Çok güç ve zorlu müfettiş muavinliği yeterlik sınavından geçtikten sonra üzerimden bir yük kalkmıştı, müthiş iş yoğunluğuna rağmen rahatlamıştım. Ta ki; Teftiş Kurulu Başkanlığı’nca tecil edilmiş olan askerlik görevi duyuruluncaya kadar. O günlerde ilk bebeğimizi bekliyorduk ve onun doğumunda bulunmak istiyordum. Bir şekilde Mart veya Nisan 1979’da çağrıldığım askere gitmemenin yollarını aramaya başladım. Temmuz ayında, doğumdan sonra askerlik için en uygun zamandı. Tahkikat için gittiğim Trabzon’da askeri hastaneye gittim. Orta kulaktan rahatsızlığımdan dolayı rapor
156
aldım ve o dönem askere sevkedilmedim. Bu dö- nemde Savaş Özdoğan ve Zeki Tüyen teftiş heyetin- den dönem arkadaşlarım, Balıkesir Ordanat ve Per- sonel Okulu’na gittiler. O zamanlar Mülkiyeli ve Hu- kukçuları personel su- bayı yapıyorlardı. Zeki ve Savaş yedek subay okulunu bitirince Afşin ve Elbistan Askerlik Şube- lerine gitmişlerdi. Ben de Balıkesir Ordonat Yedek Subay Okulu’na gelince anladım ki, ben de asker- lik şubesine gideceğim. Okulda benden başka
dört Mülkiyeli var, ikisi Sayıştay denetçisi Necdet Çelebi ve Muzaffer Kulular, biri Vakıflar Bankası Müfettişi Mustafa Akın, biri de İşbankası müfettişi Olcayto. Hepsi çalışkan çocuklar ama benden sonra. Okula gelmeden ilk on öğrencinin özel kura ile askerlik yapacağını öğrendim, yani çok çalışmam gerekiyor. Ben birkaç yıl önce Gümrük ve Kaçakçılık Kanunları’nı yemiş yutmuşum, askeri okul notlarını ayakta iken okuyorum, yürürken tekrarlıyorum.
İlk gün gelip teslim olduk. Sersem gibi sağa sola bakıyoruz, bir çavuş “sıraya girin” diye bağırdı. Kolunda kırmızı bir kurdele sarkıyor, demek ki sıradan çavuş değil, önümüze düştü bir barakaya geldik. Adımı yazdırıyorum, tezgahların arkasında erlerden biri, iki çorap veriyor, biri üç don, üç atlet, birileri kemer, ayakkabı, elbise veriyor. Elbiseyi üzerime tuttum, acayip bol, pantolon paçası 30 cm uzun. Geri dödüm, “bunlar bana çok büyük” dedim. “Ulan burası Pierre Cardin mi?” cevabı ile ters yüz geri döndüm. Askerlik süresince hep o bol gömlek ve pantolonu giydim. Bir tek takılıp düşmemek için paçasını kestirdim. Anladım ki, burada artık emir veren ben değilim. Herhangi bir asker, öğrenciden daha üst görevler yapıyor, yani burada hiçiz, eğer “Müfettişim, Mülkiyeliyim” falan diye tavır yapsam, bu askerlik bitmeyecek. İkinci gün karar verdim. “Düdükle yatıp, düdükle kalkacağım. Ben bir hiçim.”
Geceleri “yat” talimatından yarım saat sonra kalkıyorum. Tuvalet ve banyonun ışıkları sürekli yandığından gidip o günkü notları tekrarlıyorum. Tek rakibim Mustafa Akın gözüküyor, ama derslerim ondan ve diğerlerinden çok iyi durumda.
