Selahattin Yarar adında Mülkiyeli bir arkadaşım vardı. Savaş’ın sağ tarafı idi. Savaş’ın sol tarafı da Ferhat idi. İkisi birbirini çok sevmezler ama, ikisi de ayrı ayrı Savaş’ı severlerdi.
Savaş vasıtasıyla ortadan biz de Selahattinle arkadaş olduk. Arkadaşlığımız okuldan değil, Müfettişlikten kuvvetlenmişti. Selahattin ve Ferhat hafif megolamani idiler. Buna rağmen; birinin boyu posu bir mendilden bir tekvando elbisesini yaptıracak kadar kısa idi. Diğeri de cümleleri arka arkaya geldiğinde söylediğini kendisinden başka kimse anlamayacak kadar hızlı idi. Bunun farkında değillerdi ki, yürüyüş, duruş ve müfettişlikleri de 10 numara idi. Dünya, onlar ve diğerleri diye şekil alırdı.
Selahattin tekwando yapıyor, kayak yapıyor, buz pateninde çocuklarla el ele kayıyor, at biniyor, ok atıyor, dalıyor, şiir yazıyor. Antakya yemeklerinde çok iyi, iyi içiyor. Fena oğlan değil, kendi ifadesiyle de hafif çatlak. “Çatlak ışığı sızdırır” diyor. Çatlaklığının farkında olduğunu, ancak kendisin de ışık olduğunu ifade ediyordu.
Ben Müfettişlikten ayrıldıktan sonra, daha samimi olduk. Künefeler, tepsi köfteler, rakılar, çiğ köfteler çok iyi akşamlar düzenliyoruz, benim ofiste.
Sarhoş olduğunda gerçek Selahattin ortaya çıkıyor “Nasıl kayıyorsun?” diyoruz. Buz pateninden başlıyor, Erciyes’te uzun parkura geçiyor, hızla kayarken, “sonra ellerini tuttun mu?” diyoruz, karıştırıyor, sonra kadınla birlikte nasıl kaydığını anlatmaya başlıyor. Gülüşüyoruz, kendi de farkında, içince güzel oluyor.
200
Savaşın evindeyiz. Soldan sağa; oğlum ödül, Savaş, Selahattin, ben, Selahattin’in eşi ve Gülay hanım.
Şiirler okurdu, 50 şiirden 3’ü ele avuca gelirdi, diğerlerinde zırvalardı. Masada birisi şiirlerini beğenir ve çok iyi derse artık vay halimize. Gece birer ikişer masa boşalır, ancak masadan ayrılanlar Selahattin üzülsün istemediği için bahane ve müsaadeler yaratırlardı. Çünkü bizim neşe kaynağımız idi. Ancak “hadi artık yeter” diye masadan kalkardık, koltuğunun altında da yarım kalmış rakı şişesini verir, ancak kurtulurduk.
Yaz dönemi Selahattin Bodrum’dan telefon açıyor, dalgıç okulunda olduğunu, dalgıç brövesi alacağını söylüyor, “helal olsun sana” diye gaz veriyoruz. Bu sportif faaliyetlerden herkese gına gelmiş, “Evet! Sen yaparsın” falan diyoruz. Onu denizde gören bir arkadaşımız da kıyıda çalışmasını abartarak, daldığında şnorkelin kumlara sürtündüğünü, sahildeki
201
yetişkinlerin onu uyararak “çocukların bulunduğu yerde yapma kardeşim” dediğini, kısa boylu olduğundan 50 cm derinlikte Selahattin’in görünmediğini anlatıyordu.
Dalga geçiyorduk ama dalgıç brövesiyle tüm kıyıları gezecek, herkes gülse de o denizden büyük keyif alacaktı.
