Rahmetli Kenan Rıza Şahinoğlu’nun refakatine verilişim, benim meslek hayatımın en büyük şansı. Çok şey yaşamış ve görmüş müthiş bir tecrübenin yanındayım. Sürekli gülen yüzü, parlayan gözleriyle güven ve heyecan verirdi, karşısındakini hep canlı ve uyanık tutardı. Her anı yaşardınız yanında “şu dosyayı getir” derken, yeni bir maceranın başlayacağını düşünür, hiçbir şey olmasa bile olacağını umut ederdiniz. Hidayet Bey gibi, o da Gümrük Kanununu, özellikle kıymet mevzuatını çok ince bilirdi. Heyetteki iç sorunlarda Mehmet Ali Devecioğlu ve İhsan Akın beyler sürekli ön safta olduğundan, Kenan Rıza Bey, bu tür işlere bulaşmaz, yalnızca Müfettişlik yapardı. Kendisinden çekinilse dahi, güler yüzünün verdiği güven ve insan sevgisi herkesi ona çekerdi.
İlk gün büyük bir rahatlık ve mutluluk içinde kapısını açtım, refakatine verildiğimi bildirdim. Zaten kendisine de Başkanlık yazısı gelmişti, lüzumsuz bir bildirişti, ama başka ne konuşacaktım ki. “Nadirciğim otursana” dedi. Biliyorum iyi insan, hoş insan, hoşgörülü insan, beni birkaç kez muavinken odasına bile davet etmiş, ama ben korkudan gidememiştim. Koridorda bile bana “Günaydın” demiş, hiç olacak iş mi? Ama yine biliyorum ki heyetin en kurnaz üyesi, ticaretle uğraşan azınlıkların en korktuğu kişi, İthalat Rejiminde tahsis ve kota ile mal getiren, ağır kontrola rağmen, miktar, kilo, tarifede cambazlık yapan insanların en çekindiği kişi, özetle her çevreden insan onu tanıyor, ona sürekli bilgi akıyor ki, çok ilginç olaylara müdahale ediyordu. Dar boğazda olan Türkiye’de herkesin üç kuruşla on kuruşluk mal getirdiği zamanlardı, kotalar deliniyor, sahte tahsisler yapılıyor, sahte faturalar sanayici tarafından Ticaret Bakanlığı’na tasdik ettiriliyor, gerekirse sahte tasdikler yapılıyor, bu becerilemez veya çekinilirse tarife
67
cambazları devreye giriyordu. Bakanlığın bile içinden çıkamadığı tarife tatbikatları oluyordu. İşte bu dönemde Kenan Rıza Bey’in yanındayım. Her ağzından çıkan kelimesi bilmece gibi, hemen not alıyorum, akşam kanuna, yönetmeliğe, tebliğ, genelgelere dalıyorum, biliyorum ki her söylediğinde öğrenmem gereken bir şey var.
“Nadirciğim ne içelim?” dediğinde ben de kibarlığımdan “Siz ne uygun görürseniz” demiştim, ilk görüşmemizde. Zile basıyor, Hüseyin Efendi kapıda “Bana bir tarçın” diyor, ben de “ben de tarçın alayım” diyorum, yüzüme bakıyor “Nadir Bey’e bir ıhlamur” diyor. Hayda! Nadirciğim gitti, “Nadir bey” oldum. Tarçın istedim, ıhlamur içiyorum.
Sıcakları beklerken; “Nadir, sigara içiyor musun?” herhalde kendisi sigara içmiyor ki, bunun için sordu diyorum, içmiyorum desem Tekel’den bila bedel yarım kilo verilen sigarayı alamayacağım, içiyorum desem kızacak. “Eh işte, az içmeye gayret ediyorum, efendim” dedim.
“Nadir içki içiyor musun?” Eee, ne demeliyim, içmiyorum desem, ya içtiğimi duydu ise, yalan söylediğimi düşünecek. “Efendim, arkadaşlarla birlikte bir yemekte olursak alıyorum” Halbuki her akşam birlikte oluyoruz, böylece yalan da söylememiş oldum.
