Mülkiye’deyim


Deprecated: implode(): Passing glue string after array is deprecated. Swap the parameters in /var/www/wp-content/themes/largo-0.6.4/inc/post-social.php on line 157
Print More

Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi’ni 1971 yılında bitirdim. Bir çocukluk heyecanı veya dönemin modası olsa gerek Türklük, Ergenekon, Turan beni kendine çekiyor. Kimden esinlendi isem; siyaset yapmak, lider olmak, toplumda yol gösterici olmak istiyorum. Nedenini sorsalar cevap veremem.

Bahçelievler Deneme Lisesi 1968-1971 yılları matematik sınıfı. Esat, Nazlı, Şebnem, Sinan, Kenan, Faruk, Atilla, Tibet, Mustafa Aynur, Nilüfer, Bülent ve Ben

Bu düşüncenin bendeki tek somut yararı Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmek oldu. Annem “mühendis” ol diyor. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sınavı ayrı, bu sınava girmek üzere babamla İstanbul’a gidiyoruz. Harem’de otobüs terminali var, bazı otobüsler feribotla Sirkeci’ye geçiyor ve henüz boğaz köprüsü yok, biz

27

Harem’de otobüsten indik. Sabahın ilk saatleri, salep içiyoruz, ilk defa içiyorum, tarçın, sabah serinliği, salebin yükselen dumanı. Sınava nasıl girdim? Ne zaman kazandım? Ne oldu? Hiç hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, Harem, salep, öğlen vakti de Çemberlitaş’ta ızgara balık. Kısa süre sonra İTÜ Makine bölümüne ön kayıt yaptırıyoruz. Babam çok istekli değil, “Kay- seri’de Gevher Nesibe Tıp Fakültesi yeni açılmış, bari oraya gir”diyor. Mühendislik yerine doktorluğu tercih ettiğini söylüyor. Annem ve babam farklı yerlere çekiyorlar, ben Mülkiye istiyo- rum. Ankara Üniversitesi’nde ön kayıt açılmış, ilk listede Mülkiye’ye giremiyorum. Hayallerim yıkılıyor, bilmiyorum ki iki, üç, beş, sekiz ön kayıt açılacak. İstanbul’a İTÜ’ye kayıt yaptırmışım, kaydı sildirip Kayseri’ye karar veriyoruz. Annem “oğlum, canım, ciğerim” diye ağlamaya başlıyor. Onun da kayıtları kapanacak, neyse ki, Mülkiye’ye ikinci ön kayıtta 1011 numarası ile kaydoluyorum.

Mülkiye’de Deneme Lisesi’nden kalma çalışkanlıkla dersleri dikkatli ve devamlı izlemeye başladım. Bahçelievler 7.Cadde’de 25.Sokak veya 27 nci sokağın başında bir evde oturuyoruz. Troleybüs var, boynuzlu, telleri izleyerek Dikimevi’ne kadar gidiyor, ortada bir meydan var orada geri dönüyor, gerisin geri Bahçelievler. Belirli saatleri var, öğrenci pasosu ile yolculuk 25 kr, ancak kaçırırsan 56 Chevrolet Station dolmuşlar var, arka koltuk 3 kişi, önde ve ortada ikişer kişi alıyor, bazen şoför “arkayı dörtleyelim” de diyor. Dolmuşla Kızılay 50 kr, Dikimevi 75 kr. (Gençlerin okuduğu “1001 Roman” adlı bir çizgi roman 50 kuruş, pahalılığı siz anlayın.) Neyse kısa bir süre sonra Emek Mahallesi 4.Cadde’ye taşındık. Yeni bina, kaloriferli, banyosunda küvet var, üstelik kirası da ucuz, aklımda 400 TL gibi kalmış, ancak bu evimizden sonra, bugünkü Milli Kütüphane’ye kadar hiç ev yok, yol yok, Milli Kütüphane de yok. Bugün Milli

28

Kütüphane ve parkın olduğu yerde askeri birlik var. Otobüs İsrail Evlerinin oradan giriyor. Bugünkü Cumhuriyet Lisesi’ne gelmeden 4.Caddeyi terk edip, sağa dönüyor 8.caddeye iniyor, oradan tekrar sağa dönüyor tekrar İsrailevlerinin önünden Beşevler’e bağlanıyor. 8.Cadde de Yıldız bloklarından sonra ev yok.Sanırım ikinci sınıfta bu evden otobüsle Cebeci yapıyorum. Otobüsle yolculuk yine 30-40 dakika sürüyor.

