Yine teftiş ve tahkikatlarla doğuda yazı bitirmeye çalışıyoruz. Özalp, Muradiye, Başkale geziyorum. Sonunda Van Gümrük Müdürlüğü teftişi var, Naif Suiçmez Gümrük Müdürü, yıl 1978- 1979 olmalı.
Önce Muradiye’ye geldim Edip adlı bir İdare Memuru var. Aynı zamanda ambar memuru, odacı, bekçi, hepsi o. Yaşı 30 var yok. Kasayı saydık, tamam. Ambar açtığımızda;
İlk kalem 200 metre ipek kumaş. -Edip Bey kumaşlar nerede?
-Sattım efendim.
-Nasıl tasfiye mi tabi tuttun?
-Hayır efendim sattım, Van’da yedim.
İkinci kalem 140 kg ham kurşun -Edip Bey kurşunlar nerede? -Sattım efendim.
-Nasıl yani?
-Sattım, Erzurum’da kadınlarla yedim.
Üçüncü kalem 300 kg Bakır şerit tel -Edip Bey bakırlar nerede?
-Sattım Efendim.
-Nasıl sattın kardeşim?
-Bayağı sattım, Ankara’da pavyonda yedim.
137
Edip Bey şu nerede, bu nerede derken ambarın bomboş olduğunu gördüm. İfade öncesinde neden böyle yaptığını sordum. Van Müdürü’nün kendisine yıllık izin vermediğini, 3-4 yıldır burada tek başına olduğunu, bir memur arkadaş istediğini onun da verilmediğini, kendisinin de bunalıma girerek, bu yolu izlediğini, hatta kimi aylar maaşını bile almak için Van’a gitmek istediğini, buna dahi izin verilmediğini anlattı. Öyle rahattı ki, görevden alınmak, hatta hapse girmek istiyordu.
Buradan kurtulmak için, “beni görevden alın” falan diyordu. Ben de kolayca açığa aldım, zimmetten Savcılığa verdim, ancak kastının zimmet suçu için oluşmadığını da bildirdim. Takipsizlik istedim. Buna rağmen tutuklandı, hapse girdi, çok az yattı ve çıktı.
Bir gün mesaiden çıkmış, Ulus’tan Kızılay’a doğru yürüyorum, Radyo Evi’nin önünden geçerken, karşıdan gelen bir kişi bana sarıldı. Şaşırdım “Sen beni görevden almıştın” demesin mi? “Eyvah! Olay çıkacak” dememe kalmadan ellerimi öpmeye çalıştı. “Beni hapse attırdın, ama Savcı ve Hakim de sizin raporunuzdan dolayı hafifletici unsurları kullandı. 1,5 yıl yattım, çıktım efendim, işsizim” dedi. Hatırladım bu Edip idi. Çocukları ve eşi işsizlikten dolayı hala onun cezasını çekmekte diye düşündüm. “Yarın bana Teftiş Kurulu’na gel” dedim. Dostlarımız vasıtasıyla onu Hema Dişli Fabrikası’nda işe soktum, o da her bayramda bana kart gönderdi.
Bu olayın ardından Başkale’ye geçmiştim. Türkiye’nin en yüksek yerleşim yeridir. 3400 metrenin üzerinde olduğu hatırımda, taksi dolmuşla gelmiştim. Gümrüğü tarifle buldum, iki katlı gösterişli iyi bir bina, İdare Memuru’nun adı Mahmut, içeri girdim, giriş katında bir odanın yanında İdare Memurunun odası, koridorun karşısında ilk oda gümrüklü eşya, arşiv, diğer
138
oda kaçak eşya ambarı idi. Kasa, sayım, defter imza ilk işler bitti. Kaymakamı ziyarete gittim. Hal hatır derken konu yatacak yere geldi. “Askeriye’den başka yer yok, bir otel var tavsiye etmem dedi. Tam konuşma biterken içeriye tahrirat katibi girdi, özür falan derken, Kaymakam’ın kulağına bir şeyler söyledi. Ben çayımı içiyorum. “Eşekoğlueşek niye soruyorsun? Çabuk al!” diye Kaymakamın kükrediğini gördüm. Duysam bir türlü, görsem bir türlü, kala kaldım. Şaşkınlığımı anladı ki, “Sayın Müfettiş Bey kusura bakma, ilçeye patlıcan gelmiş, yengeme sorayım, aldırayım mı diyor. Geri zekalı zaten yılda iki kez patlıcan geliyor. Bir de sorayım mı diyor, olacak iş mi bu, ben de kendimi tutamadım küfrettim, kusura bakma” dedi. Ben de geldiğim yeri anlamış oldum. Tabi bu şartlarda yatacak yer aklıma geldi, bulamazsam Kaymakam’a söyleyeceğim askeri birlikte yatacağım. Gümrüğün yolunu tuttum. Gümrüğe geldiğimde küçük odaya İdare Memuru geçmişti, ben de, çok az fark bulunan, ancak temiz olan memurun odasına geçtim. Daha beş dakika geçmedi ki, bu unutulmuş yörede kapım çalındı. Buyur ettim, bir yaşlı teyzem elinde baston, kapı önünde “Mahmut yok mu?” diye soruyor, ben de Mahmut’un kim olduğunu sordum. “Benim torunum” dedi. Bende “böyle bir çocuk yok teyzeciğim” dedim ve kadını yolcu ederken, İdare Memuru içeri girdi. “Efendim kusura bakmayın, bu kadın benim nenem” dedi. Tekrar odaya aldık, Mahmut Bey ona dolaptan üç paket Bafra sigarası, 1 paket (100 grlık) Tekel Çayı verdi. Elini öptü ve gönderdi. Çekmecesini örterken “kusura bakmayın her sabah gelir sigara ve çayını alır gider” dedi. “Her sabah aldığı çayı üçe böler, sabah, öğleden sonra ve akşam demler birer paket Bafra ile içer”. Anlatılana göre de Rus harbinde çocukmuş, onu hatırladığımda hep Tekel ve Çaykur reklamlarında bu ihtiyarı oynatmak aklıma gelir.