“Nadir, evli misin?” Anladım ki benim kadın kıza ilgim olup olmadığımı yokluyor, “Nişanlıyım, Mülkiye’den bir arkadaşım var, yakında evleneceğiz” bu soruyu da geçiştiriyorum.
“Niye, tarçın istedin?” “Efendim, Hüseyin Efendi’ye zahmet olmasın diye” cevabımda “Nişanlın Ankara’da ise, haklısın sen de burada ıhlamur içmeye gayret et, benim yaşıma gelince veya Ankara’ya gidince tarçına dönersin” dedi.
Bu sorgulamayı ancak akşam yatarken uyku sersemi kavrayabildim.”İyi adam” dedim.
68
Rahmetlinin dosyaları hep masanın üstünde idi, “şuna bak” “bunu oku” falan derdi. Ben de “Efendim dolaba koyayım mı? Dediğimde “Dolaba koyarsan, merak ederler, sen ortada bırak benim önemli notlarım zaten masa üzerinde durur” dediğinde, pek çok dosyanın kapak kağıdının Arapça olduğunu fark ettim. Önemli noktaları Arapça not alıyordu. Ondan öğreneceklerim hiç bitmedi. Ben de hayatım boyunca darmadağın çalıştım. Kimse notlarımı hiç merak etmedi, bir tek Ekrem Sancak hariç. Ekrem benim yaptığım sansasyonal işleri merak eder ama sormazdı. Masanın karşısından yazıları tersten okumayı benim sayemde geliştirmişti. Bazen onu şaşırtmak için o okur iken, ben kağıdı ters çevirir ve düzgün okunacak hale getirirdim ve gülüşmeye başlardık.
Kenan Rıza Şahinoğlu bir gün, “Nadir, hazırlan Gürbulak’a gidiyoruz teftişe”dedi, daha yazılarımız gelmemişti, ama o haberdar idi. “Ben hazırım efendim” dedim. “Mevzuatını topla, yarın Cuma sen Ankara’ya git. Nişanlını, aileni gör, ortada gözükme, ben pazartesi Ankara’da olacağım. Seni de alır uçakla Erzurum’a, sonrada Gürbulak’a geçeriz, şimdi kaybol” dedi. Bir ellerine sarılmadığım kalmıştı. Ihlamur, ıhlamur mahvolmuştum.
Pazartesi evde telefon bekledim. Başkanlığa da gidemiyorum, hani İstanbul’dan birlikte geleceğiz ya, bekle bekle akşam oldu. Ben üstadın telefonunu almamışım, o zamanlar cep telefonu diye bir hayal dahi yok, yalnızca “uzay yolu” adlı televizyon dizisinde Kaptan Kirk ile Spock bir alet kullanıyorlar, oradan bile hayal kuramıyoruz, ancak bugün cep telefonu görünce o günleri anlayabiliyoruz.
Salı günü oldu giyindim, kuşandım bekliyorum. Çanta kapı önünde, çağırdığında Başkanlığa veya havaalanına gideceğim. Öğleden sonra nasıl buldu bilinmez. Babamların telefonu çaldı. “Nadir neredesin?” “Evde efendim”, “Şimdi trene bin ve Erzurum’a git. Bir otele yerleş, gümrüğe gitme, ortalıkta dolaşma beni bekle,
69
seni arayacağım” “Peki Efendim” diyerek telefonu kapatıyoruz ki, yine nasıl buluşacağım sıkıntısı içime düştü, çünkü beni nasıl bulacak yine konuşmamıştık, ben soramazdım, o da söylemedi.
