Yıllar öncesi idi. 1978 olmalı. Bülent Ecevit iktidarda, her zamanki gibi ondan öncekiler ülkeyi darma duman etmişler, rahmetli de onların siperleri terk ettiklerini fark etmeyip, kendini cepheye ve ateşe atmış. O dönem, gaz yok, kömür yok, yiyecek sınırlı. Müthiş bir kış, inanılmaz soğuk. İstanbul’da dostlarım vasıtasıyla temin ettiğim bir koli margarini – Sana yağı tek o var- bazen Ankara’ya anneme getirdiğimde, onun da, birer ikişer paketi eşine dostuna vererek, duyduğu acı keyfi yaşadığımız yıllar. Ülkede beş cent yok. Siyasilerin “yetmiş cent’e muhtaç olduğumuz yıllar” diye anlattıkları yıllar. Lüksemburg’tan 1.000.000 US$ (yalnızca bir milyon dolar) borç alabildik diye gazetelerin manşet attığı günler. Yurt dışına çıkacak (yılda bir defa ile sınırlandırılmıştı) Türk vatandaşına bankaların döviz satamadığı ve pasaportuna da “dolar satılmıştır” kaşesinin vurulduğu, karaborsa veya eş dosttan döviz arandığı yıllardı..
İşte o günler rahmetli Gün Sazak Gümrük ve Tekel Bakanı idi. Teftiş Kurulu’na bir görev verildi, İçişleri Bakanlığı (Mülkiye) Müfettişi, Ulaştırma Bakanlığı Müfettişi, Polis Müfettişi, Gümrük ve Tekel Bakanlığı Müfettişlerinden bir heyet oluşturulacak, bu heyette hatırımda kaldığı kadar Cilvegözü, Nusaybin, Habur kapılarında (belki bir iki kapı daha olabilir) bulunacaklar ve mümkün mertebe, hacı adaylarının yurt dışına çıkışları engellenerek, döviz çıkışına mani olunacaktı. Resmi görevimiz “Hac görevinin düzen ve uyum içinde, kolaylıkla yerine getirilmesi” idi. Ancak sağlık, ruhsat, belge, pasaport ve taşıtta eksiklikler bulunacak, bahaneler yaratılacak ve çıkış önlenecekti, talimat bu idi.
Bahri Öktem Habur’da, ben Nusaybin’deyim. Savaş da Cilvegözü sınır kapısında.
93
Nusaybin’e vasıl olduk, hem gidişi, hem dönüşü kontrol edeceğiz. Yani yaklaşık 25-30 gün buradayız. Şehrin içinde iki katlı bir Gümrük binası var, sınırdan 2-3 km içeride, bir de sınırda yine şehirden 500 metre-1000 metre uzakta gümrüklü saha var. Sahanın ucunda bir askeri birlik bulunuyor, hafif bir tepe üstünde küçük bir askeri takım ve bir üstteğmen görevli. Gümrüklü alan da en çok 7-8 dönüm kadar. Kullanılabilir kısmı (asfaltlı) 2-3 dönüm içinde. Kapıda muhafaza memurları ve bariyer, 50-100 metre sonra tek katlı bir idari bina, binanın içi geniş bir salon, salonun yanında, kaçak eşya ve yolcu beraberi ambarı, önünde bir otobüs alacak kadar sundurma, tuvalet, bir, çay ocağı hepsi bu. Müfettişler sabah bu salonda toplanıyoruz ve çıkabilecek problemlere ortak karar veriyoruz.
Şehirdeki Gümrük binasında giriş katında suit otel odası gibi bir çalışma odası, ortada banyo, yanında yatak odası olan bir bölümde ben yaşamaya başladım. İlk günler hac kafileleri yok denecek kadar az. Muhafaza Müdürü rahmetli Hüseyin Midyatlı adlı bir kişi. Gümrük Müdürünü hatırlayamadım. Hüseyin Bey 55-60 yaşlarında çok çalışkan, bilge ve kültürlü bir kişi, Mardin kökenli, iyi bir devlet memuru. Onları da çağırıyoruz, Kaymakam, İlçe Emniyet Müdürü, gümrükçüler hepsine durum anlatıldı. Vali ve Kaymakam da yapılacak işi biliyorlar. Birlikte karar verdik, eski otobüsleri yaştan çevireceğiz. Kafile Başkanları’nın diyanetten kimliği yok diye çevireceğiz. 65 yaş üzerini sağlık kurulu raporu yok diyeceğiz. Herkesin aşı kağıdını arayacağız, dövizlerini sayacağız.Özetle Hacıları salmayacağız, evlerine geri döndüreceğiz. Çok güç de olsa, Cilvegözü ve Habur ile görüştük, aynı konuları gündeme getireceğiz, arayacağız, bulamadık, eksik, olmaz diyeceğiz, artık hazırız, bütün kapılardaki görevliler hem fikiriz.