4 Ekim 1971’de Mülkiye’de ders başı yaptım. Dersler 08:30’da başlıyor. Ben 08:15’de Cebeci’deyim. Büyük anfi denilen 400- 450 kişilik bir sınıftayız geldiğimde ilk dört sırada defterler, kalemler konulmuş, herkes herhalde kantinde diyorum. Üç beş kişi oturmuş bekliyor. İlk hafta okulu tanımakla geçti. Kimse bir üst kata çıkamıyor, orada 3 ve 4.sınıflar var. Uluslararası (Hariciye), Maliye-İktisat (Maliye), İşletme ve Kamu Yönetimi (İdari) bölümleri ikinci kattalar. Onlar da 12 Mart’ın arkasından okulda tutuklanmadan kalan üç-beş öğrenci. Birinci sınıf öğrencileri büyük anfide, ikinci sınıf öğrencileri küçük anfide ders görüyor, birinci sınıf 450 kişi, ikinci sınıf 300 kişi.

Öyle Hocalar geliyor ki, sonradan farkına varacağız. İsmail Türk (Maliye dersine geliyor, o günlerde Maliye Bakanı) Turan Güneş (Siyasi Tarih, o da Dışişleri Bakanı) Haluk Ülman (Dışişleri Bakanı) Besim Üstünel (İktisat dersinde Ticaret Bakanı) Sait Kemal Mimaroğlu (Ticaret Hukuku – Türkiye Öğretmenler Bankası’nın başında), İlhan Öztrak (Hukukun Temel Kavramları – Devlet bakanı), Anayasa Hukuku’na Muammer Aksoy ve Mümtaz Soysal giriyor. Öğretimin yanında müthiş bir eğitim aldığımızın henüz farkında değiliz. Hocaların değerlerini kavrayamıyoruz ama gözümüzle, ruhumuzla, hayranlıkla izliyoruz. 12 Mart 1971 muhtırası verilmiş, hocalar tutuklanmış, boykotlar THKPC, TİKKO, Dev Genç, Halkın Kurtuluşu, Ülkü Ocakları, Bozkurtlar ortalık toz duman. Çok ders çalışıyoruz

29

desem yalan, kimse çalışmıyor. Bazılarımız derslerle ikinci dönemde ciddi olarak ilgilenmek durumunda kalıyor. Çünkü geçer not “7”. 10 üzerinden “7” alacaksınız. Üssü mizan var. Eğer tutturamazsak “7”nin altında not aldığımız tüm derslerden kalmış sayılıyoruz.

Sürekli not tutuluyor kitap yok, not alışverişi çok, uyanıklar notlarını teksir yapıyor, satıyor, bazıları karbon kağıt koyarak birkaç nüsha not tutuyor, bu şekilde çoğaltıyor. Ben birkaç arkadaşla oturuyorum. Onlar da sıkı not tutuyorlar, ben de hem hızlı hem ciddi not tutuyorum, biz de karbon kağıtcıyız.

Ön sırada oturanlara dikkat ediyorum. Aynı tipler, sonra meslektaşım olacak Savaş Özdoğan, Zeki Tüyen ve Sevgin (Sonra Mahfi Eğilmez’in eşi olacak), Hesap Uzmanı olacak Kostüm Zeki ile Ferhat Fahran en öndeler. İkinci hafta bir otobüs önce geliyorum. Saat 07:45, okuldayım. Tek tük hademeler gelmiş, yine kitaplar ilk sırada. Anladım ki, bunlar geceden boş defter kitap koyuyorlar, aldım defterleri arkaya attım. En öne oturdum. Sabah arkadaşlar gelince “Hop, mop! Ne oluyor?” dediler. Derken, o ders benim arkamda yer aldılar ve böylece tanışmış olduk. Her zaman çalışkanlığı ile önde olan, Savaş Özdoğan’la böyle tanıştık.

Artık yerim belli, hiç telaş etmeden, her zaman boş bulduğum 4.sırada oturuyorum. Yanımda Erdem Kıyak, Mevlüt Osman Çelebioğlu, İbrahim Toptepe, Akil Altunişler, Vecdi Candemir, Serpil Sancar, Sultan Ali Barutçu, Elbirle Gönülal, Mine Çımrın yer alıyordu. Beni önceleri ciddiye almayan faşist diyen, asker kızı solcu Elbirle ile ileride evlenecektim. İbrahim Toptepe’de amcamın torunu Hadiye ile evlenecekti. Akil ve Vecdi aile dostum, gençlik arkadaşlarım, Savaş Özdoğan da meslektaşım ve oda arkadaşım olacaktı.

30

İlk 10-15 gün çok hızlı geçti. Artık sabahları birlikte kantine gidiyorduk. Kızlar Hukuk Fakültesi’nin kantinini dahi biliyordu. Bina dışında bizim fakül- teye bağlı Basın Yayın Yüksek Okulu’na gitmeye başladık. Jandarma okul girişinde, çevrede nöbette idi.