Bütün gece trende yolculuk öğlene yakın Erzurum garına geldim. Nasıl mevzuat bavulumu taşıdım, nasıl elbise ve iş çantamı taşıdım hatırlamıyorum. Zaten daktilom yok, bir de olsa yandım. Bir otele yerleştim, iyi gibi, Erzurum’a göre bu otel çok iyi. “Sabah üstad bana nasıl ulaşacak?” derdi sardı beni. Sonra “Bana ne” dedim, Başkanlık sorarsa “kendi beni görevlendirdi” derim, çıkarım işin içinden demeye başladım. Dışarıda güzel bir kahvaltı yaptım. Beni Erzurum’da kim tanıyacak, gezdim, çarşı, pazar, oldu öğlen vakti. Lokantaları geziyor ve şahane bir yemek yiyorum. Böyle kavurmayı bugüne kadar hala yiyemedim. Yemekte, çarşıda bitti. “Ne yapayım” derken “5 film devamlı” tam bana göre, daldım sinemaya. Gelsin savaş filmi, müzikal, aşk, Kara Murat vs. vs. 1-1,5 saatlik 5 filmi de seyrettim. Hem gözlerim patladı, hem açlıktan midem gurulduyor. Sinemadan çıktım, yemek ve otel Çarşamba günü de böyle geçti.
Perşembe öğlene kadar zor durdum. Teftiş Kurulu’nu arayamam, gümrüğün yerini sordum. Tren istasyonunda bir veya iki odalı bir yer. 3-5 memur var girdim içeriye, sanırım Başmemurluktu. Başmemura “Ben Nadir Elibol Gümrük müfettişiyim, diğer müfettiş bey geldi mi?” dedim. Hiç muavinim der miyim! Hiç Kenan Rıza bey aradı mı! der miyim? Başmemur “Kenan bey’de sizi aradı, şu telefondan arayacak mışsınız” demesin mi? Hemen telefonu aradım, araya PTT falan girdi, bağlanamıyor, 03’den arattırıyoruz olmuyor, daha hızlı ve pahalı bir hat var ondan arattım. Kenan bey karşımda “Efendim beni aramışsınız buyurun” dedim.
“Nadir, Teftiş Kurulu’ndayım, İstanbul’dan önceki gün geldim. Ankara-Erzurum bugün uçak kalkmayacakmış, ben de trenle geleceğim. Gece biner, yarın sabah Erzurum’da olurum, sen de tren
70
garında ol! Birlikte yola devam ederiz” dedi telefon kapandı. “Ne rahat adam” diyorum, ama kıdeminin çok fazla olduğunu hiç düşünemiyorum. Telefonun parasını vezneye yatırdım. O zamanlar PTT santralı “4 lira 70 kuruş” diye konuşmayı fiyatlandırıyordu.
Cuma sabahı tren garında bavullarım, çantam ve ben hazırım. Ha tren geldi,ha gelecek, nerede ise öğlen oldu. İstasyon zaten 100- 150 metre git-gel derken, tren gözüktü, Kenan bey indi. Sarıldık, öpüştük. “Nasıl akıl ettin Erzurum Gümrük Başmemurluğuna gitmeyi? Aferin!” dedi. Çok zeki olduğuma kanaat getirdim. Nadir “şu iki hamalı çağır” dedi. Allah Allah iki hamal derken, ortada Başmemur bey belirdi. Üstadın bir valizi var, bir daktilosu var. “Efendim mevzuat valiziniz nerede?” demek saflığında bulundum. “Nadir iki mevzuata ne gerek var, seninki yeterli” dedi. Ben yine havalara girdim. “Nadir, şu kasaları da aldırıver” dediğinde trenden üç kasa indirildiğini fark ettim. Bavullar, daktilo derken, kasalara aklım ermedi, ama soramadım. Hemen Doğu Beyazıt otobüsüne, Başmemurbeybiziuğurladı.Gürbulak’ageldik.Akşamolmuş, çok acıkmıştım. Bir binası kaba sıvada diğer binasında inşaatı yarım kalmış, ancak üç-dört dairesi kireçle sıvanmış şekilde, tamamlanmamış personel lojmanına yerleştik, kasalar, daktilo ve mevzuat valizi Müfettişlik odasına konuldu.