Eğitim dönemi bitti, derslerde ya birinciyim ya da ikinci sıradayım. Ama önümüzde “pentantlon” denilen fiziksel ve bedensel eğitim var, İtalyan çukuru, teller altında sürünme, halatla tırmanma, merdiven üstünden dönme, rezalet ki, hiç
157
sormayın? Önemli gün geldi. Yarbay, yüzbaşı, üsteğmen hepsi eğitim alanın da, yarbay “dereceye girmek isteyenler, bir adım öne çıksın” dedi. Pek çok arkadaş bana dönüp baktılar. Ben de gözlerimi komutana diktim, hiç hareket etmedim. Birileri koştu, zıpladı, atladı, düştü. Dereceye girecekleri komuta kademesi tek tek not aldı. Sonra sıradan adamlar ve en sonra da sıra benim gibi, döküntü 100 kilonun üzeri adamlara geldi. Komutanlara sandalye geldi, yorulmuşlardı. Üsteğmen beni göstererek “başla” dedi, koşuyorum beni izliyorlar, birkaç gülüşme, uzaktan önemli gibi gözüken konuşmalar sırasında ben çukurun yanı, direğin kenarı gözle kaş arasında engelleri bazı arkadaşların yardımlarıyla hızla aştım, arada bir başlarını döndürüp, beni ve benim gibileri izliyorlar. Bitirdim tekmil verdim, 6 dakika 17 saniye falan not edildi. Bu iş bitti. Ertesi günü ben pek çok kimseden daha kısa sürede tamamlamıştım, bu kez okul dördüncüsü oldum.
Özel kura açıklandı, Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı var. Eve her ikisi de yakın, dereceye girdiğim için ben dilediğimi seçeceğim. “Milli Savunma Bakanlığı” dedim.
Milli Savunma Bakanlığı Dış Tedarik Dairesi Başkanlığı’nda görevlendirildim, tıbbi malzeme, ilaç, tedarik şubesindeyim. Bir albay (Ahmet albay), bir yarbay (Efrasiyap Yarbay), bir sağlık başçavuşu(Hüseyin Başçavuş), ikisi erkek, 5 kadın eczacı sivil memur ile işe başladık. Yazışmaların kalıbı askeri ama, ifade müfettiş ifadesi olmalı ki, Daire Başkanı Havacı Tümgeneral Hikmet Çelik paşa beni fark etti. Birkaç brifing alınca bana ihtilaflı birkaç ithalat dosyasını inceletti. Bunları çözmemi istedi. Kiminde biz hata yapmıştık, kiminde banka, kimin de satıcı kusurluydu. Yazdım, çizdim. Komisyonlar kuruldu, komisyon başkanı olarak görevlendirildim. Paşalar, albaylar hep beni tanıyorlar. Bilgili oluşum, çalışkanlığım ve cesaretim dikkati çekiyor.
158
Bu arada; yeni bir misafirimiz şubemize katılıyor, Süha Mirahur. Koridoru dönünce merdivenlerin başındayım karşımda Süha. Beni görünce gözleri parladı, “Nadir” diye sevinç çığlığı attı. Ben de onu görünce inanılmaz sevindim. Okul, mahalle ve poker arkadaşım, dayanamayıp sarılacağım. Yanımda iki sivil memur var, hemen ciddileştim. “Esas duruş, asteğmenim” diye emrettim. Ayağını bir alt basamağa geri çekti, koltuğunun altındaki şapkasını kafasına geçirdi ve esas duruşa geçti. Yüzümde en küçük bir hareket yok ve gözlerimi açarak gözlerine diktim, çakıldı, kaldı. “Rahat” dedim. Daha kendinde değil, merdivenleri koşarak indim ve sarıldım. Şaşırdı, kaldı.
Bu olayı her askerlik sohbetinde anlattı ve tekrar anlattı, demek ki çok etkilenmiş. Bu şakayı, çok güzel geçen askerlik günlerimizle telafi ettik. O da aynı şubede proje subayı oldu.
159
Sık sık kantinden kızlara bisküvi ve şokella almasını emrettim. O da bu görevi yerine getirirken, sivil memurlarla uzun geziler yaptı. Mesai biterken, servislere binmeden şokellalı, bisküvi sandviçleri hep o hazırladı. Odadan kaybolduğunda, arandığında veya onu soran olduğunda, sert ve ciddi bir tavırla “onu görevlendirdiğimi” söylerdim.