94
İlk gelen otobüste hemen hemen sorduklarımızın hiç biri yoktu, “tamamlayın gelin” dedik, nerede ise imkansız şeylerdi. Gümrüklü sahadan otobüsü dışarı çıkardık, üstteğmen de güvenlik nedeniyle otobüsleri sınırdan uzaklaştırdı. Hacılar Nusaybin kasabasında konaklamaya başladılar.
İkinci otobüs, üç, beş, on derken, biri-ikisi Hacca gidiyor, sekizi-dokuzu gidemiyor. Sistem kuruldu. Ankara’ya gidip gelenler var, başka bahaneler buluyoruz. Ben 24-25 yaşlarındayım. İçişleri Bakanlığı (Mülkiye) Müfettişi 60 yaşlarında Mülkiyeli bir ağabeyimiz, eski Vali çok tecrübeli, Heyetin de Başkanı gibi ortalığı sakin tutuyor, “çok ciddiye almayın, önemsemeyin” deyip duruyor. Bu heyette ismini hatırladığım, Ulaştırma Bakanlığı Müfettişi soyadı Çankaya olan bir kişi, Polis Müfettişi olan Mehmet Handan Surlu, Vali Emrullah Zeybek, Kaymakam Nazmi Kahraman.
İlk isyan Kaymakam’dan geldi, “kasabada otel yok, ekmek yetmiyor, lokantalar dolup taşıyor, banyo, tuvalet sıkıntısı arttı” diyor. İlçede 40-50 otobüs yollara dizildi. Bu otobüsleri ne yapacağız, geri göndersek gitmezler” derken, akıllı ve yörenin adamı muhafaza müdürü sessizce dedikodu yaymayı önerdi; “Öbür kapılardan kolayca geçiliyormuş” diye. Olumlu etkisi hemen hissedildi ve birer ikişer otobüsler azalmaya başladı.
Bir süre sonra Habur’dakiler buraya, buradakiler Cilvegözü’ne, Cilvegözü Nusaybin’e dolanıp durmaya başladılar. 3-5 gün daha geçmişti, yeni gelenlerle işler iyice karıştı. Artık yol da, dolaşma da bitti. Hacılar 200-300 otobüsle her kapıya yığıldı kaldı.
Mülkiye Müfettişi yine her zamanki gibi sakin, ben telaşlıyım. Dışarıda hiç ses yok, gümrüklü alan bomboş, günlerden Cuma, Suudi Arabistan birkaç gün daha geçerse hacı kafilelerini ülkeye
95
sokmayacak. Cumartesi, Pazar mutlaka yurt dışına çıkmalılar ki, Arabistan’a yetişsinler, en geç pazartesi, salı. Artık bizim görev başarı ile sonuçlanmış gözüküyor. Hükümetin gizliden istediği yerine getirilmiş gibi.
Kavun, karpuz, peynir, ekmek ile salonun ortadaki bir masada öğlen yemeğini atıştırdık, ben sıcaktan dolayı pencereleri açmak için uzandım ki, dışarıdan ilahiler, dualar, duyulmaya başlandı, salona döndüm “Gümrüğe doğru yürüyenler var, ilahi sesini duyuyor musunuz?” dedim. Hepimiz ayaktayız.
Alana çıktık, muhafazaya talimat verdim “kapıyı tutun, kimseyi alana sokmayın” dedim. Bizler dizildik, kalabalık bize doğru geliyor, üsteğmen takımı kapının önüne dizdi. Kalabalığın boyunlarında teypleri var, sonuna kadar açılmış sesleri ile hacı adayları ilahilere iştirak ediyorlar, ilahiler bitince tekbir getiriyorlar, bazılarının göğsünde Türk bayrakları asılı.