Yaşlı bir odacı var, yaşlı dediğim o günlere göre yaşlı, 55 falan var. O zamanlar 55 yaş istirahate çekilme yaşı gibi gelirdi. Yaş tamam ya, yolcu edilecek ya, herkes bir nebze saygı duyardı, gidici diye. Sabah adam kahvaltı peynir, taze lavaş, haşlanmış 5-10 yumurta getirmişti. Kenan bey bir şey söylemedi. Çay ile bu kahvaltıyı hallettik. Kahvaltı sonrasında Kenan bey “Mehmet Bey şu 20 TL’yi al, her sabah, bize bir helke (küçük kova) yoğurt getireceksin, ekmek, yağ, peynir istiyoruz, para bitince iste” dedi. O da Telçeker köyünde kalıyordu. Odacı “baş üstüne” diyerek uzaklaştı, Kenan bey de Müdürün yanına gitti. Öğlen olurken ben odacıya “öğlenleri
71
nerede yemek yeniliyor” dedim. Yüzüme baktı “çok cahilsin, müfettiş bey, burada öğlen yemeği olmaz” dedi. Cahilsin ne demek derken, sen çok tecrübesiz ve gençsin anlamına geldiğini ve kullanıldığını öğrendim. Bu da bana bir ders oldu. Karşıdakinin anlatmak istediği, senin anladığın kadarı ile sınırlı idi.
Öğlen, Kenan bey “Çıkar bakalım yoğurdu, iki tabağa koy, içine peyniri bıçakla doğra, kasaları aç, bir kasada elma var, bir kasada portakal, bir kasa muz var, herkese birer tane yıka ve öğlen yemeğimiz olsun” dedi. Anladım ki; daha önce Gürbulak’a gelmiş, aç kalmıştı ve odacıyı da tanıyordu.
Sonra İran gümrüğünü ziyaret ettiğimizde bir torbaya elma, portakal, muz koymuş ve Müdüre hediye etmişti. Şah dönemi Müdür de meyvelere çıldırmış, ertesi günü iade-i ziyarette bize hurma, kahve ve çay getirmişti. Bildiğini uygulayacak kadar cesur ve akıllı bir adamdı, Kenan Rıza Şahinoğlu.
Teftiş döneminde ilk günler hemen geçti, artık ortak gümrük salonuna çıkıyor, geziyordum. İki gümrüğün ortak binası vardı, kapının taşıtlar için olan kısmı dışında bina içinde ortak büyük bir salon vardı, Türk veya İranlı gümrükçüler kare salonun ortasındaki bölümün içine giriyor, yolcuyu karşılarına alıyorlar, valizler mermer bankonun üstüne konuyor, açılıyor, bakılıyor, gümrüklü veya yasak olan bankonun içine,yanlarına alınıyordu, yolcular salonun ortasındaki bu yükseltilmiş bankoyu dolaşıp, ya Türk tarafına, ya da İran tarafına geçiyordu.
O gün, salonda sarıklı cübbeli bir adam var, ardında da 8-10 tane kadın, çarşaftan yalnızca gözü, burnu, bazen de ağzı gözüküyor. Çok genç ve güzeller, dikkatimi çekiyor, Türk tarafına geçince takip ediyorum. Kadınlar birer ikişer ayrılıyorlar, bir kısmı personel lojmanının yolunu tutuyor, bir kısmı avluda oturup bekliyor, bu kadınların yerine bir iki kadın daha gümrüklü sahada ortaya çıkıyor.
72
“Aman Nadir bunlar çarşaf içinde bir malı getirip götürüyorlar, uyanık ve dikkatli ol” diyorum. Hoca Efendi bir yerlere girip çıkıyor, memurlarla konuşuyor, pasaport polisi ile bir şeyler alıp, veriyorlar. Hemen muayene memuruna gittim “aman kadınlara dikkat et üzerlerinde eşya var mı? Bak bakalım” diyorum. Bakıyor, ben duvara yaslanmış seyrediyorum. Hakikaten arıyorlar, Hoca Efendi getirdiği 8-10 kadın yerine, 2-3 kadınla İran’a dönüyor. Bir kısmı daha gümrükten bile çıkmadılar oturuyorlar, anlayamadım.