Mesai sonrasında, Ahmet Albay, Hüseyin Başçavuş ile bira partileri, Ahmet Albayın tercihi Arnavut ciğeri ve rus salatası ve diğer mezeler… Ah! O gençlik caddesindeki jandarma parkı… Ah o resmi kıyafetlerle İzmir Caddesindeki köfteci dükkanı…
Esenboğa’ya gidiyorum. 3-4 günde biten cari işlemler öğlen bitiyor, öğleden sonra mal depoya geliyor. Gümrük Müdürü ve personel hep yardımcı, çünkü 10 ay önce teftiş almışım, 10 ay sonra yine yanlarındayım.
160
Harbiye Orduevinin asansörü çok sıkıntılı bir dosya olmuş, Müsteşar Muavini Korgeneral İsmail hakkı Akansel’e kadar intikal etmişti. Hiç kimse bu dosyaya çözüm bulamıyordu. Dosyayı incelemekte idim. Güncel bir iş nedeniyle Esenboğa’ya gittim. Paşa dosyayı istemiş, dosya çekmecemde. Ben Esenboğa’dayım. Derhal gel, denilince hemen Bakanlığa döndüm. (C) kapısında bir ambulans 40-50 kişi etrafta toplanmış, koşar adımlarla odama gitmek istiyorum, sedyedeki adama baktım. Bu bizim Efrasiyap Yarbay, “Komutanım” dedim. “Allah belanı versin” diyebildi. Koşa koşa katları çıktım. Herkes beni bekliyor, Ahmet Albay “Dosyayı al ve İsmail Hakkı Akansel Paşa’ya bilgi ver” dedi. Dosya ezberimde özel kaleme geldim. “Ne oldu, ne yapacağım?” diye sorduğumda “Paşa üç beş hususu sordu. Paşa bağırınca Efrasiyap Yarbay bayıldı, sen gir içeri” dediler. Huzurdayım. Tekmil verdim. “Sen kimsin?” “Nerede bunun subayı?” dedi cevap vermedim. Dosyanın tıkandığı yeri söyledim. Başını kaldırıp baktı. Herkese sahra talimatını soran, pantolon düğmesi yerine fermuar yaptırana kızan adam, bana “otur” dedi. Oturur muyum, devamla dosyayı anlattım, yapılacak işleri belirttim, odadan çıktım.
Bu olaydan sonra, tüm şubelerin sıkıntılı dosyaları akın akın gelmeye, ben de tekrar Müfettişliğe başladım. Paşalarla, albaylarla daha samimi ve dostça ilişkilerim oldu. Ölçülü ve dikkatli tavrım hep beğenildi.
Artık rastlantı mı, değil mi, bilemem ama 11 Eylül günü karargahta çok hareketli bir gün yaşanıyordu. Nöbetçilerin silahları değiştirilmişti. Ben de o gece nöbetçi subaylığında görevlendirilmiştim. İç tedarikten tanıdığım bir yarbay nöbetçi subayı idi. Ahmet Albay’a bu hareketliliği sorduğumda, bilmediğini, önemli olmadığını söyleyince Müfettişliğim kabardı. Bir şeyler vardı, en sonunda güvendiğim bir albay bana “Nato
161
tatbikatı için böyle yapılıyor” dedi. İzmir’de Nato tatbikatı vardı, ikna oldum.
Ama yine bakan gittikten sonra silahların değiştirilmesi, karargahta hızlı bir koşuşturma bana tuhaf gelmişti.
Gece Milli Savunma Bakanlığı nöbetçi subaylığında ben, Genelkurmay nöbetçi subaylığında da Olcayto nöbetçi idi, telefonlaşıyor ve akşam yemeğini kararlaştırıyorduk. “İç odaya geçtiniz mi?” dedi. Anlamamıştım, komutana sordum “İç oda nedir?” diye. “Dış cepheye yola değil, binanın iç cephesine avluya bakan oda, biz de tatbikat için birazdan geçeceğiz” dedi. Tuhaftı ben böyle şeyi yaşamadığım gibi anlayacak durumda da değildim. Odayı taşıdık, iç odaya geçtik. Ben koridorda geziyor, televizyona bakıyor, radyo dinliyor, nöbetçi askerlerle şakalaşarak kontrol ediyordum. Gece ilerlemeye başladı. Genelkurmay’dan “Dışarıdan gelecek telefonlara cevap vermeyin, yalnızca nöbetçi subayı konuşacak” dediler. İyice şüphelenmeye başladım. Şüphe değil, belki merak, çünkü ihtilal olasılığı aklıma gelmedi.
