak paramız var” demiştim. Kalbini kazanmıştım. İngiltere’de okumuş, 30 yaşlarında dalgalı saçlı bir arkadaşı ile bir gece ofiste sohbet ediyoruz. Onlara boşalmış, terk edilmiş büyük depo ve hangarları küçük bölümlere ayırmalarını, küçük işlikler kurmalarını, trikocu, marangoz, pastacı, kuaför gibi zanaat sahiplerine buraları ilk yılı kirasız sonrası küçük bir kira ile 20- 30 yıl için vermelerini, komünizmden sonra kendilerine ait bir mülk ve mal sahibi olma coşkusu yaratmalarını önerdim. Bunun üzerine birkaç gün daha biraz detay çalıştık. Hangarlar aramaya başladık. Georgov’un “Televizyona çıkar mısın, bunları anlatır mısın?” demesiyle ben de heyecanlanmaya başladım. Çıktık çıkacağız derken olmadı. Bir akşam Georgov ofiste televizyonu izlememiz gerektiğini söyledi, koltuklara dizildik. “Glasnost” ve “Perestroyka” anlatılıyor. Tudor Jivkov hala iktidarda ama, televizyonlar Gorbaçov’u çıkarıp, anlattırıyorlar. Bir grup oluşmuş adı “yeniden yapılanma (perestroyka)yı destekleme kulübü” bu grubun lideri aklımda kaldığı kadar daha sonra 1990 sonlarında cumhurbaşkanı olacak Dr. Jelyu Jelev yanında da Georgov’un dalgalı saçlı arkadaşı ve diğerleri oturuyor. Fabrikaları, emekçileri, atölyeleri anlatıyorlar. Gergov’la pür dikkat kesildik, çok hoşlandık. Georgov’a “yakın dur ama
251
siyasete girme” dediğimi hatırlıyorum. 1991 yılında Georgov’un da yakın arkadaşı olan bir kişi Türkiye’ye büyükelçi oldu. Bir defasında Bulgar Cumhurbaşkanı’nın da Türkiye’ye geldiğinde resepsiyona davet edildim, takdim edildim. İşte böyle bir ortamdaydım Bulgaristan’da.
Resepsiyon, konuşmalar, açık büfe yemek, içkiler alındı. Koca salonda küçük küçük gruplar oluştu. Büyükelçimiz grupları ziyaret ediyor. Türk işadamları, misafir Devlet Bakanı Işın Çelebi ve etrafında bürokratlar, ticaretten, ekonomiden, Bulgaristan’dan sohbet ediyorlar.
Benim grubumda Georgov ve birkaç Türkiyeli iş adamı var. Arkamızdaki grupta Işın Çelebi ve etrafında bürokratlar var. Ben Bakanı görmüyorum sırtım dönük ki grupta sırt sırta gibiyiz. Arkadan “arkadaşlar siz aptal mısınız?” sözü duyuldu. Birden kulak kabarttım. Bakan “Yahu! Ben anlamıyorum, Bartın’dan Klinker’i Tekirdağ’a gemi ile getiriyorsunuz. Ardından tren- kamyon Lalapaşa’ya taşıyorsunuz, adı oldu “Çimento üretiyoruz!” Kardeşim yanınızda Bulgaristan var, Klinker’i buradan alsanıza?”
Saat ancak 21:30 civarında, arkama döndüm. Bakanın etrafındakiler, başlarını sallayarak söylenenleri tasdik ediyorlar. Bakan “Değil mi kardeşim?” diyor. Onlar “Evet efendim doğru” diyorlar ben artık gerisini dinlemedim, Şule’ye gittim. “Bakanın etrafındakiler kim?” dedim. İstediğim cevaptı, “Çitosan’cılar.” Devletin Çimento Üreticilerinin Birliği idi. Gergov’a “gidiyoruz” dedim, Elçi Bey, Başkonsolomuz, Bakan Bey ve bazı kişilerle hızla vedalaştık. Gergov “ne oldu?” derken, “Daha ne olcak? Hemen Thocheva ve iki arkadaşı ofise çağır” dedim. “Gece yarısı oldu, sabah gelseler” derken, ofise geldik, yolda Thocheva’yı aldık” diğerlerini çağırdık. 23’de herkes ofiste idi, olayı anlattım ve
252
“kaç çimento fabrikası var?” dedim. Dört fabrika için plan yaptık. Sageks Ltd. için Türkiye ve Ortadoğu pazarına yönelik temsilcilik anlaşmaları hazırladık. Gece arabalar bulundu. Ben, Bulgar Klinker ve çimentosunun Türkiye’de satışına yetki istiyordum. Klinker, çimentonun ham maddesi idi. Gergov ve ben “Temelkova” diye bir yere gittik, temsilcilik anlaşmaları yapıldı. Ertesi gün hepimiz Sofya’da buluştuk.