Hemen arkamda 5.sırada, sessiz bir oğlan var. Türkçesini dikkatli kullanarak, Kürtçesini saklıyordu. Adını henüz bilmiyordum, bazen silgi istiyor, bazen “fazla kalem var mı?” derken arkadaş oluyorduk. Artık sabahları selamlaşıyorduk. Birkaç gün sonra da “ben Abdullah” diye kendini tanıttı. Ancak derslerde hep yalnız oturmaya devam etti. Yanında koruma gibi iki çocuk otururdu, birinin adı “Yumni” idi. Bizleri zengin çocuğu sanarak veya şehirli diyerek hep mesafeli kalmıştı.

Bir gün ders sırasında anfiye üst sınıf öğrenciler girdiler ve boykot kararı aldılar. Hepimiz dışarı çıktık, bizler çaylaktık. Jandarma geldi, itiş kakış, jop, dayak derken bir kısım öğrenciyi alıp gittiler. İlk boykot ve gösteriyle böyle tanıştık. Ertesi gün Abdullah yoktu. Aradan birkaç ay geçti, yine boykot kararı alınacak. Kürsüde bağıranların en önünde bu kez Abdullah var “Bağımsız Türkiye”

Mülkiyenin ön bahçesi 1971-1972 olmalı. Ayakta boyacı genç, rahmetli Kenan Onuk, Suha, Enver, Serdar, Akil ve ben

31

“Tek Yol Devrim” diyordu, henüz “Bağımsız Kürdistan” günleri değildi.

Evet, bu genç bizden en çok iki, üç yaş büyük, imam hatip kökenli Tapu Kadastro Meslek Lisesi çıkışlı idi. Siyah gözleri yüzünden daha önde durur gibi, parlak ve iri idi. İkinci sınıfta onu hiç görmedik. Okula geldiğinde, dışarıda olduğun da, boykot ve gösterilerde idi, son sınıfta iyi yetişmiş, entel ve elit çocuklar da sol ve sosyalizm söylemleriyle onun yanında yer alıyordu. İşte bu Abdullah “Apo” idi, “Abdullah Öcalan” idi.

Seçilmiş sınıf arkadaşlarım var.

İkinci ilginç tip bence Fehmi adıyla bildiğimiz biri idi. O birinci sınıfta kalmış, ikinci senesini bizimle okuyordu. Bana hemşehrilik ile yaklaşmış, Adanalı biri idi. Ben de liseden bozkurt ve ülkücülere ilgi duyuyorum ya, yakınlaştık. Yanında İsmail ve Akif diye iki arkadaş daha var, Fehmi ile “UĞRAŞ” adında bir dergi çıkarıyorlar,

32

daha ben bulaştım, tanıştım derken, ikinci sınıfta Alaattin Şenel’den etkilenerek çoktan yön değiştirdim.

Sonra Fehmi site öğrenci yurdunun önünde bıçaklandı, ağır yaralı olarak aylarca hastanede kaldı. Sonra onu Alpaslan Türkeş’in özel kalemi “Hasan Fehmi Yücesoy” olarak izledik.

İsmail ve Akif ise bürokraside hızla ilerlediler. O zamanlar eski Türk Ocakları mudavimi abimiz Mesut Yılmaz gibi, Akif’te Anap’ın desteğiyle Gelirler Genel Müdürü ve derken CHP Genel Başkan Yardımcısı Akif Hamza Çebi oldu ve her zaman arkasında olduğumuz bir dostumuz ve arkadaşımız olarak hep bizimle oldu.

Adı “Alaattin Şenel” ama “Adam Şenel” yazılır, çizilir bir hocamız vardı. Benim hamurumda çok etkin olmuş ve çok katkı yapmıştır. Siyaset Bilimi hocası idi, Bülent Daver hocanın asistanı mı idi, yoksa çıktığı kız mı hocanın asistanı idi tam hatırlamıyorum. 2.sınıfın ilk dönemi, onu dinlerken kendimi Roma’da senotada konuşurken veya Milet’te bir çeşme önünde felsefe konuşurken hayallerdim, o kadar havaya girerdim. Onun dersinden çıkışımda soluğu kütüphanede alır, Yunan klasiklerini yer yutardım. Kütüphane’de görevli Hüseyin Efendi kimseye iki kitap vermez, ben iki, üç kitap alır, 8-10 gün olmadan okur geri getirirdim.

