Yeterlikten yeni çıkmış, taptaze Gümrük Müfettişiyiz. Mevzuat deseniz bizde, giyinme deseniz bizde, hava, gurur, tavır tafra hepsi kat kat ve Kapıkule’deyiz. Grupta birkaç üstad var, hatırladığım kadarıyla Coşkun Özışık, Fevzi Ertürk, Erol Tonka da Kapıkule’de. Hepimizde üçer, beşer soruşturma var. “Şu rüşvet aldı”, “bu benim eşyamı aldı”. “Şu memurun evi benim evimin yanında, çok para harcıyor” şikayet, şikayet. Hepsi uydurma, palavra işler, Gümrük ve Tekel Bakanlığı’nın amacı yaz döneminde Almancılar için siyaseten Kapıkule’de Müfettiş bulundurmak.
Çalıştığımız yer, Kapıkule Gümrük Müdürlüğü (Başmüdürlük falan yok) Bulgar kapının ağzında tek katlı, üç beş odalı bir bina. Yolcu peronuna bakan tarafta müdürün odası, yanında 2 müdür muavinine bir oda, bir diğer odada memurlar var. Koridorun diğer tarafında yine iki oda var muhafaza memurları, amirleri oturuyor, diğer bir odaya da gece yolcu eşyası konuluyor. Koridor en serin yer, Meriç’in buharında boğuluyoruz. Arka tarafta bir bina daha var, ambar olarak kullanılıyor, yalnızca çay ocağı ve tost yapılan küçük bir odasını hatırlıyorum. Binanın biraz uzağında misafirhane var. Misafirhane iki katlı, dışarıdan merdivenlerle çıkılıyor, birkaç odası ve bir banyosu var. Banyoda odunlu bir termosifon. Nazım’la aynı odada kalıyoruz.
Her gün sabah üstadlardan önce çalışma odasına geliyoruz. Çaycı, çay ve kaşarlı tost yapıyor. Hep aynı; sabah tost, öğlen tost, akşam tost. Üstadlarla bir veya iki kez Edirne’ye akşam yemeğine gittik. Herkes yazıp çiziyor, arada sırada alanda dolaşmaya çıkıyorlar, odamızda televizyon var mı, yok mu hatırlamıyorum. Ancak müzik seti şahane, ağzımız açık onu
104
dinliyoruz. Herhalde 3-4.000 Mark vardır, “biz de alabilir miyiz?” diye sohbet ediyoruz. Nazımla aramızda en önemli konu müzik seti, Türkiye’de yok, eş dost böylesini görmemiş bile.
Tost yemekten helak olduk, bittik. Bir gün üstadlara “Benim Edirne’ye gitmem gerekiyor” dedim. Anlamı Müdürün arabasını istemek, kapıda tek araba, tek ulaşım aracı, telefonlar İstanbul’a bile bağlanamıyor. Yıl 1978, Edirne PTT’sinden bir kız (09)dan (bizi değil) ama üstadları, aradaki torpiller vasıtasıyla İstanbul’a bağlıyor…
Neyse arabayı aldım. Edirne’de bir kasap buldum. O zamanlar köfte yapmayı bilmiyorum ama, tahminen yapabileceğim, kasaba da sordum, soğan, ekmek, baharat, tuz, her şeyi aldım. Pirinç, domates, limon birkaç şey daha alıp yarım saatte işimi bitirdim. Şoför şaşkın Kapıkule’ye döndüm. Kimseye görünmeden çay ocağında köfteyi yoğurdum. Bir kilo kıymadan nerede ise 2,5-3 kilo köfte oldu, ben de şaşırdım. Ayrıca salata, pilav yaptım. Akşam yemeğine müthiş sükse oldu. Hatırladığım kadarıyla o gün Kemal Akşar’da Kapıkule’ye gelmişti, müthiş keyifli olmuştu.