Derken, dış cephede ışıklar söndürüldü, ben odaları dolaşmaya başladım. Tankların palet sesleri geliyor, koşarak dışarı baktım ki tanklar bize dönmüş duruyor. Komutana gittim, odada oturuyor. “Komutanım dışarıda tanklar var” dedim. Cevabı da “Tatbikat için” oldu. Radyoda sonradan adının Hasan Mutlucan olduğunu öğreneceğimiz, bir sanatçı kahramanlık ve halk türküleri söylüyordu. Derken, gece yarısı Kenan Evren’in konuşmasıyla komutan ve bizler kendimize geldik. 12 Eylül 1980 askeri darbesi yapılmıştı.
Telefonları bağlamayın talimatından sonra içeriye birkaç isim dışında kimsenin alınmayacağını bildirdiler. İsmail Hakkı Akansel, Işık Biren ve birkaç paşa dışında kimse içeri alınmayacaktı. Sokağa çıkma yasağına rağmen gelenler olursa geri çevrilecekti.
162
Sabaha doğru, birkaç paşa ve albay geldi, kendilerine durum anlatıldı, geri gittiler. Biz ortalıkta kapılarda dolaşıp duruyor, geleni gideni engelliyor veya içeri alıyorduk. Genel Kurmay kapısı ile Milli Savunma Bakanlığı kapıları arasında mekik dokuyordum.
Genelkurmay kapısına siyah bir makam arabası geldi. İçinden kısa boylu şişman bir adam (Turgut Özal) indi. Asker kapıda duruyor, merdivenlerden iki subay indi. Biri paşa, biz esas duruşa geçtik, Turgut Özal’ı aralarına alarak hızla merdivenlerden yukarı çıktılar, kapı kapandı.
Şimdi iddia ediyorum. Bu askeri darbeyi düzenleyenlerin dışında 12 Eylül harekatının yapılış nedenini o gün konsey ve sayılı subay dışında vatandaşlar arasında anlayan tek tük kişiden biri idim. 12 Eylül’ü kimin, ne için, ne amaçla yaptığını otuz sene sonra bugün ancak anlıyoruz, yarattığı sonuçları yeni görüyoruz. Arkasında kimlerin olduğunu, bugünleri hazırlamak için ABD’nin bir düzenlemesi olduğunu, vatan, Türklük ve Atatürkçülük için yapılmış gibi gösterilen (veya o günlerde öyle görülen) 12 Eylül’ün bugünkü siyasi ve sosyal temellerinin atılmasını, sağ ve solun yok edilmesini, gençlerin siyasetten uzaklaştırılmasını, gençlerin toplumsal yönünün kırılarak, bireysel ve zavallı kullar haline getirilmesi için düzenlendiğini, merdivenlerin başında böylesine net kavrayamasam da, Turgut Özla’ı görünce ihtilali farklı değerlendirmiştim.
Öğlene doğru birkaç paşa daha içeriye alındı. Daire Başkanımız Tümgeneral Hikmet Çelik paşa odasına geçti, nöbeti devretmiştik, beni yanına çağırdı “Nadir gördün mü, işte vatan için, devlet için gerekiyordu ve yapıldı” dedi. Daha önce birkaç kez özel sohbetimiz de olduğundan bana güvenerek “doğru bir iş yapıldı, bu kargaşa, terör, sağ ve sol, siyaset bitecek değil mi?”