Sultan Ali Barutçu Kıbrıs Türkü idi. Troleybüste eve dönerken arkadaşlığı ilerlettik. Ardından ona aşık oldum. Beşevler’de iniyor, onu kız yurduna bırakıyor, kapıda kıkırdaşıyor ve sonra yürüyerek 4. Cadde’ye gidiyordum. Daha öpüşme, sevişme pek bilmiyor, hayaller içinde yüzüyordum. İlk öpüşmeler kapılarda “Allaha ısmarladık” öpücüğü gibi başladı, sonra bu güzel kız ile evleneceğim diye tutturmaya kadar gitti. Ancak bu Mülkiyeli ilk sevgilimin birinci sınıfta iki kez çakması ve okuldan atılması ile ilk aşkım bitti. İkinci aşkım farkına varmadığım ama herkesin gözünde olan Elbirle idi. Arkadaştık, yazar, çizer, not alır-verir, pastane,

33

kahve sohbetleri olur, ama hiç aşk kıvılcımı olmazdı. O ve Mine kanka idiler. Ben de onlara takılır olmuştum. Nasıl olduğunu hatırlamıyorum Mine koptu, ben Elbirle’ye arkadaşlık teklif ettim, sinemalar, ders asmalar, Anıttepe parkları, ikimiz de çok kitap okuyoruz. Ben Roma ve Yunan’dan koptum, günün modası Hindistan’a Nepal’e yöneldim. Sonra da Elbirle’nin etkisiyle sol, sonra sosyalizm, Marks, Mao, Hegel falan derken, artık slogan değil teoriyi anlayan ve anlatanların arasında karıştım.

Kızlarla geziyorum, eylemlere destek olmuyorum, saçlarımı omuzlarıma kadar uzatıyorum diye dövecekleri kulağıma geldiğinde, tam Hukuk Fakültesi’nin karşısında Devrimci Hareket mi? Devrimci Yol mu? Bir derneğin lokalinde bir tartışma ve sunum vardı. Ben de gittim, anlatanlarla tartışmaya, sonra da tahtada anlatmaya başladım. Devrimcilerin saçları kısa olur ve bıyıkları ağzını örterdi, benim bıyıklarım seyrek olduğu için, çenemde sakal bırakmış ve uzun saçlarımı da at kuyruğu yapmıştım, anlayacağınız tam dayaklık idim. İşte o günkü sunumdan sonra, benimle kimse tartışmaz oldu ve her yanımdan geçişlerinde de selamlaşır olduk. Bu yöntem bilinç altıma yerleşmiş olmalı ki; benimsemediğim düşünce ve inançları da öğrenmeye ve bilmeye, ardından da eleştirilerde karşı tarafı rahatsız etmeden ikna etmeye çalışmayı öğrendim. İleride felsefe, din ve dinler tarihinde de aynı yolu izleyecektim.

Mayıs ayında sahneden çekilirdim. En şahane fırsat, en güzel kadın, en iyi film, en mükemmel yemek hiç biri beni etkileyemez, sınavlardan 30-40 gün önce eve kapanırdım. İnzivaya, odama, çilehaneme çekilirdim. İçki, eğlence hepsini rafa koyardım. Özellikle İbrahim Toptepe ile çalışır, kendime koyduğum prensiplerle 17:00-18:00 arası Elbirle ile parkta buluşur, özlem giderir ve hemen eve dönerdim. Bu arada Elbirle işletme bölümünde evde kalmış bir muhasebe hocasının hışmına uğramış

34

ve sınıfta kalmıştı. Ben dörtte iken; o, idari bölüme geçmişti. Derslerde de ayrıldık ya, artık beraber çalışmıyor, kışın aşık, yazın sınav döneminde de uzak arkadaş oluyorduk. “Üss-ü mizan” denilen ne olduğunu bilmediğimiz sistem nedeniyle (derslerin ortalamasının 7 nin üzerinde olması) sabahlara kadar çalışır, kahve, çay, sigara ile ölür biterdik.

Lisede matematik bölümü mezunu idim, bu nedenle, istatistik, ekonometri, matematik derslerini seçmiştim. Çünkü Devlet Planlama Teşkilatı’na girmeye karar vermiştim. Çalışıyorum, çalışıyorum, İbo’da aynı dersleri alıyor. Uğur Korum en sevdiğim hoca, siyasetle ilgileniyorum, uzmanlaşıyorum. Planlamacı olacağım, Sovyet plan ve bütçe sistemlerini karıştırıyorum, araştırıyorum. DPT’de çok beğendiğim, çok beğenilen, çok yetenekli insanlar var, heyecan yapıyorum.