Bulgarlar imza atarken, hayal diye düşünüyorlar, “Ne olur bir temsilcilik versek?” diyorlardı. Georgov’a “Acele etme! Göreceksin, Türkiye klinker alacak” diye moral veriyordum. Bir süre ses çıkmayınca ben de unuttum. Ticarette böyle kurnazlıkların sonu çoğu zaman hüsran olur. Ben de biliyorum, konuyu gündemden düşürdüm. Bulgaristan öyle karmaşıktı ki, böyle palavra işler çok oluyor, çok da boş işle uğraşıyorduk. Bir gün bazen buzağıların maması ile uğraşırken, diğer gün ineklerin yaladığı vitaminli kaya tuzu ile zaman geçiriyorduk.
Ankara’dayım, Çitosan’ın Genel Müdürü var telefonda dediler. Hemen yüzüme renk geldi, tebessüm ettim. Işın Çelebi’ye sevgilerimi yineledim. Bir-iki sekreterden sonra Genel Müdür “Nadir Bey Bulgar çimentosunun Türkiye temsilcisi sizmişsiniz, arkadaşlarım Bulgaristan’dan döndüler. Mal talep edeceğiz, görüşebilir miyiz? Misafirimiz olun” dedi. Red-Kit’in mezarcısı gibiyim, hani karikatürlerde Cemal Nadir’in çizdiği cimri Yahudi tüccarlar olur ya, onlar gibi sırıtmaya başladım. Hemen Georgov’u aradım, durumu bildirdim, ortağım sevinç çığlığı attı. Gel gelelim, ben ne klinker’i biliyorum? Ne çimentoyu tanıyordum. O zamanlar internet de yok ki, araştırayım. “Alo”lar, “abi bu nasıl oluyor”lar Telefonlar, telefonlar… Sabah yarım yamalak çimentocu idim. Zaten Mülkiyeliler her şeyi bilir, her şeyden anlar, ama bir tek bilmediklerini bilmezler.
253
Sabah makamdayım. Tesadüf bu ya, Çitosan’ın ithalat- ihracatla ilgilenen bir yan kuruluşu var. Genel müdürü Mülkiye’den arkadaşım. “Hadi bakalım! Bir Türk çocuğu olarak bize güzel fiyat ver” dedi. 100.000 ton alınacak denilince ben duraksadım, ama çimentoda bu çok normal idi. 10.000 ton/aylık sevkiyat programı verildi. 27,50 $/ton Lalapaşa maliyetli, Bartın klinkerini söylediler. Müsaade istedim. Bulgaristan’ın yolunu tuttum. Ah bu Yeşil Pasaport ! Bu pasaportun öyle yararını gördüm ki; vize almadan, beklemeden uçarak sınırları aştım. Devlet bana kişilik vermiş ve adam olmayı öğretmiş, ama elim de Yeşil Pasaport ile beni beş kuruşsuz kapı önüne bırakmıştı.
Temelkova en yakın şehir idi. Üretimi de hazırdı. Sonradan çok duygusal ve güzel bir insan olduğunu anladığım, suratsız bir komünist Genel Müdürü vardı. Pazarlıklar pazarlıklar 21.40 $/ton Svelingrad sınır Vagon’da fiyat aldım. Çimento işinde en usta cambazlar en çok 2.-$/ton kazanabilir. Ben 3.-$/ton’a göz diktim. Çitosan’a onların vatan millet söylemlerimle, ama benim gerçek vatan sevgimle 24,40 $/ton fiyat verdim. Çitosan Balkanları gezmiş, 28-32.-$/ton fiyat bulabilmişti. Beni gerçekten kucakladılar. Ben de hem ticaret yaptım, hem Işın Çelebi’yi haklı çıkardım, hem Bulgarlar, hem Türkiye, hem de ben kazandım.
İlk yirmi maden vagonluk katar Kapıkule’yi geçti. 20×56 ton 1120 ton klinker geldi. Geldi de nereye dökülecek? Nasıl Lalapaşa’ya taşınacak? Düşünemedik, işler böyle hızlı seyredince. Tuzda olduğu gibi, gar şefi yardımımıza yetişti. “Efendi, Tunca Nehri şu aylarda sakindir. Vagonlar nehrin üzerinden geçerken, yan kapakları açarsınız, nehrin kenarına dökülür, buraya bir kepçe koyun, kamyonlara yükleyin, ver elini Lalapaşa” dedi. Aynen öyle yaptık. Maden vagonlarının yan kapaklarını açınca 15-20 metreden tonlarca klinker nehir kenarına döküldü, toz duman ve sevkiyat üç-beş kuruşa yapıldı.