Mülkiye Müfettişi ağabeyimizin kulağına eğildim “Üstad, herhalde Kubilay gibi gideceğiz” dedim. Bu cümlem o sakin ve olayları önemsemez adamı değiştirdi ve polise dönüp, “bana, Vali denilen adamı bağlayın” dedi. Vali telsizde ne söylüyordu gürültüden, uğultudan duyamıyorduk, ama o sakin üstadımızın “Çabuk buraya gel” demesini hatırlıyorum.
Polis, asker, muhafaza bariyerin önünde kalabalığı durdurdu. Ancak tekbir arttı, gürültü, bağrışma, taciz, hakaretler havada uçuşmaya başladı. Polis kalabalığı Vali için açmış olacak ki, kalabalık ortadan ikiye ayrıldı, Vali’nin arabası, Kaymakamın jeep’i, polis arabası gümrüklü sahaya girebildi.
Vali Emrullah Zeybek, Kaymakam Nazmi Kahraman, Emniyet Müdürü indiler, “bu kalabalığı dağıtın, konuşun, ikna edin” kararımız ile sonuçlanan kısa müzakeremiz sonucu, kafileden
96
ön sırada 5-10 kişi gümrüklü sahaya alındı, durum anlatıldı, geri gidin falan denildi. Adamlar ikna olmadılar. Geri gittiler, ancak 10 dakika geçmedi ki, kalabalık bariyeri aşarak, bağrışma, çağrışma gümrüklü sahaya hücum ettiler, kalabalık alana doluştu, bizim etrafımız sarıldı. Vali, Kaymakam’a dönüp, “jeepin üzerine çık ve konuş” dedi. Kaymakam daha ilk cümlesini tamamlamıştı ki, taş, toprak, Kaymakam’ın kafa-göz dağıldı. Havaya ateş açıldı, polis, asker kalabalık püskürtüldü. Muhaberede gibiyiz. Hemen “Ne yapacağız? Nasıl bu işi halledelim?” denilirken, vardığımız sonuç yalan ile geri çekilmelerini sağlamak, kandırmak ve gecikince de Suriye’nin hacıları almaması oldu. Bakalım bu yalan ne kadar başarılı olacaktı. Kalabalık geri çekilsin diye “Ankara ile görüşülüyor” lafını yaydık. Bekledikleri takdirde gecikecekler, gecikince de Suriye Hacıları almayacak, burada kalacaklar.
Ankara ile ne konuşulacaktı? “Çok kalabalık oldu, bunlar gitsinler” mi diyecektik. Onlar zaten bunları göndermeyin dememiş miydi? Kaldık ortada. Herkesin tadı kaçmıştı. Bu kez heyet büyümüştü, müdürler, vali, kaymakam da Müfettiş Heyetine dahil olmuş, yine çözüm bulamıyorduk.
Cuma akşamı hem Nusaybinde, hem de gümrükte sakin bir gece geçirildi. Cumartesi ses seda yok, biz iyice gerildik. Arabalarla gümrüğe gelirken, yolun sağı ve soluna dizilmiş otobüslerin arasından hızla geçiyor, konuşmuyor, hatta geçerken nefes bile almıyorduk, hafiften bir korku da bizi sardı.
Pazartesi sabahı Vali Bey’in duyurusuyla kapılardaki tüm otobüslerin geçişine izin verilmesine dair, İçişleri Bakanının yazılı ve şifahi talimatını aldık, otobüsler dizildi, birer birer saldık Suriye’ye. Bizler “Bu nasıl iş? Bizi niye buraya gönderdiler? Niye bu sıkıntıyı yarattık?” gibi konuşmaya başlamıştık ki; Bu işin nasıl
97
çözüldüğünü araştırmaya başladık. Ne Kaymakam, ne Vali durumu Ankara’ya aktarmamıştı. O halde nasıl olmuştu? Sonradan öğrendik ki, İdarenin zor duruma düştüğünü gören Muhafaza Müdürü gizliden 5-10 elebaşına Ankara’ya telgraf çekmesini söylemiş, ardından da “Hacca gitmek isteyen her hacı Ankara’ya telgraf çekerse, gidebilirsiniz” cümlesini eklemiş, uyanık Hacı adayları da İçişleri, Gümrük ve Ulaştırma Bakanlıklarına binlerce telgraf çekmişler, Ankara’da pazartesi günü olayı, bu nedenle sonlandırmış. Bunu çok sonra Ankara’ya dönünce öğrendim.