Bu arada Sultan gibi, Vecdi de okuldan atıldı. Akil 2.sınıfta kaldı vs. derken, bazı sınıf arkadaşlarımızla yollarımız ayrıldı. Bir tek İbo ile kaldım. Onunla kışın okul arkadaşlığımız, yazlara da taşındı. Birlikte sırtta çadır, o yıllar adı yeni duyulmaya başlayan Bodrum ve Marmaris’i fethetmeye giderdik.

Bu arada rahmetli dayım Kamil Karavelioğlu Tabii Senatör (27 Mayıs 1960 ihtilalini yapan Milli Birlik Komitesi’nin yüzbaşı üyesi ve tek solcusu) onun vasıtasıyla Meclise gidiyor, bütçe görüşmelerini izliyor, kanun tasarılarını inceliyor, fikir sahibi oluyordum. Sanırım medeni cesaretim de böyle gelişmişti. Bir keresinde bütçe görüşmelerinden sonra verilen yemekte dayımın davetini kabul ediyor, yaşlı başlı senatör ve milletvekillerinin masasında yiyip içiyorum. İlk davette koca adamların “hadi içelim”lerine uyup sarhoş olmuş ve memur ve ailesine o zamanlar iki yılda bir verilen, güçlükle alınan gözlüğümü kusarken tuvalete düşürmüş ve elimi sokup almıştım.

35

Bu oluşan cesaret ve kendime olan lüzumsuz güvenimle; arkadaşım Vecdi Candemir’le Çankaya Botanik Bahçesi’nin tepesinde şimdi Atakule Binası olan yerde, hava kararınca bankların üzerinde içilen ucuz köpek öldüren şaraplarla, sarhoş olunca, gece geç saatte otogara gitmiş, (o zamanlar şimdiki Büyükşehir belediye binasının yerinde idi) Karabük’e bilet alıp, sabah Gül’lerin evinin kapısını çalmıştık. Gül Vecdi’nin aşkı idi. Anlayacağınız gece eve gitmemiş, kafayı bulunca artan cesaretimle başka bir şehre gitmiş, kapıyı açan Gül’ün babasına (hürmetle önünde eğiliyorum) “kızınızı istemeye geldik” demiştim. O muhterem kişi de bizi kovalamadan içeri almış, kahvaltı, çay ikram ederek sohbet etmiş, “ileride umarım olur” demişti. Biz iki salak, kızı ruhen almış ve Ankara’ya dönmüştük. Ancak yıllar sonra Vecdi’nin Gül ile evlenmesi de bunun doğru ve başarılı bir girişim olduğunun teyididir.

Ancak sonraları bu iki sarhoşluk olayının çok etkisinde kalmış olmalıyım ki, bu yaşıma kadar hiç sarhoş olmadım, bir kez ikinci eşim Meral ile düğünde çakır keyif oldum, hepsi bu. Hep efendi gibi içtim, kokteyl ve yemeklerde hep havayı ayık kokladım.

Bu cesaret ve güven ileride beni sosyal olayların içine çekerken, mutfakta da tecrübemin artmasına neden olacaktı. “Her Mülkiyeli her işi yapar” ilkesiyle, yemek yapmaya başladım. Tatilde, gizli tutulan bekar evlerinde, gece ders çalışmalarında hep bir şeyler denedim. Mülkiye’de başlayan bu ilgi Müfettişlikte gezilen yerlerin çeşitliliğiyle hızla arttı, gelişti ve güzelleşti.

Birinci sınıfta boykottayız, biber gazı, TOMA yok, tazyikli su yok ama panzer var. Panzer tank gibi bir şey, Mülkiye’nin merdivenlerini hızla çıkabiliyor, biz taş atıyoruz, öndeki polislerde jop ve kalkanlar var, hepsi bu. Onlar ileri, biz geri, sonra onlar geri, biz ileri. Okulun önü Cebeci Caddesi’ne taşıyor. Polis kovalıyor, biz Hukuk Fakültesi’nin merdivenlerine kaçıyoruz. 10-15 basamakta bin kadar

36

öğrenci toplanmış, gösteri yapıyor ve slogan atıyoruz. Çünkü polis caddenin karşı tarafında. Değişik bir araç caddenin ortasında duruyor, kimse onun ne işe yaradığını henüz bilmiyor. Üstü kapalı, tank gibi bir şey, hafifce bize doğru hareket ediyor. Merdiven başına geliyor, merdiven çıkacak hali yok ya, biz bağırıp, çağırıyoruz, önlerdeyim. Aman Allahım polis gelmiyor ama araç merdivenleri çıkıyor. Herkes gibi ben de şaşkınım araç üzerimize geliyor, dağıldık, fakültenin içine kaçtık. Adını daha sonra öğreneceğiz ki, bu aracın adı “panzer”. Yokuş merdiven demiyor, çıkıyor. O günden sonra toplumsal olaylarda tek rakibimiz panzer oldu. Yanımda kurşunlanarak öldürülen arkadaşlarımızı veya bıçaklanan dostlarımızı gördüğümüzde bile böyle bir korku ve telaş yaşamamıştım.

