Kız Yurdu Yaptırıyorum


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

1980’li yılların yazı, İskenderun Giriş Gümrük Müdürlüğü ve İskenderun Başmüdürlüğü teftişi verilmiş, hazırlıklar yapılmış, Haziran gibi orada olmalıyım. Olağanüstü sıcak olduğunu değil, çalışmak, hatta ayakta durmanın bile imkansız olduğunu söylüyorlar. Yunus Nadi Kural Üstadımız orada Başmüdür, gönlüm rahat. 3-5 senelik müfettişim, bıçak gibiyim. Mevzuatım çok iyi, başarılıyım, özellikle tarifem çok iyi, kıymet derseniz en iyilerin arasındayım. Pek çok yabancı borsadan, piyasadan haberdarım.

İskenderun Giriş Gümrük Müdürlüğü demek, bölgede ithalatın yapıldığı yer demek. Mersin Gümrüklerinden kesinlikle aşağıda değil, bölgenin canavar gibi bir ekonomisi var, silah ve uyuşturucu kaçakçılarının cirit attığı bir yer. Necati Can bu bölgenin müfettişi gibi, nal çivisi ile başlayan soruşturmaları, silah işine dönüştü; kaçakçılar önce solcu, sonra komünist oldu. Onun da yaptıklarına o zamanlar aklı ermiyor. Kaçakçılar önde, o arkada dolaşıp duruyor.

Teftiş başlar başlamaz, günlük işlemlere müdahil oldum. Beşir Genç mi yoksa Mustafa Şevik mi tam hatırlamıyorum, biri çıkışta diğeri girişte iki gümrük müdürü vardı. Onların da kıymet ve tarife bilgisi çok iyi, Yunus Nadi Üstat da ikinci muayenenin faydalı olacağını düşünüyor. Beyannameler bana gelip gidiyor, göz atıyorum. İki günde bir “ikinci muayene” işlemine alıyorum. Muavinlerim Mustafa Yalçın Kızılkor ve İsmet Kılıç, onları da götürüyorum, ikinci muayene nasıl yapılır, nelere bakılır, hangi hususlar önemlidir, onlar için de büyük tecrübe oluyor.

Bir gün Sabancıların Adana’daki SASA firmasına EXSA Hollanda firmasından malı geliyor. Bu ticari ilişki ve ortaklığın

166

beyannamede belirtilmesi zorunlu, tabi fiyata da dikkat edilmesi bizler için gerekli. O zamanlar (B) tablosu deniliyor. Buraya alıcı satıcının ilişkisi yazılacak, sözleşme veya illiyet gümrüğe bildirilecek, baktım yazılmamış, getirilen mal “paraksilen” ve “monoetilen glikol”. Bu eşyalar petrol türevi ve pet şişe yapımında, plastik ambalajlarda kullanılıyor. Fiyatta dikkati çeker şekilde ucuz, beyannameyi aldım ve gümrük komisyoncusunu çağırdım, durumu anlattım. Geminin limana yanaşmakta olduğunu, (B) tablosunu sehven unuttuklarını falan anlattı. Fiyatınız çok düşük diye bir zarf attım rengi değişti, halbuki fiyatın düşüklüğü yüksekliği hakkında henüz hiçbir bilgim yok. “Yarın ikinci muayene gider, numune alırız, bu arada İhracatı Geliştirme Merkezi ve Sanayi Bakanlığı’nda Fiyat Tescil Dairesi’ne de yazarız, siz de hızla cevapla getirirsiniz, gemi demoraja girmez vs.vs.” dedim. Komisyoncu hızla odayı terk etti.