Rezalet 8-10 gün içinde böyle sonlandı. Bu kez çıkışlar sırasında “sıkı arama yapıyoruz” diye korkutmaya başladık, her otobüse çıkıyoruz. “Dönüşte eşya getirirseniz doğrudan hapise atılırsınız” falan diyoruz. Bari korkutalım da az para harcasınlar, dövizimiz ziyan olmasın istiyoruz.
Muhafaza Müdürü Hüseyin Midyatlı salona yanıma geldi; “Efendim, iki otobüs var, çok ilginç, görmenizi istiyorum” dedi. Ne göreceksem, artık Hac’dan, hacıdan bıkmıştım. Boşa ciddiye alınan 8-10 gün ve Mülkiye Müfettişinin “bu işleri ciddiye almayın” demesindeki haklı çıkışı da beni bezdirmişti. Kalktım, Tüfekçioğlu diye bir otobüs firmasının iki otobüsü kapıda, hiç aklımdan çıkmıyor. Ben önde, müdür arkada ilk otobüse girdim. Kapı ağzındaki iki koltukta iki yaşlı kadın, bütün otobüs genç kız dolu, kiminin göğüsleri açık, çoğu dekolte, kıkırdamalar, öpücükler, ister istemez kafile başkanı hacı analara tebessüm ettim. Bunlar sahiden hacı ana idi, şehirli adıyla mama, otobüs orospu doluydu. Konuşacak ortam değildi, el hareketiyle Muhafaza Müdürünü indirdim, ben de indim. Hacı anaları aşağı çağırdım. “Bu ne iştir” dedim. “Müfettiş Bey, herkes hacca gitmiyor ki, şoförü, kamyoncu, hırsızı, tüccarı hepsi Mekke, Medine dolaşıyor, bunlar gördüm ki, Sudan’dan gelen kara, kötü
98
kadınlarla oluyorlar, onların ihtiyacını karşılayıp, paralarını alıyorlar, ben de düşündüm, en iyi kızlar bizde, Urfa’dan kızları topladım, kızları çalıştırıp, döviz kazanacağız” dedi. Bir sarılıp öpmediğim kaldı, koluna girdim “otobüsü sustur, bir iki sözüm var” dedim. Tekrar otobüse bindik. “Eğer, orada çok para harcamazsınız ve döviz getirirseniz ve otobüsünüz bu kapıdan Nusaybin’den geçerse, ben sizi karşılayacağım. Hiçbir şeyinizi ambara aldırmayacağım. Size kolaylık sağlayacağım, yolun açık olsun” dedim. İnerken “bu iki otobüsü en öne alın ve onların hemen çıkışını sağlayın” dedim. Otobüsler hareket etti, kızlar bana ve Müdüre el sallayıp, öpücük gönderirken, biz de onlara el sallayarak uğurladık.
Son kafileyi de gönderince biz en uzun pazartesiyi bitirmiş olduk. Hac görevinin ilk etabı sona erdi.
Uğurlarken, her otobüse korku salmıştık, dönüşte kızlar hariç hepsini çok sıkı aradık ama gerçekten ülkenin bu güç durumunu anlamış olmalılar ki, çoğunluğu yalnızca tesbih, seccade ve zemzemle geri döndüler.
Dönüşte giderken çektikleri sıkıntının tam tersine kolaylıklar sağladık. Güler yüzle karşıladık, güleryüz gördüler, biz de güleryüz gördük.