Unutulmaz bir Mülkiye anısı da; birinci sınıfta notların asılması: Benim notlarıma bakınca geçtiğimi gördüm. Bağrışma ve haykırışlarımla yanımda duran İbo’ya sarıldım. İngilizce hariç sekiz dersimiz var. Notlarıma baktım. Tüm notlarım5.5, 6, 6.5, 7, 7.5, 8 sevinçten uçuyorum, en düşük 5.5 o da bir dersten diğerleri 6, 6.5 iki tane 7,8 var. İbo’nun notlarına hızla göz attım. O da aynı, döndüm “İbo, geçmişiz lan” dedim. İbo’nun suratı çok kötü “Salak mısın? Yanlarında nokta var” dedi. Ben “nokta ne anlama geliyor?” dediğimde “sınıfta kalmışsın” dedi. Ben de 6 derste nokta var, İbo’da 4 derste nokta var. Hiç zayıfım yok 8 dersin 6’sından sınıfta kalmışım. Olacak iş değil, 8 dersten 7 not ile 56 not almam gerekiyormuş, ben 53.5 almışım ve 56’yı tutturamadığım için 7’nin altındaki tüm derslerden kalmışım. Tabi eve geldiğimde babama “3 dersten Eylül var” diyebildim. Kısa bir tatil ve hemen çalışmalara başladım, Eylül’de tüm dersleri verdim. Bu kez 56’yı kolayca aştım. İkinci sınıfta felsefe, eski Yunan derken tecrübeliyim ya yaza bu kez erken kapandım. Deneme Lisesi’nden arkadaşım Süha’da birinci sınıfta biz ders çalışırken o bahçede top oynuyor.

37

Bana “Ne zaman derslere başlayayım?” dediğinde, “artık çok geç, sen tatile çık” dedim alaycı bir ifade ile…Süha’da öyle yaptı, yıllar sonra benim yüzümden sınıfta kaldığını, bu derin tecrübe ile daha sonra parlak öğrenci olduğunu ve Merkez Bankası’nda Genel Müdür olduğunu hep anlatır. Ben de bu korkuyla hep çok çalışkan oldum, herhalde.

İbrahim, Mine ve ben Prof. Dr. Rahmetli Uğur KORUM Hoca’nın istatistik dersindeyiz. İbrahim o gün derse gelmemiş, hoca da sınav sonuçlarını okuyacak, “ilginç bir yol izleyelim, ben tahtaya cevapları yazayım, siz de kendinize not verin” dedi. Anlaşılan kağıtları oku- yacak vakti olmamış. Bana döndü “Nadir, İbrahim’in kağıdına da sen bak!” dedi. Kağıtlar elimde, gözüm tahtada notu biz vereceğiz ya, İbo’nun kağıdı ile oynamaya başladım. Her cevap 2 puan. İlk sorunun cevabını okumadan üstünü çizdim. Üzerine “Bu soruya böyle cevap vermezler, peynir ekmek ile yemezler, bizim mahalleye gelmezsen, sana da İbo demezler” diye saçma bir şey yazdım, ya- nına sıfır (0) ekledim.

İkinci cevapta “Yavru’cuğum okuduğunu mu anlamıyorsun, yaz- dığını mı anlatamıyorsun, sana bu cevap yakışıyor mu? 0,75” yaz- dım.

38

Üçüncü soru “Ya arkadaşlarına bak öğren ya da odama gel öğrete- yim yavrum! 1,38” yazdım.

Diğer cevaplara aptalca yazılar ekledim. Sonunda topladım. 4,63

yazdım oysa yaklaşık olarak 8 veya 8,5 alacak bir kağıdı var, benden daha iyi, üzerine kalp işaretleri yaptım.

Uğur Hoca herkese sordu. Ben kendime 7 verdim, İbo içinde 8 veya 8.5 dedim. Not aldı. “İbo’nun kağıdını kendisine ver, kontrol etsin” dedi.