Aradan bir hafta geçti, yine Cuma öğleden sonrası, bir de baktım ki aynı hoca efendi bu kez 5-6 kadınla yine orada, hemen geri döndüm, doğru Kenan bey’in yanına “Üstad böyle oldu, şöyle yaptılar” diye geçen hafta ve bugünkü işi anlatıyorum. İhtiyar ustam bastı kahkahayı “sakın elleme! Gel pencereden seyret” dedi. Hoca Efendi bir memurla konuşuyor, para alıp veriyor, kadın çömelmiş, bir eli kadının başının üstünde, diğer eliyle memurun omuzunu tutuyor, bir şeyler okur gibi, dudakları kımıldıyor, bu ritüel 2-3 dakika sürüyor, kadını bırakıp gidiyor. “Gördün mü, nikah kıyıyor, buna “Nikah-ı Mit’a”, kısa süreli nikah derler. Bu kadını bir haftalığına memura nikahladı. Evini, çamaşırlarını temizleyecek, yemek yapacak, karılıkta yapacak, anlayacağın bu adam, pezevenk” dedi ve ekledi “Sakın bu işe karışma, burada personelin ne sıkıntı ile çalıştığını görüyorsun.” Anladım ki; Üstadım her şeyden haberli, ama olması gerekene de bir o kadar müsamahalı. Ben de Müfettişliğim boyunca böyle oldum, olması, yapılması gerekenlere, hep başka bir gözle baktım ve hoşgörülü oldum.
Her gün yoğurt, peynir, ekmek ve elma yemekle çocukluğumdan sonra, o yaşımda yeni bir damak lezzeti yakaladım. Halen bazı akşamlar, böyle yaparım ve Gürbulak gözümde canlanır. Bir de akşam Ezan’ı okunurken, Gürbulak aklıma gelir. 21 gün Gürbulak’tan sonra İstanbul’a döndüğümde İstanbul’un ışıkları üstüme geliyor sanmıştım, geri geri kaçarken de, okunan akşam
73
ezanı ile yerimden sıçramıştım, bu bağırma ne diye. Her şeyi ışığı, trafiği, kalabalığı, ezanı unutmuştuk Gürbulak’ta.
Ancak Gürbulak deyince, Telçeker köyü yakınındaki askeri birlikte, mutfak penceresinden dökülmüş, fasulye, pilav karışımı artık yemekleri torbalarına dolduran, karlar üzerinde çıplak ayaklı köylü çocukları hep aklıma gelir. O küçük 7-8 yaşlarındaki köylü kız çocuklarının artık fasulye ve pilavı torbalarına toplayışları yok mu, benim zavallı ülkemin, bu aç ve yoksul insanları her zaman, her yaptığım işte karşımda oldu. Her soruşturma ve inceleme raporunu tamamladığımda, bu iki küçük kızı karşıma alıp, onlara bir daha okur ve dinletirdim, sonra onların başlarıyla tasdikini beklerdim. Bu nedenle bu ön kontrolden geçmiş olan raporlarım Teftiş Kurulu Başkanlığı’nda ne eleştirilir, ne değiştirilir, ne de düzeltilirdi. Hiç Teftiş Kurulu Başkanlığı’na ihtiyacım olmadı. O küçük kızlar sayesinde hep ülkem insanının ve ülkemin yararına işler yaptım. Müfettişlikte olduğu gibi sonrasında da bu küçük kızlar ellerinde atık yemek torbalarıyla hep karşımda oldular. Gürbulak’tan sonra hep Müfettiş kaldım, bugün bile.
Gürbulaktakilere saygı ve sevgilerimle.
74