Ay sonuna yakın, ceplerimizde iki güne yetecek para yok. Hafta sonu da geliyor. Tek çek yaprağı kalmış, onu da aybaşında kullanmak istiyorum. Pazartesi maaş alınacak. Düşündüm Yunus Nadi Üstad, bizim müfettiş muavinliğine girişimiz sırasında Teftiş Kurul Başkan Yardımcısı, ilk günlerin sıcak ilişkisi ve gizliden abi-kardeş güveni var. Yanına çıktım, sohbet falan derken, konu Sabancılara geldi. “Beyannameyi çok bekletme, incele ve gereğini çabuk yap” nasihatında bulundu. Hafta sonu için durumu anlattım, 20.-TL borç aldım. Hafta sonu Arsus gezisi, deniz, yeme içme için tedariklendim. Pazartesi maaşı alınca geri vereceğim. Müfettişlik odasına döndüm, bir telefon. “Ben Mülkiye’den bilmem kim, Nadir’ciğim hoş geldin, ben Sabancı Holding’teyim, hem seni görmek istiyorum, hem de beyanname hakkında belge getireceğiz, yarın sabah sana gelelim mi?” dediklerinde hemen uyandım. Malın geldiği Libya’ya, fabrikasına ve Hollanda’daki EXSA firmasına onlar gelmeden fiyat, miktar

167

vs. hakkında bilgiyi telexle sordum. Anladım ki tehlikeli bir durum var, ziyaret te çok çabuk olmuştu.

Sabah memurlardan erken odadayız. Gece geç saatte bıraktığımız dağınıklığı, odacı ile birlikte topluyoruz. Her yer muhasebenin evraklarıyla dolu, üstünden atlayarak koltuklara, masalara gidilebiliyor. Simit, peynir, çay keyfi bitti bitmedi misafirlerimiz geldi. Üç kişiler, biri o zamanlar bu işlere bakan Özdemir Sabancı, taş çatlasa 35-40 yaşlarında, yine o yaşlarda hesap uzmanı mülkiyeli bir ağabeyimiz ve benim sınıf arkadaşım kağıtların üzerinden atlayarak koltuklarda yerlerini aldılar. Sohbet bitti, işe geldik. İkinci muayeneye neden ihtiyaç duyuldu, gönderdiğim yazılar, sorduğum soruları aktardım “Cevaplar kısa sürede gelirse malın boşaltılmasına hemen başlanır” dedim. Hollanda EXSA’nın kendi kuruluşu olduğunu bir yazı ile bildirdiler, fiyatı araştırmak artık zorunluluk oldu. “Bir fark çıkarsa cezayı da hemen öderiz” cümlesi ile dikkat kesildim. “Lütfen üretimi engellemeyin! Mala çok ihtiyacımız var” falan diyorlar ama, ben iyice tedirgin oldum. Bana neden ceza ödesinler, aldığı fiyat doğruysa neden böyle önceden konuşuluyor? Aklım karıştı, ama dikkatim arttı.

Bir kaç gün içinde telexlerin cevabı gelince arada az da olsa bir fark olduğu anlaşıldı. Büyük bir miktar olduğu için, meblağ çok büyük paralar tutuyordu. Tekrar geldiler, cevaplı raporu hemen yazmamı istediler. Mala çok ihtiyaç var diyorlardı. Birden genel müdürün; “kardeşim uzatma, yazacaksan raporunu yaz, sana ne ödeyeceksek ödeyelim” lafıyla, ayağa kalktım, “sen ne diyorsun, benim ne yapacağıma ben karar veririm, çıkın odadan” dedim. Kağıtların üzerinden atlarken, ayağım burkuldu, ayakkabım yandan söküldü, açılan aralıktan çorabımın gözüktüğünü görünce iyice hırçınlaştım. Hafta sonuna zaten 3- 5 kuruş borç almışım, başka da ayakkabım yok, tek ayakkabı da

168

yırtık. O zamanlar kredi kartı da yok. Herifleri boğacağım. Kibarca“Beni rahatsız etmeyin, bir daha gelmeyin” dedim.