Ertesi günü İstatistik dersi yok, ancak İbo’ya kağıdını verdim. Mine’nin, Elbir’in yaptığımdan haberi var. Kağıdı okuduğunda “Ne diyor ulan bu herif?” dediğini hiç duymazdan geldim. Ders bitimi kendini dışarı attı, hocaya gidecek, biz boşver falan diyoruz ama nafile. Uğur Hoca’nın odasına geldi. Biz kolunu, elini tutuyoruz. Kapıyı çaldı, girdi, biz de ardından içeriye…

“Hocam bu nedir?” dediğinde, “Ne diyorsun oğlum sen” cevabını aldı. “Hocam terazi ile mi tarttınız 4.63 ne demek?” dedi.

“İbrahim sen ne diyorsun? 4.63 ne?” dediğinde biz gülüştük.

“Hocam, bu yazıları size yakıştıramadım” dediğinde, Uğur Hoca kağıdı aldı, okudu, güldü, okudu güldü. “Evladım bak arkadaşların yanında, sana şaka yapmışlar anlayamadın mı?” dedi, başını sallayarak bizi uğurladı. Adına ne kadar uygun olmuştu. Bizi kovalayabilirdi, cezalandırabilirdi, Uğur hoca bizleri odadan “uğur”ladı.

Çok iyi öğrendiğimi sandığım “Mikro İktisat” dersinde Orhan Türkay hocadan 1.5 alınca da şoka girmiştim. İnanamamıştım. Notu görünce 15 üzerinden 15 aldığımı düşünmüştüm, yine noktayı görmemiştim. Hoca’ya itiraz ettim, sonuç alamadım. Odadan çıkarken, “bu dersten 10 alacağım” dedim. Rivayet şimdiye kadar üç kişiye 10 vermiş, zaten onlar da asistanı olmuş. Eylül’de Lale, ben ve hatırlayamadığım bir kişi 10 aldı. Tarih yazdık ve Lale de herhalde sonra asistanı olmuştu.

39

Mülkiye’den 1975 Haziran’ında mezun olunca, havalara girmiştim. Her şeyi yapabilirdim! Her sınavı kazanırdım! Ben her şeyi biliyordum!

DPT sınavı açılmadı, önce İstanbul Bankası’nın sınavına girdim. Sonuç sıfır, sonra Sayıştay sınavı, muhasebe koca bir duvar önümde. Türkiye Öğretmenler Bankası, sonuç başarısız. Bize yeniden çilehane gözüktü, 3-4 ay evden çıkmadım. Ekim aylarında sınavlara giriyorum. Eylül mezunları da gelmiş, onların bilgileri daha taze gibi geliyor ve korkuyorum. Ancak öyle olmadı,daha sonra girdiğim her sınavı kazanır oldum.

Kızılay’dan Sayıştay’a yürüyerek gidiyordum, Opera Binası’nın önünden geçerken, duvarın üzerinden biri bağırıyor “Nadir, Nadir bize bak!” Gümrük ve Tekel Bakanlığı’nın o tarihi binasının önünde Savaş, Zeki, Ferhat üçlüsü bana sesleniyor. “Gelsene Gümrük’te sınav açılmış” Gümrük ne? Tekel’de ne iş yapılıyor? Hiçbir bilgim yok. Teftiş Kurulu’na çıktım, Başkan Yardımcısı Yunus Nadi Kural formlar verdi, doldurdum, hep yanımda olan evrakla gezdiğim için ekledim, verdim. O sınavı da kazandım. O zamanlar Maliye Müfettişliği, Gümrük Müfettişliği, Ticaret Müfettişliği en baba yerler, arkasından Hesap Uzmanlığı, bakanlık müfettişlikleri, devlet bankası müfettişlikleri ve sonra diğerleri sıraya giriyordu. Savaş ile Zeki bu işleri sıkı takip ettiklerinden bana da vesile oldular. Gümrük ve Tekel Bakanlığı Müfettiş Yardımcısı oldum.

Aklım Devlet Planlama sınavında idi. Henüz sonuçlar belli olmamıştı. Babam 1951 Yıldız Teknik Üniversitesi mezunu, harita mühendisi 25 yıllık Baş mühendis ve Daire Başkanı iken 1.800.-TL almakta, benim müfettiş muavini maaşım 3.450.-TL çok büyük para. Planlama belli oldu, Zafer, ben ve 4 arkadaş sözlüye çağrıldık. Sözlü öncesi, çok beğendiğim Ekonomik Planlama Daire Başkanı İcen Börteçine’ye gittim. Demokrat ve solcu bir adam. Kimin aracılığıyla