Bodrum’da kaldığı pansiyona “bahçevan” gelmişti. Bana telefonda böyle anlatmaya başlamıştı. Bahçevan Ege’de at arabasıyla dolaşan manavdı. Selahattin hayvanları çok sever, sevgiyle yaklaşır. Taze meyve alabilmek için bahçevanla samimi, atıyla da dostça bir ilişkiye girmişti. Ata karpuz kabuğu veriyor, yelesini okşuyordu. Birden bire neden ürktüğü anlaşılmadan hayvan Selahattin’in kolunu ısırıvermiş, bağrışmayla at daha da ürkmüş, şaha kalkmış, Selahattin’i paçavra gibi yere atmıştı. Bahçıvan ve etrafındakilerin koşuşturması, hastaneler, dikişler, raporlar falan…
Telefon da “Nadir sana raporu faxladım, Teftiş Kurulu’na ulaştırabilir misin? Bir de bizim Bakanlığın doktoruna söyle, o ilaçları parasız alayım, bana gönder” Ben şaka olsun diye “Selo, ata bir şey yapmadın değil mi? dedim, gülüşmeler…
Aklıma bir muziplik geldi. Selahattin’in ata arkadan zorla yaklaşırken, atın başını geri çevirerek Selo’yu ısırdığını herkese anlatacak, ardından da raporu ve ilaçları herkese gösterecektim. Mülkiyeliler Birliğinin bahçesinde herkese rapor elde, ballandırarak anlattım. Sonra atın her gün onun pansiyonun önüne geldiğini, ön ayağı ile kapıyı çaldığını, bahçıvanın bu ilişkiye çok bozulduğunu, Selo’yu tehdit ettiğini ekledim.
Yaz bitti, Ekim güneşi ile biralarımızı Mülkiyeliler Birliği bahçesinde yudumlarken, Selo geldi. Kime merhaba derse, herkes onun koluna bakıyor. “Selo, helal olsun, duyulmuş iş değil” gibi laflar ediyorlar. Selo bunu önce dalgıçlık brövesine
202
bağladı. Her sorana, “çok güç oldu ancak keyifli idi”, “çok çalıştım ama başardım” “benim gibi ilk denemesinde dalabilen bir kişi yok”, “kimse yardım etmeden, kendim bu işi becerdim” “ulan öyle zor ki, girdiğime gireceğime bin pişman oldum” diye anlattığı dalgıç okulundaki derslerini herkes ata arkadan yaklaşmasının güçlüğü olarak anlıyor, ancak Selo’nun kısa boyunun eşeğe bile uygun olmayacağını düşünerek, onun böyle palavralarına katıla katıla gülüyorlardı.
Ta ki; Savaş’ın ata arkadan nasıl yaklaştığını sorması, koluna bakayım diyerek dikişleri saymasına kadar bu böyle devam etti. Bu şakayı benim yaptığım 10-15 gün sonra anlaşıldı, ama uzun bir süre Selo Mülkiyeliler Bahçesinde gözükmedi.
Zaman içinde barıştık, yine eski günler gibi yiyip, içmeye devam ettik.
Selo İngiltere’ye giderken evlendi, ağır fanteziler anlatan Selo uslanmıştı. Bir tek Savaş ile bu konuları konuşurdu, ama Savaş’la da benim konuştuğumu hiç düşünmezdi.
At binmeyi evliliği nedeniyle bıraktığını yaydığım da bile bana kızmadı.
Birkaç yıl olmadı, eşinden ayrıldı. Birlik Mahallesi’nde aldığı evde münzevi bir hayat sürdürmeye başladı. İş yerinde masasının üstü deniz hayvanlarının kabuklarıyla, taşlarıyla doluydu. Ne o kolunu koyabiliyor, ne biz çayımızı masanın üstüne koyabiliyorduk. Onun “çatlak ışık sızdırır” lafı artık bize doğru gibi gelmeye başlamıştı. İçince bağırıyor, çağırıyor, döküyor, saçıyordu. Tek çare şiir kalmıştı. Yıllar ilerledikçe buz patenini de bıraktı, dalma da bitti, etrafından kaybolan erkek arkadaşları gibi, kadınlar da kayboldu. Sergi açılışlarında rastladığı kalık kızlar, 60’lık şen dullar artık takılma konumuz olmuştu.