Muavinler de ses çıkaramıyor, “Çocuklar çalışmaya ara vereceğiz, yarın yarım gün cumartesi çalışmıyoruz, biz de terlikle denize gideriz” dememle gülüşmeye başladık. Biraz terlik lafına gülüyoruz, ama aslında yırtık ayakkabım gülmemizin sebebi. Denize gittik, iyi bir hafta sonu oldu. Pazartesi sabahı odadan çıkmıyorum. Çekleri yazdık, saymana gönderdik, maaş ve yevmiyeler geldi. Hemen dışarı çıkıp ayakkabı almak istiyorum ama görünmeden bu iş nasıl olacak, Başmüdür üstadın borcunu ödeyeceğim üst kata nasıl çıkacağız derken; Yunus Nadi Üstad odaya geldi. Bakanlıktan cumartesi seni aramışlar, belki önemlidir, Teftiş Kurulu’nu ara dedi. Cevap vermeden borcumu ödedim, ayakkabıyı gösterdim, olanları anlattım, gülüştük. O sırada biraz safca bir sekreteri vardı, çok iyi bir kızdı “Efendim telefonda Bakan bey sizi arıyor” diyerek içeri girdi. Yunus Üstad koşa koşa merdivenleri çıkarken, açık kapıdan seyrettim. Memurlar yemeğe gidince çarşıya gideceğim ve ayakkabı alacağım. Daha masaya oturmadım ki; sekreter hanım içeri girdi. “Bakan Bey sizinle görüşmek istiyor efendim” dedi. Bu kez ben koşar adımlarla henüz asansörü yapılmamış bu binanın merdivenlerini çıktım. Yunus Nadi Üstad eliyle telefonu göstererek “Evet sayın bakanım, çağırdım efendim, şimdi geldi, peki efendim, veriyorum efendim” dedi ve telefonu uzattı. Ben de “Buyurun Sayın Bakanım” dedim. “Orada ne oluyor? Gemiyi neden tuttun? O işi bırak, derhal Ankara’ya dön!” laflarını art arda sıraladı, adımı bile sormadı. “Sayın Bakanım ben müfettiş Nadir Elibol, Sabancıların şu gemisinde düşük kıymetle ithal etmek istediği eşyasını inceliyorum. Emrinizle burada teftişteyim, teftişi mi kesmemi istiyorsunuz?” dedim. Yanındaki Müsteşarımız Orhan Yüzbaşıoğlu olmalı ki, Bakan telefonda “Ne diyor bu? Al konuş Müsteşar bey” dedi, telefonu verdi. Durumu Müsteşara anlattım. “Peki raporunu ivedilikle yaz” dedi. Bu kez

169

Bakan telefonu tekrar alarak “derhal Ankara’ya gel” dedi. “Nasıl geleyim haftada iki gün Adana’dan uçak var efendim” dediğimde, “Başmüdür araba versin, Adana’dan uçakla, otobüsle bu akşam Ankara’da ol!” diye kükredi ve telefonu kapattı. Yunus Nadi ve ben kısa bir kritik yaptık. Yunus Üstad “Kardeş bari hızla raporunu yaz” dedi. Rapor mu yazayım? Ankara’ya mı gideyim? Şaşırdım kaldım. Ankara’ya gitmeye karar verdim. Teftiş Kurulu’na durumu bildirdim, sanırım Necati Küçükmeriç başkan idi. Uçaktan yer bulundu. Ankara’ya teftişi kesmeden muavinler orada kalarak gelmem istendi.

Odaya döndüğünde sinirimden oturamıyorum, ayakkabı patlak, adamlar dilediği gibi rapor yazdırıyorlar. Beyannameyi topladım, çantaya koyacağım, şoför aşağıda hazırlandı çocuklara durumu anlatırken evraklara bakıyorum, Aaa ne göreyim? O zamanlar Sanayi Bakanlığı Sanayi Genel Müdürlüğü, ithalatta öncelikli döviz tahsisi için, bazı ithal mallarının faturalarını tasdik ediyor ve belli mallarda da (o günlerde bazı malların hayati sıkıntısı var, sıvı yağ, sabun, margarin, şeker aklımda kalmış) hem belli firmalarca ithaline izin veriliyor, hem de ithalat rejimindeki 474 sayılı kanundaki vergi oranı ile değil, %1 oranında vergi uygulanacak damgasını faturaların arkasına vuruluyordu, bu kaşe mavi renkli ve yazıları elle yazılıyordu, ama Sanayi Genel Müdürlüğü’nün mührü kırmızı olarak basılıyordu. Sanayi Genel Müdürlüğü’nce faturaya da sayı ve gün veriliyordu. Daha aynı gün böyle iki-üç tahsisli malın ithali yapılmış, o faturaların arkasında kırmızı mühür vardı. Sabancılarda kırmızı mühür yoktu, mühür siyah idi. Muavinlere diğer iki beyannameyi buldurdum. Muavinlerden biri “Üstad Türk bayrağında ay yıldız sağa mı, sola mı bakıyor?” diye sorunca “tam bilmiyorum sağa her halde” dedim. Üstat bu damgada sola, hem diğerlerinin ki sağa bakıyor falan dediğinde aklım çıktı. Sanayi Genel Müdürü Erkan Şahtiyancı’yı, Ankara’yı arıyorum sayı ve günü soruyorum, Eyvah! Bu faturaya tahsis verilmemiş, sevinçten çıldırıyorum. Sabancı’nın