254
İlk 10.000 tonda ben Bulgar Çimento Fabrikalarının Müdürlerini, Mineral İmpex firması (Devlet ithalat ve ihracat firması) yetkililerini Türkiye’ye davet ettim. Edirne’de bir minibüsle bunları aldım, İstanbul’a getirdim. Tarihi yerler, Ayasofya, Bizansın emanetleri onları çok duygulandırdı. Biraz milliyetçi duyguları kabardı mı? bilmem, ama somurtmaya başladılar. Kadınların kıyafetlerine bakıyorlar, Kapalı Çarşı’da altınlara çıldırdılar. Eminönü iskelesinde bir tekne kiralamıştım, iki garson koydum, yemekler içkiler hazır, onları bekliyor. Tekneye bindik. Georgov çeviriyor, soruyorlar, şaşırıyorlar, saraylar, yalılar, malikhaneler, tekneler. Beylerbeyinin önündeyiz. Temelkova’nın Genel Müdürü bana bir şeyler sorarken, ağlamaya başladı. “Eyvah” dedim. “Bir hata yaptık” susmayı tercih ettim. Georgov şaşkın, ben mahcup, koskoca adam, koca komünist hüngür hüngür ağlıyor. Teknenin havası bozuldu. Ağlama bitince dostca elimi, hatta sarılır gibi kolumu omzuna koydum, neden ağladığını sordum. “Biz televizyonlarda Türkleri ahırlarında hayvanları ile yatıyor biliyor, bizim sosyal konutlarda yaşamamızı komünizmin zaferi olarak görüyorduk. Bu evler, insanlar, arabalar. Ah, ah geçen yıllarıma, çocuklarımın geleceğine ağlıyorum” dedi.
Ne diyebilirdim? Yönetenler orada veya burada, halkı sömürmek ve zenginleşmek için hep aynı yolu izliyordu. Onları komünizm ve dünya kardeşliğiyle kandırıp, kendileri köşklerde, özel konutlarda yaşıyor. Ücretsiz erzak, bedelsiz doğalgaz veya telefon onları sakinleştiriyor, parasız kalabalık okullar ve hastanelerle onları oyalıyorlardı. Bizde de hep böyle olmuştu. Bir merdiven üstte bile olsak, bizdeki durumu farklı sanıyorlardı, oysa aynıydı. Kendine üzülüyordu, oysa dünyanın her yerinde bu böyle idi. Araplar ve Suudlar Kabe’yle, Avrupalılarda Roma ve Saint Paul Katedrali ile kandırılıyordu. Bugünkü bizim halimizi dostumuz görse, bu kez yaşadıklarına sevinçten ağlardı.
255
Neyse yatıştırdık, aldığım hediyeleri takdim ettim. Çocuklarına kadar hediyeler almıştım. İçki, yemek, müzik, deniz ve İstanbul onları büyüledi. Ben onları büyüledim, ama o dostumun gözyaşlarını hiç unutmadım. Yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkinin hep kandırma üzerine olduğunu, aklımın ana sayfasına yazdım. Her kurala şüphe ile baktım, bugünün doğru denilenlerin de çıkar ve yarar üzerine kurulduğunu hep düşündüm.
Bulgar Çimento’cularla Ankara’ya yöneldik, gece Bolu’dan geçerken, bu kez diğerlerinin hiç uyumadığını gözledim. Gece sessizce yol alıyorduk. En sonunda şişman bir Bulgar Georgov’a dönerek “Sor bakalım, Türkiye nereye taşınıyor?” dedi. Tüm araba kahkahaya boğuldu. Yüzlerce kamyon, TIR, otomobil, otobüs geliyor, gidiyordu. Oysa, Bulgaristan’da böyle bir yolculukta 10-20 dakikada belki bir far ışığı gözünüze çarpardı.
Ben de bu gözlemlerle ülkemin ne kadar büyük ve ne kadar güçlü olduğunu gördüm. Her şey baktığın pencereden farklı görülüyordu. İşte bu nedenle, yönetenler bizi hep yanlış ve istedikleri pencerelere yöneltiyorlardı. Oysa; İnsan, olaylar ve çevresinden kurtularak bakıyor olabilseydi, aklıyla hakikati görebilecekti. Ben Bulgar çimentocuların gözüyle görmeyi öğrendim.
Pek çok fırsat ve şansın daima etrafımızda olduğunu, ancak bazen onları fark edebildiğimizi ve yakaladığımızı gördüm ve gerçeğin de göründüğü veya gösterildiği gibi olmadığını akıl ile fark edilebileceğini öğrendim.
256