Ben “Kubilay gibi gideceğiz” dediğimde, çok rahattım. Her halukarda üsteğmen takım komutanı beni korurdu, çünkü olaylar öncesinde onun hayatını etkileyen bir iş yapmıştım. Bazı akşamlar beni yemeğe çağırır, tepede kamelyanın altında bir iki kadehle akşam yemeğimizi yerdik. Bir gece kendisini çok telaşlı ve keyifsiz gördüm. “Hayrola!” Bir problem mi var?” sorusuna, Jandarma Genel Komutanı’nın sınırları teftiş ettiğini, sıranın Nusaybin’e geldiğini, duyumlarına göre herkesin çok kötü teftiş verdiğini falan anlattı. Ben de “çok kolay, bak sana bir tavsiyem
99
var, şimdi bana iki asker ver, sivil giydir, karşıya Kamışlı’ya geçsinler, birkaç küçük yassı şişe Johnnie Walker viski alsınlar, badem kırdır, akşamdan haşla, suda beklet, kabuğunu ayıkla, cillop gibi çıkan beyaz bademleri buzdolabında beklet, bir de komutan geldiğinde, onun oturduğu yerin önüne bir küçük sehpa koy, komutana bir yorgunluk kahvesi ikram etmek iste, o sırada beyaz buzlu badem, soyulmuş elma ve viskiyi getir, sen gerisine karışma” dedim.
Bana Müfettiş bey diyor; “Müfettiş bey dalgayı bırak” dediğinde, “sen yarın bu işleri sabahtan bitir, askerleri bana gönder, gerisine karışma” dedim. İki asker Kamışlı’ya gitti, viskilerle döndüler.
Öğleden sonra paşa’nın geleceği söylendi, ben gizli bir tebessümle paşayı bekliyorum. Vali, kaymakam, bölgenin komutanları, biz müfettişler tamamlandık, üsteğmen tirtir titriyor. Helikopterin sesi duyuldu. Gümrüklü sahaya indi. Başta vali ve erkan dizilmişiz, tokalaştık, hoş geldiniz sıra bana gelince, paşa “Nadir senin burada ne işin var?” dedi. Koluma girdi ve Paşa “Fazıl Polat” takıma doğru yürümeye başladık. Herkes şaşkın, paşa başımı okşuyor, soruyor, gülüyor, sırtımı okşuyor, arkada erkan yürüyor. Kameriye’nin oraya geldik ki, ben “paşam birer kahve içelim” teklifi yaptım. Teğmen uçarak kayboldu. Kahve gelirken viski, badem, elmalar geldi. Vali, kaymakam, diğer komutanlar yanında yer alırken ben ve teğmen karşıdayız. Asker servis yapmadan, tabağa kendi uzandı. 30-40 dakika gümrüğü, hac olaylarını, Nusaybin’i konuştuk. Üsteğmeni çağırdı, ayakta çakılı duruyor. “Tebrik ederim” dedi. Bütün erkan Fazıl paşayı bir saat sonra uğurladık.
Tabi ki, herkes bu özel durumu sorduğunda “Ben de benim nikah şahidim” dedim, ama kimseye onun Johannie Walker
100
yassı şişe viski, buzlu badem ve elmayı çok sevdiğini söylemedim. Rahmetli eski kayınpederim Jandarma Öğretmen Albay ve Jandarma Okullar Daire Başkanı idi. Genel Komutan’da onun yakın arkadaşı idi. Tanışmamız da bundan ibaretti. İşte bu nedenle üst teğmen “gerçekten çok teşekkür ederim. Viski, badem, elma için ayrıca minnettarım” demesi yeterli değildi. O artık bizi her halde kurtarmak zorunda idi.
Tıpkı benim Bahri üstadı kurtardığım gibi. Tabi ki, Hac nöbetinde Habur’da da bu olayların benzeri olunca birlikte karar oluşturalım demiştik. Nusaybin’e geldiğinde; “akşam dönme, yolda sıkıntı olur, istersen sabah erken Habur’a dön” demiştim. O da “Ne olur, ne olmaz. Habur’da olayım” dediğinde, ben de o gece erken yatmıştım. Gece gümrükte bir muhafaza memuru, bir de ben kalıyorum. Gece kapının yumruklanmasıyla uyandım. Karşımda Bahri Üstad, Muhafaza Memuru, şoför telaş içindeler “ne oldu?” derken, şoföre yatacak bir yer ayarlandı, Bahri benim odaya misafir oldu. Sonunda benim dediğime gelmişti. Yolda Jandarma ile kaçakçı veya terörist (o zamanlar eşkıya denirdi) çatışması olmuş, onlar da iki ateş arasında kalmışlar, çatışma durunca Jandarma onları oradan alıp, geldiği yere geri göndermiş, çatışma bir saate yakın sürmüş, Bahri ve diğerleri Habur’a gidememişlerdi. Bahri yeni alınan jeeplerin tentesi gibi bej surat rengini ancak birkaç saat içinde normale döndürdü. Bizim jandarma sınır takımı gibi, Güneydoğu’nun o zamanlar “hükümet” denilen Jandarması da bir başka müfettişi böyle kurtarmıştı.