139
Mahmut Bey kayboldu, yarım saat sonra bir döşek, 2 yastık, 2 yorganla geri geldi. “Efendim buralarda otel olmaz, siz yukarıda üst katta kalırsınız temiz bir odamız var” dedi. Ben çoktan razı idim, çok sevindim ancak 19 Temmuz’da iki yorgan çok tuhaf olmuştu. Bunu nezaketten yaptılar, yorganı seçmemi istiyorlar diye düşünerek; “şu mavi olanı yeter, diğerlerini götürün” dedim. Mahmut bey ile yatağı getiren delikanlı hep birlikte “kalsın, belki lazım olur” dediler, sustum. Akşam İdare Memuru taze fasulye ve pirinç pilavı getirdi, yanında yoğurt vardı. Çünkü kasabada yemek yiyecek yer yoktu. Yemeği hava kararınca görünmeden getirdiler ve bırakıp gittiler. O dönemde bu gümrük memurları nasıl böyle seçilmiş insanlardı, hep düşünürüm. Yedim, merdivenlerden yukarı çıktım. Oda ve koridor çok aydınlıktı, odanın kapısını açınca sanki ay ışığı odaya dolmuş gibi idi. Sandalyenin üstüne soyundum, mis gibi yer yatağına uzandım gökyüzüne doğru baktığımda, yıldızlar elimle tutacak kadar yakındı, her yer aydınlıktı, çünkü odanın tavanı, binanın çatısı yoktu. Gökyüzü yıldız doluydu. Gülmeye başladım. 19 Temmuz yaz gecesi. Çok keyifli bir uyku beni sardı. Ne kadar zaman geçti bilmem, titreyerek uyandım, donuyorum. İkinci yorganı üstüme aldım. Sabahın erken saatlerinde güneş ışığı ile uyandım, şahane bir yaz gecesi idi, Başkale’de.
Sabah taze peynir, lavaş benzeri taze ekmek ve çay unutulmazdı. Gülerek gece nasıl uyuduğumu sordular. Meğer kışın sonunda fırtınada binanın çatısı uçmuş ve ödeneksizlikten üç dört aydır yaptırılamamış, çatıyı arka bahçede yan yatmış olarak sonra gördüm. Kahvaltı sonrası Kaymakam’dayım, çatı için para istedim. Meğer PTT binası da böyle imiş, hemen yazıldı, çizildi. Tekrar gitmedim sanırım Başkale Gümrük İdaresi günümüzde yoksa bile, çatısı bugün tamamdır.
140
Bu güleryüzlü neneyi, gece ellerimde tuttuğum yıldızları, titreyerek uyandığım şafak vaktini, sabah o lavaşın kokusunu, emektar, sadık, terbiyeli o İdare Memurunu, Mahmut Bey’i unutmadım.
İki hafta sonra Van’a dönmüştüm, bazen belden aşağı soğuk su dökerek, bazen lavabolarda başımı yıkayarak, kolonya ile göğsümü, boynumu silerek, yıkanmadan Van’a ulaşabilmiştim. Gümrük Müdürlüğü’nün önünde oturanlara Müdür ve memurları sordum. Biri müdürlüğün şoförü olduğunu söyledi. “Hemen otel bulalım, banyosu olsun” dedim. “Efendim otelde sıcak su yok, isterseniz sizi hamama götüreyim” deyince çılgına döndüm. Doğru hamamın yolunu tuttuk, valizler arabada ben hamama girdim. Girdiğimle beraber çıkışım bir oldu, kadınların feryatları, bağrışma, ben hamamın dış kapısındayım. Kapının üzerinde de “kadınlar günü” yazıyor. Görmemişim, perişanım, moralim bozuk, yıkanmam lazım. Arabaya bindim ama yıkılmışım.