Üstadlar çay, kahve sohbetinden sonra odalarına çekildiler. Öyle yemişiz ki uykumuz yok, Nazım’a “hadi! Yan tarafa geçelim, TIR çıkışa gidelim” dedim. Gece yarısı TIRların arasından yürüdük, şoförlerin kimi uyumuş, kimi sohbette, belli saatte o zamanlar TIRlara kapı kapatılıyordu. Konvoyun başına geldik. Nöbetçi kulübesinin önü, içi kalabalık , biz de yaklaştık, camdan baktığımızda içeride bir muhafaza memuru, iki muayene memuru, bir de sivil biri, masanın etrafında oturmuşlar, masada kocaman bir kutu çikolata, ayaklı 3,5 lt’lik o zamanlar çok meşhur Johnnie Walker viski, fıstık torbası gülüşmeler dışarıya taşıyor. Bariyerdeki iki muhafaza memuru
105
bizi görünce yerinden zıpladı, koşarak yanımıza geldi, içeri baktılar, sanırım sessizce sadece “eyvah” demişlerdir.
Nazım daha Yetkili Müfettiş Muavini iken, 1920 sayılı Kanun’dan dolayı, Kapıkule’de 10-15 memuru memuriyetten çıkarmıştı. Gizliden Turan Yıldız’la yarışırlardı. Basit olmasın diye üçüncü kişiler vasıtasıyla birbirine durumlarını duyurur “Benim 17 oldu” , “Sen iki kişi mi aldın?”, “Duydun mu Oktay Ergül araba işinden 21 kişiyi almış, haa gayret!” gibi laflar dolaşırdı. Nazım yine yaklaştı. Ben “Sakın Nazım yeteri kadar soruşturmamız var, resmi bir işlem yapma, bağıralım, çağıralım” dedim. Dinler mi hiç? Daldı içeriye, ben de ardından. Bağırıp, çağırıyor. “Keserim, biçerim” falan diyor, göz göze geldik. Durdu ve “Beyler, hadi içmeye devam edin” dedi. Memurlar “Estağfurullah” “Efendim şey”, “nöbet bitmişti”, “kapı kapanmıştı” falan diyorlar. Nazım ısrarla “için beyler, devam edin!” diyor. Özürler çoğalınca “bitirin lan bu viskiyi ve çikolatayı” dedi. Adamlar şaşkın! İki muhafaza memuruna döndü, “biz odadayız, içki bitecek ve boş şişe ile bize geleceksiniz” dedi. Geri döndük, çıktık. Alanda bir, iki tur attık. Dediğim gibi kızgınlık bir an sürdü, bitmiş ve unutmuştuk bile. Nazım “yatalım istersen” dedi. “Odanın ışığı yanık kaldı” diye ilave etti. Halbuki odada hep ışık yanık kalıyor, memurlar bizi odada sanıyordu. Saat 02:30-03:00 gibi idi, gittik, yattık.
Sabah, yine üstadlardan önce odada olacağız ya, saat 8 gibi odaya geldiğimizde odanın kapısının önünde, koridorda 4 kişi, ikisi duvara dayanmış, diğeri onların kucağında, öteki yere serilmiş, yanlarında boş viski şişesi uyuyorlar. Üstlerinden atlayarak odaya girdik. Odacıya da “Bunları uyandır, içeri gelsinler” dedik. Bu kez ben nasihat edeceğim, bu iş bitecek. Üstadlara da anlatmayacağız. Olur ya biri soruşturma açın falan der. Onlar gelmeden ben bu işi halletmeye karar verdim.
106
Nazım’a “sakın konuşma” dedim. 40-45 yaşlarında orta yaşlı, şişman olan muayene memuru önde, dördü de içeri girdiler. Nazım daktilo yazıyor dümeninde, ben “beyler” derken, memur sözümü kesti “Efendim, dün tövbe ettim, arkadaşlarım da öyle, ağzımıza bir daha içki sürmeyeceğiz, tiksindik” dedi. Ulan adam dışarı çıksa kahkahayı basacağım. Hemen işi bağladım “Tamam, çıkın dışarı” dedim. Teşekkürlerle geri geri odadan çıkarken, kapı kapanınca, biz de masanın üstüne kapandık.
Sanırım, o memurlar, cezalandırılmamak veya soruşturulmamaktan çok, içkiyi bırakmalarından dolayı bize minnettar kalmışlardır. Bizi uzun süre hatırda tutmuşlar ve tebessümle anmışlardır. Belki de her Johnnie Walker’ı görünce, amblemindeki İngiliz gibi koşar adımla masadan kaçmışlardır.
107