Böyle renkli olaylara rağmen, hac görevinde boşa giden bir yirmibeş-otuz gün diye düşünürsek yanılırız, zaten ben de öyle yapmadım. Boşa günler geçirmedim.
Şehir dışında olan Gümrük binasında yatıp kalkınca yemek içmekte problem olmuştu. Çaycının yanında çalışan 9-10
101
yaşlarındaki Abdülrezzak adlı bir kürt çocuğuna görev vermiştim. Ona 5-10 lira verdim, “her sabah bana taze lavaş getir” demiştim. Peynir, zeytin, tereyağı almıştım. Buzdolabı yoktu, bir iki de bisküviyi iyice temizlediğim masadaki alt çekmeceye koydum. Sabahları Abdurrezzak gelince, sıcak lavaş, çay ile çekmeceden kahvaltılığı çıkarıp, kahvaltı yapıyordum. Bir çatal, bir bıçak aldırmıştım. Ama alınan bıçak “sustalı” idi. Kırmızı, yandan açılan bir sustalı bıçak. Abdülrezzak çayı, lavaşı getirirken, gözü hep sustalıya takılıyordu. 2-3 gün sonra beğendin mi, okumayı sökersen sana veririm dedim. Gözleri parladı. Sustalı artık en önemli eşya, ben çatalı da önemsiyorum, ta ki farelerle karşılaşıncaya kadar. Sabahları kahvaltı için peynir ve tereyağını çıkarıyorum ya, her ikisinin üzerinde çatal izi var, anahtar Abdülrezzak’ta, düşünüyorum, herhalde ben sınır kapısında iken, öğlen odaya giriyor, bir parça ekmekle yağ ve peynirden yiyor diyorum, ses çıkarmıyorum. Her sabah çatal izini görüyorum, görmemezlikten geliyorum. Ta ki bir sabah çekmeceyi açtığımda iki küçük fındık faresinin peynir ve yağı benimle ortak yiyişini görünceye kadar.
Abdülrezzak Türkçe konuşuyor, ama okuma yazma bilmiyordu. Düşündüm hacıları uğurla, karşıla, başka iş yok, bir de uyduruk bir soruşturmam var. Bu çocuğa okuma-yazma öğreteyim. Defter, kalem aldık, kapladık, alfabe her şey tamam, sabah erken geliyor, çayı demliyor, bu arada yaklaşık bir saat ders çalışıyoruz. Akşam ev ödevi veriyorum, iyi yaptı ise, para veriyorum, yazlık sinemaya gitmesini sağlıyorum. Hep Yılmaz Güney seyrediyor, sabah filmden konuşuyoruz. Kahvaltıyı bazen birlikte yapıyoruz. Oğlum gibi oldu, bana deli divane “Sen Müdürden bile büyüksün di mi abi?” diye sorarken gözleri pırıl pırıl oluyordu. Kim bilir neler düşünüyordu? Herkesin çekindiği adam, o büyük adam, onun arkadaşıydı. Hacıları karşıladığımız
102
otuz günün sonunda Abdülrezzak okumayı sökmüş, yazıp çiziyordu,(zaten ufak-tefek okul görmüştü) ona kitaplar aldım. Turne biterken, son gün ona masanın üzerindeki sustalıyı (tabi ki çatalı da) hediye ettim. O da sarıldı elimi yüzümü öptü. “Ankara’ya bana mektup yaz” dedim.
Sonbaharda Abdülrezzak’dan bir zarfın içinde hediye olarak Yılmaz Güney resmini ve yazdığı mektubu alınca, çok yararlı bir iş yaptığımı anladım. En çok Yılmaz Güney’i, Bülent Ecevit’i ve beni sevdiğini yazmıştı.
Anılarda kalanlara sevgi ve selamlar.
103