Şoför “Efendim, denize gider misiniz?” diye sordu. “Ne diyorsun? Ne denizi?” diyerek bağırdım. Araba hareket etti, sol tarafta Edremit kaldı, sağ tarafta Van Gölü uzanıyor. Kamyonlar göl kıyısında sıra sıra park etmiş, şoförler don, atlet göldeler, hemen anladım. Sabun al, havlu al derken, kuytu bir kıyıya geldik. “Sen burada bekliyorsun, ben yıkanıp geleceğim” dedim. Kıyıdan yavaşca göle girdim, şoförler gibi don, atlet, defalarca yıkandım. Sabun köpürüyor, ben suya dalıyorum. Van Gölü ile sarmaş dolaş olduk, temizliği ve yıkanmayı hiç bu kadar özlememiştim. Bu kadar keyifli bir yıkanma hatırlamıyorum.
Akşam otele geldiğimde uzandığım yatak benim kaşınmam ile gıcırdıyor. Sağım kaşınıyor, göğsüm, karnım, sırtım derken sabaha kadar uyuyamadım. Sabunlu kaldım, bu nedenle
141
kaşınıyorum diye düşünüyorum. Odada banyo yok. Küçük yüz havlum var, ıslatıp vücudumu siliyorum. Yarım saat sonra yine kaşınıyorum, tekrar siliyorum, kaşıntı geçiyor gibi oluyor, yine kaşınıyorum. Sabah gün ağarırken, giyindim, temizim ya, kaşıntıya razıyım. Sokağa çıktım, in cin top oynuyor, üç-beş kişi bir yerlere yetişecek gibi yürüyor, tek bir cadde var, Bayramoğlu oteli mi, Bayram Oteli mi tam hatırlamıyorum. 2009 depreminde yıkıldığında Japon gazetecinin öldüğü oteldeyim. Otellerde o zamanlar kahvaltı verilmiyor. Biraz yürüdüm ara sokakta bir fırın görünüyor, ekmek kokusu sokağı sarmış, yaklaştım. Karşısında bir dükkan dikkatimi çekiyor, dükkanda sekiz-on kişi var. Karşı kaldırıma geçtim. Vitrin buhardan görülmüyor, içeriye uzandım. Önümde inanılmaz bir tezgah var, zeytin, bal, tereyağ, kaymak, bir kazan süt, o zamanlar Ankara’da İstanbul’da göremeyeceğim kadar peynir çeşidi, otlu, sarma, örme, beyaz peynir, tulum… çeşit çeşit. Karşıdan sıcak ekmek geliyor. Kendimi kaybettim, kaşıntım geçti, bal-tereyağ bitiriyorum, yumurtalara saldırıyorum, oradan peynire geçiyorum, geri dönüyorum sütü bitiriyorum.Sonra tekrara başa dönüyorum. Bu ne zenginlik? Bu nasıl kahvaltı sofrası? İki saate yakın kahvaltı yaptım. Gümrüğe memurlarla birlikte girdim. Hani Van, doğunun Paris’i diyorlar ya, çok haklı imişler.
Gümrük Müdürü Naif Suiçmez’in beni beklediğini gördüm. Akşam üzeri mesai sonrası gelişimi duymuş olmalı ki; her yer tertemiz, kendisi takım elbiseli beni bekliyor. Kasa, defterler, muhasebe işleri bitince bana odasını boşalttı. Herhalde Vanlı idi. Çok düzgün bir adamdı, odasını almadım, eşi, dostu, hemşehrisi gelir diye makamını ellemedim. Bana oda hazırlamalarını söyledim, çay istedim. Zehir gibi bir çay, içmek mümkün değil. Kahvaltıyı anlattım. Van’da herkesin dışarıda kahvaltı yaptığını, gittiğim yerin arka sokağının hep kahvaltıcı olduğunu söyledi.
142
Uykusuzluk, otel, banyo işlerini konuştuk, gittiğim otel en iyi otelmiş, kaşıntı sebebi de karbonatlı Van Gölü suyu imiş, saatlerce, defalarca yıkandım ya, olacağı bu idi.
Hani derler ya müfettiş muavinliği, kamyon muavinliğinden zordur diye, doğruymuş! Demek ki, kamyoncu ile müfettişin benzeşmesi muavinliklerinin yanı sıra, Van gölünden kaynaklanıyormuş, diye gülerek düşünürüm. Tüm müfettiş muavinlere sevgilerimle.
143