163
dedi. Soru gibi idi, benden tasdik bekliyordu, cevap vermeyince “akşam nasıl oldu anlatsana” dedi. Ben de bu zeminde şöyle böyle oldu dedim, ama ona çok değer verdiğim için “bu iş iyi olmadı, sağ iktidara karşı gibi gözükse de, sabah 09:30 civarında Turgut Özal çağırıldığına göre yine bu işler, birilerinin istediği gibi olacak” deyiverdim. Şaşırdı “Ne diyorsun? Saçma, bu adamı kim çağırmış?” dedi. Ben de “Herhalde hapse atmak için onu Genelkurmay’a çağırmazlar” dedim. “Bilgi almak içindir” dedi, konuyu kapattı.
Birkaç gün sonra gece ve gündüz sokağa çıkma yasağı kalkıp tekrar Milli Savunma Bakanlığı’nda bulunduğumda Hikmet Çelik Paşa Turgut Özal’ın Genelkurmay’a geldiğini teyit ettirince, her zaman tebessüm eden paşa bana bakmadan yanımdan geçip gitmişti, mahçup gibiydi sanırım, bu yapılanın nerelere dayanacağını o da anlamıştı.
Zaman beni haklı çıkardı. Turgut Özal önce Bülent Ulusu hükümetinde Başbakan yardımcısı oldu. Tüm siyasiler “Zincirbozan”a atılınca bugün olduğu gibi meydan yeni siyasetçilere bırakıldı. Ardından MDP diye bir partinin başına emekli bir asker Turgut Sunalp geçirilerek, bir düzen içinde iktidar Turgut Özal’a bırakıldı. Ekonomik tedbirler adı altında, serbest ekonomiye geçiş ve çöküş sağlandı. Dünya Bankası ve IMF ülkeye geldi. Bıkmış ve yılmış zavallı halk, hapishaneler ile sindirildi, korkutuldu, kararlar, kanunlar art arda hazırlandı, önce kooperatifler vasıtasıyla halk borçlandırıldı. Orta direkte para olduğu anlaşılınca, onu ekonomiye sokmak için banker olayları yaratıldı. Ardından piyasaya çıkarılan orta direğin parası ihracata sokuldu, hayali ihracatlar ile ihracat teşvik edildi. Ekonomiye hızla para sokuldu. Berber Yaşar’lar, Kalkavan’lar ile Davos’ta toplantılar yapıldı. Ülkeye kara paralar aktı.
164
Ardından turizm teşviki ile bu kez dövizcilerin elindeki paralar, turistik otellere aktarıldı. Yeni bir sermayedar kesimi yaratıldı. Cumhuriyetin yarattığı sermayedarlar yerine hamallara Holdingler kurduruldu. Süzer’ler, Toprak’lar, Bayındır’lar, Ceylan’lar yaratıldı. Gizliden merdiven altında insanların inançlarıyla oynandı. Bu yeni sermayedarlar, yeni bankalar aldılar, bankalar ve özel finans kurumları kurdular. Bankaları soydular, bankalar battı. BDDK’lar kuruldu, Turgut Bey görevini yaptı, eserini görmeden öldü. 12 Eylül ve Turgut Özal sayesinde, onun büyük katkısıyla Türkiye bugünlere geldi.
Dün sağ ve sol terör bahanesiyle 12 Eylül’ü yapanlar, inançla ve imanla oynadılar, siyasete yeni yollar açtılar, bostan tarlasını yeni tohumlarla yeşerttiler. Kimse tarlaya dikkat etmesin diye etrafta kavga, dövüş yarattılar. PKK organize edildi, Arap-Kürt iktidarı hazırlandı.
Bu yeni düzenleme ile yeni ve tanışılmadık ekonomik kararlar sonucu müttefik Türkiye kontrolden çıkar ve korkusuyla, ayağına da kürt bağını bağladılar.
Halk uyanabilir diye, demokratikleşme ve özgürleşme adı altında onları borçlandırdılar, fakirleştirdiler, yoksulluk ile dilenciliği öğrettiler, erzak dağıttılar, kredi kartı verdiler, ev ve taşıt kredisi açtılar, halkı yurttaş olmaktan çıkarttılar.
12 Eylül gecesini de böyle kapattık.
165