40

gittim, hatırlamıyorum. Beni dinledi, aldığım dersleri, kazandığım yeri anlattım, “lisede matematik mezunuyum DPT’yi istiyorum” sözüm üzerine “tuvalete git sonra konuşalım” dedi. Ben çok uyanık ve akıllıyım ya bu adam bana musluk, lavabo, pencere, sabun sayısını soracak, hafızamı denemek istiyor” diye düşündüm. Tuvalette kapı, lavabo, pencere her şeyi saydım, ezberledim odaya geri geldim. “Eeee! Elibol, ne gördün bakalım?” dedi. İçimden gülüyorum, “sor ulan, sor” diyorum. “Anlamadım, neyi görmeliydim?” dedim, safca. Bekliyorum sorsun da cevabı yapıştırayım. “Kapının arkasında ne gördün?” Allah kahretsin! Kapının arkasına bakamadım ki, suratım düştü. “Oğlum, takunyaları görmedin mi?” Ne takunyası, ne kapısı. Ben dağılmışım. “Evladım, burası sana yaramaz, namaz, abdest senin işin değil, hem burada sözleşmeli çalışacaksın. Hadi sen gümrükteki işine dön, orada ilerle” dedi, böylece Deneme

Lisesi (Matematik) Mülkiye (Matematik, İstatistik, Ekonometri dersleri) hayallerim karardı, binanın dışına çıktığımda hayatımda yeni bir sayfa açılmıştı.

Mülkiyeli olmayı mezuniyetle anlayamamıştım. Yıllar sonra diğer meslektaşlar ve idarecilerle çalıştıkça, davranış, anlayış, zihni- yet farklılığını anladım. Mülkiyeli olmayı önem- sedim. 1990-1992 yılları

Mülkiyeliler Birliği Genel kurulunda, çok değerli hocalarımla

41

arasında hocam rahmetli Alparslan Işıklı ile Mülkiyeliler Birliği yö- netiminde görev aldım. Genel sekreterlik yaptım. Her geçen gün Mülkiyeli olmakla daha çok heyecan duydum.

Osmanlı Padişahı Abdülmecid’in sözlerini her geçen gün daha iyi anlıyorum. Aynı bugün gibi talan, yalan devlet yönetimini sarmış iken, Mülkiyeliler için şöyle diyordu;

“Bugün iş başındaki evliye kaymakamlarıyla kaza müdürleri devlet işlerine, amme hizmetlerine ait bilgi ve görgüden mahrum ve en küçük bir konsolos tercümanı ile bile anlaşmaktan aciz bulundukları şöyle dursun, adeta kendilerine üst makamlardan gönderilen emirlerin manalarını anlamaya bile muktedir olmadıklarından,… halk ve yabancılar yanında itibarları kalmayıp, Avrupalıların müdahelelerine sebep olmakta ve vatandaşları kötü idare sebebiyle devletten soğutmaktadır… (Ancak) iyi şekilde yetiştirilmeleriyle memleket güvenliğinin, vatandaş haklarının korunması, kalkınmanın sağlanması esaslarının elde edilmesi ve yabancı memur ve uyruklularla yapılacak temaslarda devlet ve vatandaş hukukunun korunmasına bir çare bulunması… (için) hükümetin namusunu koruyabilecek ve rüşvet almayacak, hırsızlık yapmayacak memur bulup, taşraya gönderilmesi (amacıyla) mülkiye işlerinde bilinmesi gereken ilim ve fenden talim ettirilecek, içlerinden imtihanla ehliyetleri sabit olanların bu memuriyetlere gönderilmeleri… en iyi yoldur. Böylece millet ve memleket liyakatsız memurlardan kurtulur.”

Bu takdimin altına da;

“Bu hususlar hakkında her ne vecihle emir ve ferman için hazreti padişahiye arz için takdim ve terkim kılındı efendim 14 Mart 1274/ 5 Nisan 1858) şeklinde not düşülerek sunulan sadrazam Mehmed Emin Ali Paşa’ya verilmiş, o da padişah Abdülmecid’e takdimle maruz-ı çakıri kemineleridir ki; (aciz kulun maruzatıdır ki)”

42

Diye onay vermişti.

Görüldüğü üzere hazırlanmış ve karara bağlanmış olan iş bu tezkere, Hazret padişaha sunulmuş, özellikle tezkerenin uygulanması hususuna müteallik ve serefsudur buyurulan emir ve istekler üzerine dikkat çekilerek, OLUR çıkmış olup, ol babda emir ve ferman Hazreti Veliyyü’l Emr’indir. 25 mart 1274/6 Nisan 1858 denilmişti.

35 yılı arkada bıraktığımız an

Bugün Mülkiyelilerin niçin devletten uzaklaştırıldıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Mülkiyeli olmakla çok gururlanıyorum. Hep bir Mülkiyeli’ye yakışır gibi davranıyorum.

Ayrıca, yarın yine Cumhuriyeti tamir etmenin, genç Mülkiyelilere düşeceğine inanıyorum.

Comments are closed.