203
Masada şiirler okudukça, eleştiriyor veya övgüler düzüyorduk. Selahattin’e göre Baykal Hazarlı abi ve ben şiirden anlıyorduk. Birikmiş şiirlerini getirdi, kimseye söylemiyor, göstermiyordu. “Şurasını şöyle değiştir, burasını böyle, şöyle” dedikçe göklere çıkıyor, koltuğunun altına yarım şişeyi verip evine göndersek bile, gece yarısı demeden telefona sarılıyor, yeni şiirlerini okuyordu.
Savaş, bir gün “Yahu! Bu oğlan manyak mı, saat:03:00’de bana şiir okudu, herifin yüzüne telefonu kapatamadım, ama yeter artık” demesin mi? Beni de arıyor diyerek, bu işe bir çare bulalım dedik.
Birkaç gün sonra iş yerinden beni arıyor ve gece yazdığı yeni şiirini okuyordu. “Selo inanmıyorum, acayip olmuş, tekrar okur musun?” dedim. Tekrar okudu “şahane olmuş, lütfen bir daha ve yavaş yavaş okur musun?” dediğimde tekrar büyük bir keyifle okudu. “Selo inanılmaz böyle şiir duymadım” dedim. O şiirini okurken, ben şiirin ilk paragrafını not aldım.
“Ay! Sen yıldızlar kadar yalnız, Ben, senin kadar.
Sen, onlardan uzak,
Ben sevgiliden…
Ey Karanlık! Sen, hem beni, hem ayı kucakla,
Ben de hasret, uzaklardaki sevgiliyi…”
Ertesi gün sabah Selo’nun uyduğu saat olan 09:00’da onu aradım. Gece yarılarına kadar çalışıyor ya, sabah 09:00’da derin uykuda oluyor. Uyku sersemi telefonu açtı “Ben Nadir, günaydın” dedim. “Ne var?” gibi bir homurdanma, kendi arayınca normal, sen ararsan anormal.
204
“Selo dün senden çok etkilendim, bütün gece ben de yazdım, çizdim. Lütfen okuyabilir miyim? Dinleyebilir misin?” dedim. Tabii ki dinleyecek, ben onu dinliyorum ya!
“Ay! Sen yıldızlar kadar yalnız, Ben, senin kadar.
Sen, onlardan uzak,
Ben sevgiliden…
Ey Karanlık! Sen, hem beni, hem ayı kucakla,
Ben de hasret, uzaklardaki sevgiliyi…”
Karşıda ses yok, “Selo nasıl şiirimi beğendin mi? Bütün gece bu şiirle uğraştım”
Selahattin ile bu son konuşmamızdı. “Sen hırsızsın, benim şiirimi çaldın” dedi, telefonu kapattı.
Bu espriyi anlaması gerekir diye çok bekledim, defalarca telefonla aradım, ev telefonunu kapattı. İş yerinde yok dedirtti. Baykal abi ile iş yerini ziyaret edip özür dilemek istedim. Ankara Ticaret Odası’ndaki Müfettişlik odasını terk etti, ben odada iki saat oturdum, gelen garsona “Selahattin bey tuvalette üç yemek getirin” diye sipariş verdim. Yemekleri yedik, kahveye bekledik, ne Selahattin geldi, ne de bir daha Selahattin’i gördük. Ata bile küsmeyen adam, şiirini çaldığımı sanmış, yılların dostluğuna son vermişti. Yıllar sonra haber aldım ki, 11:00’de işyerine geliyor, öğlen yemeği yiyor, kimse ile konuşmadan 16:00’da odadan çıkıp yalnızlığa, karanlığa karışıyormuş.
205