170

faturasına sahte, kaşe ve mühür yapılmıştı. Sanayi Genel Müdürlüğü’nde de bu faturanın kaydı yoktu.

Patlak ayakkabı ile merdivenlerden indim, şoför beni Adana’ya uçağa yetiştirdi. Hava kararırken, mesai bitmiş Ankara’ya ulaştım. Çağırdıklarına göre beni bekliyorlar herhalde diye düşünerek geç saatte Bakanlığa geldim. Binada tüm ışıklar nerde ise yanıyor, beni ilgilendiren ön cephede sol üst köşede Teftiş Kurulu Başkanı’nın odası, onun ışığını görünce, sığınacak evim gibi içeri süzüldüm. Başkan beyin kapısını çaldım. Başını kaldırdı “ne oldu?” dedi. Anlattım, başını kaldırmadan “Peki Bakan seni bekliyor” dedi. Yerinden kalkmadı, dudaklarımı ısırıyorum, ağlayayım mı? Adama saldırayım mı? Orada kaldım. Kuruldan çıkınca sol tarafta Müsteşarın odası, sağ tarafta Müsteşar muavinin odası var. Işıklar var, kapılar açık, koridorda kimse yok, hemen yan oda Bakanlığın üst katı ön cephesi de Bakan odası, odaya girdim Özel Kalem birkaç görevli, benim geldiğimi bildirdiler, içeri girdim. Müsteşar, Müsteşar Muavini, Gümrükler Genel Müdürü Nahit Eruz, birkaç genel müdür muavini nerde ise tüm “staff” orada. “Gel, otur” ile söze başladık. “Anlat bakalım” diyor, anlatıyorum, Müsteşara dönüyor “ne diyor bu?” gibisinden soruyor. Bakanın tüm sorduklarına “doğru efendim” “böyle yapılmalı efendim” falan diyorlar. Ama Bakan bey cevaplardan memnun değil, daha biz faturanın sahteliğini söylemeden “tamam kardeşim geç oldu yarın sabah 9:00’da burada olun!” dedi. Herkesi dışarı çıkardı. Ben şaşkınlıkla “ne yapayım” dediğimde “git evinde yat” dediler, gece bitti.

Eşim beni görünce şaşırdı, olanları kısaca anlattım. Kimseye söyleyemediğim “bu adamlar başımıza bir iş açmasınlar” sorusuna bütün gece cevap aradık. Bu arada ayakkabıya da çok güldük.

Sabah yine Teftiş Kurulu’na gittim. Herkese göre olağan bir gün gibi davranılıyor. Yüzüme bile bakan yok, kimse ilgilenmiyor. Tabii ki, ben bu durumun sebebini anlayacak tecrübede değilim,

171

kavrayışım da müsait değil. Daha saat:9 olmamış, özel kaleme geldim Semahat Hanım diye kısa boylu, tombul, güler yüzlü bir hanım Özel kalem Müdiresi idi. “Seni bekliyorlar, hemen içeri gir” dedi, hop içerideyim.

Bakan kapıdan girince tam karşı masada oturuyor, masanın önündeki koltuklarda Müsteşar ve Genel Müdür, onların karşısında yüzleri Bakana dönük üç kişi oturuyor. Bana yer gösterdi, pencere tarafında masasının yanında bir sandalyeyi işaret ederek, yarı yüzüm Bakana, yarı yüzüm de üç kişiye dönük oturdum. Müsteşar konuşuyor, adamlar cevap veriyor, ben söz isteyecek oluyorum Bakan konuşturmuyor. Rahmetli Sakıp Sabancı ve ortadada kısa boylu şişman bir adam var, ayakları sandalyeden yere değmiyor. İleride onun Turgut Özal olduğunu öğreneceğim. Önce Bülent Ulusu hükümetinde Başbakan yardımcısı olacak, sonra Başbakanımız ve sonra da Cumhurbaşkanımız olacak bu şahıs karşımda oturuyor. Sakıp Bey’i televizyonlardan tanıyorum. “Hayır”lar “evet”ler “olmaz”lar “tabi”ler, benim adıma ahkam kesiliyor. Ben konu mankeni gibiyim. Sanki kurumuş suyu çekilmiş köy çeşmesinin önünde ölü köpek rolü oynuyorum. Öylece duruyorum. Taki Sakıp Bey’in “Bu değerli arkadaşımız bu yaptığı işle 5.400 işçimizin ekmeğiyle oynadığının farkında değil, onları işsiz güçsüz bırakacak” sözüne kadar suskun duran ben, hiç Bakanı beklemeden “Siz eksik vergilerinizi çalmasanız ve onu ödese idiniz, Devlet belki 5.400 kişiye daha yeni iş yerleri açacaktı” diye cevabı yapıştırdım. Bakanımız Recai Baturalp bana baktı, Sabancı ile adamlarına baktı “Toplantı kifayet arz etti. Size bilgi verilecek” dedi. Herkes ayağa kalktı. Misafirler çıktı. Bana döndü “Git ve gereğini yap” dedi. Sonra da Bakan rahmetli Recai Baturalp, Müsteşar Orhan Yüzbaşıoğlu’na “Bu çocuk haklı değil mi?” diye sordu. Cevap, başıyla “evet”ti. İskenderun’un yolunu tuttum.

172

Telexler, yazışmalar, gemi limanda demoraj, raporlar, hiç kimse üzerime gelmedi. Hiçbir cevaplı raporumdan sonuç alamadım. Sahtecilik ve kaçakçılıktan raporu veya raporları yazdım. Üç yıl geri döndüm. Ortalığı toz duman ettim. Ancak ben yazıp çizerken, Sabancıların müşaviri o şişman bey, Başbakan yardımcısı ve Devlet bakanı oldu. Vergi Mahkemelerini kazandım, Danıştaylar’da dosyalar toplandı, kazandım, itirazlar oldu.

Bir gün Milli Güvenlik Konseyi tarafından 63 veya 64 numaralı karar çıkarıldı. Bu kararda vergi eksikliğinden dolayı cezai işlemlerin uygulanmayacağına dair bir ifade konuldu. Bu arada Sabancıların bu karar için çok uğraştığını duyduk. O zamanlar bugünkü gibi öyle para pul ile bu işler yapılmazdı. Sıkıyönetim vardı. Sabancılar Başbakan Bülent Ulusu’ya herhalde söz verdiler, Ankara’da Konya Yolu üzerinde, o zamanın Gazi Eğitim Enstitüsüne (bugünkü Gazi Üniversitesine) çok yakın bir yere 15- 20 katlı bir kız yurdu yaptırdılar. Üzerinde SABANCI KIZ YURDU yazıyor, ancak siz de anladınız ki, bu yurda benim adım yazılmalı idi.

Halen bu kız yurdunu gördükçe, önünden araba ile geçtikçe, bu yurdu kendim yapmış gibi, şöyle arkaya yaslanır, en üst katına kadar bir süzerim. Kendi kendime “çok emeğim var bu yurtta” derim. Gürbulak’taki küçük kızı pencerelerde ararım. Onun çıplak ayakları, benim yırtılmış ayakkabıma bakar gülüşürüz.

173

Comments are closed.